Selef-i Sâlihîn’e Uymanın Zorunluluğu Üzerine:  Ehli Sünnet Neden “Dosdoğru Yol”dur?

Son dönem Osmanlı âlimlerinden olan İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî Makâlât’ında der ki;

“Selef-i Sâlihîn’in nass’lardan anladığı neyse, anlaşılması gereken odur ve onların delil olmaktan uzaklaştırdığı şey de tutunulmaktan uzaktır.”[1]

İmam Kevserî’nin bu sözü, aslında bizlere Selef-i Sâlihîn’e uymanın kaçınılmaz zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Peki nasıl?

“Nasıl?”ını detaylandırmadan önce, şu soru ve cevabı meselenin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır;

Sahabe-i Kirâm Kur’ân’ı, Sünnet’i, İslâm’ı yanlış anlamış ve yanlış yaşamış olabilir mi? Yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ben size tebliğ ettim, vazifemi yaptım, ister doğru anlayın ister yanlış anlayın, beni ilgilendirmez” diyebilir mi? (hâşâ)

Günümüzde bu soruya bile “evet” diyebilecek derecede yoldan sapmış insanlar olmasını bir yana bırakarak söylemek gerekirse aklı başında olan bir Müslümanın böyle bir şey iddia etmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın, kıyamete kadar bâkî kalacağını ve koruyacağını vadettiği bu dinin ilk muhataplarının, ilk taşıyıcıları ve uygulayıcılarının hata yaptığını söylemek Allah’a iftira etmek olur elbette. Bu sebeple Sahabe’ye ve Selef-i Sâlihîn’e uymak, onları takip etmek, doğru bir İslâm anlayışı ve yaşantısı için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Günümüzde birbirinden farklı onlarca İslâm ve Kur’ân anlayışı/yorumu ortadayken “acaba hangisi doğru” sorusunun cevabı elbette Sahabe kuşağındadır. Yani İmam Kevserî’nin de dediği gibi; İslâm’ın Kur’ân’ın ilk muhataplarının, İslâm’ı Kur’ân’ı, Peygamber(s.a.v.)’i yanlış anlamış olma ihtimalleri kesinlikle yoktur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Allah Teâlâ’dan aldığı her vahyi, hem eksiksiz tebliğ etmiş, hem beyân etmiş, hem tatbik etmiştir ve aynen Sahabe-i Kirâm’a aktarmıştır; hem kâl hem de hâl olarak. Nasıl ki Allah Teâlâ vahyin inşası ve tatbîki sürecinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’i her türlü hatadan koruduysa, Hz. Peygamber (s.a.v.) de şeriat hakkında, din hakkında Sahabe’de meydana gelebilecek yanlış anlamaları, hataları düzelterek, dinin, nassların (Kur’ân ve Sünnet’in) nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiğini bizzat ve eksiksiz Sahabeye aktarmıştır, öğretmiştir.

Peki Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in âhirete irtihâlinden sonra ne olmuştur? Sahabe, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den aldığı ne varsa aynen kendisinden sonraki kuşağa tebliğ etmiş, aktarmış, öğretmiştir ve bunu yaparken de yanlış anlamaları, hataları da düzeltmiştir. Böylelikle Selef-i Sâlihîn denilen İslâm’ın ilk üç kuşağı Allah Teâlâ tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e verilen –başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere- her şeyi Sahabe aracılığı ile eksiksiz ve dosdoğru şekilde almıştır. Burada en önemli husus şudur;

Sahabe Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadece nassları almamış, bu nassların nasıl anlaşılması ve hayata nasıl tatbik edilmesi, nasıl inanılması gerektiğini de eksiksiz almıştır ve kendisinden sonraki kuşağa aktarmıştır. Aksi bir iddia ise (ki oryantalistlerin ve onların uzantıları olan yerli Lutherlerin de bu minval de birçok iddiası vardır) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vazifesini eksik yaptığı anlamına gelecektir ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ithamdan berîdir şüphesiz.

Selef-i Sâlihîn dediğimizde neyi kastetmiş oluyoruz ? Kur’ân’ın ve Sünnet’in ilk muhataplarını, ilk uygulayıcılarını, Peygamber (s.a.v.)’in bizzat İslâm’ı öğrettiği, tatbik ettirdiği, örneklik ve rehberlik yaptığı kuşak olan Sahabe-i Kirâm ve Sahabe’nin de aynı şekilde İslâm’ı doğru ve eksiksiz şekilde öğrettiği, tatbik ettirdiği, örneklik ve rehberlik ettiği kuşak olan Tâbiûn kuşağı ve yine aynı şekilde Tâbiûn kuşağının talebeleri olan Tebe-i Tâbiûn kuşağı, yani İslâm’ın ilk üç nesli. Ehli Sünnet ise hem inanç hem de amel bakımından bütün delillerini, dayanaklarını, kaynaklarını bu üç kuşaktan almaktadır ve bu sebeple “Ehli Sünnet” tabirinin içine bu üç kuşak da dahildir.

Ehli Sünnet inancında/itikâdında ve fıkhında her konu her mesele, Kur’ân ve Sünnet anlayışındaki tüm detaylar tamamen Sahabe-i Kirâm’a dayanmaktadır. Yani Selef-i Sâlihîn döneminde teşekkül eden Ehli Sünnet (itikâdî ve amelî) mezhepleri ve bu mezheplerin usûlleri Sahabe’ye dayanmaktadır. Yani İmam Ebû Hanîfe “Ben Kur’ân’ı Sahabeden bağımsız olarak şöyle anlıyorum, böyle yorumluyorum” dememiştir, kezâ İmam Şafiî, İmam Mâlik v.s. Hanefî mezhebinin de Şafiî mezhebinin de ve diğer Ehli Sünnet mezheplerin de tüm itikâdî ve amelî görüşleri aslında Sahabe kuşağının Kur’ân ve Sünnet anlayışına dayanmaktadır. O halde “Biz bu Ehli Sünnet mezheplere tâbîyiz” dediğimizde aslında zımnen “Biz Sahabenin İslâm anlayışına tâbîyiz” demiş oluruz.

Ehli Sünnet, İslâm anlayışı olarak Sahabeye dayanmaktadır fakat Ehli Sünnet dışında, gerek Selef-i Sâlihîn döneminde gerekse daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan, Şia, Mutezîle, Cebriyye, Mürcie, Müşebbihe-Mücessime, Haşviyye, Bâtınîlik, Hurûfîlik gibi farklı ama arızalı İslâm anlayışları, kendi bid’ât görüşlerini asla Sahabe ile refere edememiştir. Hepsinin de argümanları, delilleri, kendi Kur’ân yorumlarından ibarettir.

Sonuç olarak;

Günümüzde “Kur’ân Müslümanlığı”, “Kur’ân’a Dönüş”, “Kur’ân Yeter” söylemlerini dillendirenlerin iddialarının hiçbirisini tek bir Sahabe’de bile bulmak mümkün değildir. Hiçbir Sahabe “Kadere İman yoktur” dememiştir, “Kabir Azabı yoktur” dememiştir, “İsa a.s. öldü, gelmeyecek” dememiştir, “Recm, Nesh diye birşey yoktur” dememiştir, “Mirac yoktur” dememiştir, “Salavat yağcılıktır” dememiştir, “Nebî’ye itaat yoktur, sadece Resûle itaat vardır” dememiştir, “Şefaât yoktur” dememiştir. Ve daha nice modernist söylemlerinin hiçbirisi Sahabe’den sâdır olmamıştır.

O halde ölçü bellidir, apaçık ortadadır; Sahabe’nin hiçbirinde görülmeyen bir görüş, bir söylem İslâm’dan değildir.


[1] Bkz. “Müslümanlar Nazarında Allah’ın Şeriati” isimli makale, Makâlâtu’l-Kevserî, Muhammed Zahid el-Kevserî, Terc. Ebubekir Sifil, Rıhle Kitap.

Şükrü Yaşar
Musellem.net yazarı..