İlim ve marifet şehrinin kapısı Hz. Ali (kerremallahü vecheh) buyurmuşlar ki: ”Hikmetli sözlerle ruhunuzu dinlendirin. Zira, bedenler gibi ruhlar da yorulur.” Ben bu sözün sıdkını defalarca kendi nefsimde tecrübe ettim. En çok da merhum Ahmet SELİM (Zeki ÖNAL) Bey‘i okurken…
İster ilmî ister fikrî ve hatta edebî hangi sahada okuma yaparsam yapayım, masamın bir köşesinde onun kitaplarından biri -daha önce mükerreren okumuş olsam bile- mutlaka olur. Maddi zaruretlerin tahsili ile sathî zevklerinin tatmini arasında mekik dokuyan nefsimin, ruhumu yorduğunu hissedip ne zaman bir halvet köşesi arasam onun bir kitabını alır mana alemine liyakatli bir giriş yapmak isterim. Hikmet ve irfan yüklü satırlarını okumaya başlayınca da daralan sadrımın açıldığını, letâifimin tazelik bulduğunu ve çoraklaşan gönül diyarımın hüzün yağmuruyla ıslandığını hissederim. Neden mi ? Sanki benim de vicdanımın sesi olmakta; hissiyatımın, kalp kırıklıklarımın, dualarımın tercümanlığını yapmaktadır da ondan. Tabi bir de asil kelimelerle bezenmiş şiirsel üslubu…
Yazımı okumaya başlayan çoğu kardeşimin bu zatın adını hiç duymadığından ya da herhangi bir eseriyle karşılaşmadığından neredeyse emin olduğum için kendisinin kısa bir tercüme-i halini vermekte fayda mülahaza ediyorum.
1944 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Zeki ÖNAL Bey orta öğrenim tahsilini İstanbul Erkek Lisesinde tamamlayıp, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olmuş. Tetebbu ve okuma merakı oldukça erken yaşlara dayandığı için pek çok temel eseri ve dünya klasiklerini genç yaşta okumuş. Bu sayede ciddi bir ilmî/kültürel alt yapı edinmiş olan Zeki Bey, ilk yazı çalışmalarını da hayli erken yaşlarda yapmış. Tanzimatı irdeleyen “Maneviyat Buhranı” başlıklı yazısı 1962 yılında, yani daha henüz lise öğrencisi iken, dönemin önemli muhafazakar cephe gazetelerinden “Yeni İstanbul”da 6 ay arayla iki defa neşredilmiş. 1971’den bilitibar Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri’nin bazı talebeleri tarafından neşredilen “Maddede ve Manada Sabah” ( daha sonra “Dünya’da ve Türkiye’de Sabah” ismini almıştır.)” gazetesinde tam 13 yıl makale ve köşe yazarlığı yapan Zeki Bey aynı dönemde yine aynı camianın önde gelen isimleriyle haftalık ”Ufuk Gazetesi”ni çıkarmış ve bu gazetenin de umum neşriyat müdürlüğünü yapmış. Mezkûr gazeteler maddi gerekçelerle kapatılmak zorunda kalınca 1986’da yayın hayatına başlayan ”Zaman” gazetesine Mehmet Şevket EYGİ Bey vesileliği ile geçiş yapmış, 1988 senesinden vefatına kadar “keyfiyet” isimli köşesinde fikrî/siyasî yazılar kaleme almış. [1]
Mezkûr köşesinde aktüel gündemden ve hadiselere dayalı kısır siyasî tartışmalardan uzak, tefekkür yazıları yazan Zeki Bey, bu gazetenin hususiyle son 3-4 yıllık dönemde kullandığı siyasî üslubun ve belirlediği politik duruşun tamamen dışında kalmış, fakat gazeteden fiilen ayrılmayarak, uzun okumalar neticesi teşekkül etmiş ilmî ve fikrî müktesebatından damıttığı hikmet damlalarını okuruyla paylaşabilmenin imkanını son ana kadar kullanmayı seçmiştir. Bu tercihi elbette tenkit edilebilir ve senelerce dile getirdiği fikrî ve fiili tutarlılıkla çeliştiği söylenebilir. Ama bir insanı saran sosyal ve psikolojik şartların tamamını bilmeden yapılan eleştirilerde, ilgili kişi için özür telakki edilebilecek durumlar olabileceğini imkan harici görmemeliyiz. Bu ihtimalin imkanını akıllara yaklaştırmaya ve kendisinin nasıl izzetli bir insan olduğunu okuyucuya anlatmaya vesile olacak şu samimi itirafını (bir başka meyanda dile getirilmiş olsa bile) kendi kaleminden paylaşmak isterim: “Ben, makamla mansıpla, dünyanın maddi zevkleriyle ilgisi olmayan değil, olamayan ve bu halimin bir iradi tercih değil bir mizaç zarureti olması sebebiyle bir faziletmiş gibi telakki edilemeyeceğini bilmenin ifade rahatlığını da duyan biriyim.”
Müzmin hastalığı nedeniyle genç yaşından beri evinde mecburi bir uzlet halinde ve sadece kitap tetebbuu-makale muharrirliği ile iştigal ederek yaşayan Zeki Bey, kendini kuşatan bu zor şartlar ile onun entelektüel seviyesini birlikte takdir edebilecek başka bir medya mecrası bulamayacağını öngördüğünden, yazdığı gazeteden ayrılırsa bir daha aynı ifade ve hizmet şansını bulamayacağı kanaatine zahip olmuş, bu sebeple de yazılarına devam etmiştir. Gazetenin sahibi olan cemaatle aynı itikâdî ve fikrî zeminde olmasa da zahiren bu gazetenin bir parçası olduğundan 15 Temmuz sonrası başlayan adli süreçte gözaltı kararına muhatap olmuştur. Nihai olarak gazetede ne yazdığına ve ne yaptığına bakılmaksızın “vatana ihanet ve terör örgütü üyeliği” ithamı kendisine de tevcih edilince bu durum zaten mahzun olan ruhunu aşırı derecede muazzep kılmış, 19 Ağustos 2016 günü Hakk’a yürümüştür.
Kendi ifadeleriyle özetlersem “Bazı insanlar uğradığı gadrin sadece azabını değil hicabını da duyar.” O bu hicabı öyle derin hissetmiş ki aynı gece kaldırıldığı hastaneden evine bir daha dönememiştir. Ardında; Din–Medeniyet-Laiklik, Din-Dil-Tarih Şuuru, Medeniyet Krizi, Milli-Manevî Bütünlüğümüz, Sevgiyle Yaşamak, Uyanış Zamanı, Nazım Dosyası, Dünya İslama Muhtaç 1-2, Hüzün Yağmuru, Ayetler Işığında Kuran Kıssaları isimli kıymeti ehlince malum güzide eserler bırakmıştır.
Bu kitaplar, ferdi-ictimai arızalarımızı teşhis için azimle ve fedakarca kafa yoran, tedavi noktasında, başka kültürlerden taklit yoluyla alınmış hazır reçetelere asla itibar etmeyen, insanlığın ilmî ve fikrî sahalardaki müşterek müktesebatından istifadeyle, asliyet dairesinde bize has çözüm formülleri sunmaya çalışan bir mütefekkirin nadide eserleridir. İsimleri; muhtevalarına, telif gayelerine ve muhatap aldığı seviyeye fazlasıyla ışık tutmaktadır.
Bunca esere ve gazetecilik geçmişine rağmen hakettiği itibar ve alakayı bulamaması kendisini hiçbir zaman tahrir ilkelerinden geri adım atmaya sürüklememiştir. Her geçen gün derinleşen fikrî perspektifinden ve bu yoğunluğu okuruna aktarırken kullandığı seviyeli dilden asla taviz vermemiştir. Zira o, her hakikat sevdalısı gibi şöhret ve ikbalin değil fikrî isabet ve latif hitabetin izini sürmüştür. ”Medeniyet Krizi” isimli eserinin 94. sayfasındaki şu satırlar bunun şahididir: ”Az kişi tarafından anlaşılmayı, kalın ve derin tesirler için öldükten sonra anlaşılmayı, bir zıpırlık taviziyle prim toplamak varken sıfırların yanında adam yerine bile konulmamayı göze almak ne demektir ? Asıl cesaret, asıl fedakarlık işte budur. Fikir-sanat hayatını gerçek manada etkileyenler de böyle insanlardır. Bir gün onlar birilerinin varlığında yeniden doğar ve devam eder”.
“…Anlaşılmaya hasret olmak ile anlaşılmaktan müstağni davranmak birbiriyle çelişmez.” istiğnasını terennüm ederken, “…Meselelerin gerçek sahipleri muhatap buhranının hüzünleri içindedir” derken, ”...Avami ihtiyaçları karşılamak için yeteri kadar kitap vardır. Gayretleri daha üst seviyeye teksif etmenin zamanı gelmiştir…” derken hep aynı fedakarlığa ve yalnızlığa işaret etmiştir.
Gerek ele alınan mevzular, gerek ifade dili ve gerekse fikrî kesafeti sebebiyle orta seviye okura hitap etmeyen ve bu sebeple pek rağbet görmeyen, çoğunun hali hazırda baskısı dahi olmayan yukarıda ismini verdiğim eserler; onların kıymetini takdir edebilecek, meselelerimize asli kaynakların ışığında bir müslüman zaviyesinden bakmak isteyecek istidatlı okurlar için tekrar gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Ama maddi ve siyasî kaygı duymadan böyle bir fikrî ve kültürel hizmeti ifa edebilecek, mevzuyu bu seviyede ele alıp sırtlanabilecek bir yayıncı çıkar mı bilemem.
Merhum Zeki Bey bugün artık küresel ölçekli bir buhrana dönüşmüş olan “insanlık ve medeniyet” krizini hem tüm vecheleriyle teşhis etmiş, hem de tedavinin; fıtrata uygun surette ne maddeyi ruh, ne ruhu madde karşısında mutlaklaştırmayan ve her birine layık olduğu asli kıymeti vererek bir denge nizamına koyan İslam dinine teslimiyetle mümkün olduğunu ısrarla vurgulamıştır.
Hususiyle “Dünya İslam’a Muhtaç 1 ve 2” isimli eserlerinde, umumen tüm eserlerinde önce Ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesine dayalı kendi manevî kimliğimizi keşfettirmeye ve sonra bu kimliğin istinat ettiği referansla dünyayı madden ve manen yeniden imar etme misyonumuzu en güçlü ilmî ve fikrî argümanlarla ifadeye çalışmıştır.
“Hayatımızın asıl meselelerini gündemin dışına bırakmak, buhran dönemlerinin ödettiği en ağır bedeldir.” diyerek İslam coğrafyalarını saran medeniyet buhranının esaslı meselelerimiz hakkında tevlid ettiği fikir ve hamle eksikliğini görmüş, neredeyse tüm yazılarında ilim ve düşünce adamlarımızı samimi tefekküre ve itidale davet etmiştir. Bu sebeple o (kendi ifadesiyle) “tefekkür gücünü, tefekkür yoluna nasıl ulaşabileceğimizin izahını yapmak için kullanmaya mecbur kalmış” bir mütefekkirdir. İslam’ın temel kaynaklarından edindiği Ehl-i sünnet hassasiyetini, tekamül şuuru ve mücahede ufkunu, Üstad Necip FAZIL, Mehmet Akif ERSOY, Peyami SAFA, Cemil MERİÇ gibi kültür tarihimiz açısından mühim şahsiyetlerden aldığı metodolojik duruş ve uslüpla harmanlamış ve Batıcılık bataklığına saplanarak fikrî enerjisini bitirmiş maddi/manevî bünyemizi harekete geçirmeye çalışmıştır.
Köşesinde bir ömür insanlığın ve İslamlığın gerektirdiği ilmî, fikrî, ameli ve ahlaki mekarimin gösterişsiz tellallığını yapmıştır. Yer yer manevî motivasyonu irtifa kaybettiğinde o; “İkaz, ihtar ve irşat gayretleri şartlar ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın mutlaka sürdürülmelidir. Yorulacaksınız, hor görüleceksiniz, zulme uğrayacaksınız, fakat benden bu kadar demeyeceksiniz. Mümin meyus olmaz. Bu yolculukta tahavvül var, inkıta yok. Onuncu köy, kırkıncı kapı, yüzüncü vasıta, devam…” diyerek hem kendini hem okurlarını tekrar vazifeye teşvik etmiştir.
Onun okurları bilirler ki, Ahmet Selim denince akla tefekkür lüzumu, terkibi düşünce usulü, itidal vurgusu, asliyet-şahsiyet-hürriyet üçlüsü, denge ölçüsü gelir. Hakikat sevgisi başta olmak üzere tüm sevgileri nefsaniyet kirlerinden tecrit ederek tekamül etme gayreti gelir.
Ağır bir ritimde başladığı yazısı ikna edici izahlarla bütünlük kıvamına yaklaştıkça hızını ve özünü bulurken nesrin en keyifli akışlarında şiiriyet kazanan üslubu hikmet zirvelerinin doruklarına ulaşır ve kaleminden insanlığın müşterek ıstıraplarına dair harika özdeyişler sızmaya başlar.
İlmî sahadaki keyfiyetsizliğin de farkında olmakla beraber o sıkıntılarımızın, bocalamalarımızın, savruluşlarımızın daha ziyade fikrî üretkenlik eksikliğine bağlı olduğuna inanmış ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. “…Alim olmak zordur, önemlidir; ama sınırlıdır. Biz çeşitli ihtisas dallarıyla ilgili çok âlim yetiştirdik ama yeterince düşünür yetiştiremedik, bunun sıkıntılarını da çok yaşadık.”
“…İlimsiz düşünce uçar, düşüncesiz ilim donar” , ”…İlim düşünceye veri sunar, düşünce ilme yol gösterir.“, ”…İnanca dayanan düşünce bahsinde meydan boş kalmıştır. Müstesnaların çırpınışları ve mesajları müessiriyet meydanına ulaşamamıştır.” cümleleriyle hep bu hususu ifade etmek istemiş ve insanımızı bıkmadan yılmadan düşünceye teşvik etmiştir.
Tefekkürü böylesine yoğun teşvik etmiştir de bir ölçü vaz etmemiş midir ? Elbette etmiştir. İşte onlardan bir kaçı : “…İslam’a dayanarak düşüneceksen tefekkür edeceksen, İslam’ın aslına yeni şeyler katma gafletine düşmeyeceksin. Uzak düşmüşlüğün ihtiyaçlarını karşılayan inşalarla uğraşacaksın, icatlarla-bidatlerle değil. Aksi halde İslam’a dayanan değil, yamanan düşüncelere varırsın.”
“…Sıhhatli düşüncenin yegane yolu nefsaniyetten arınıp akıl ve kalp ile düşünmektir. Tasavvuftan nasibi olmayanın tefekkürden de nasibi yoktur.”
İstanbul Erkek Lisesi’nden Nurettin TOPÇU’nun talebesi olan Zeki Bey‘in; Peyami SAFA, Ahmet Hamdi TANPINAR, Cemil MERİÇ gibi zirve nesircilerden beslenerek elde ettiği edebî üslubu yeni nesil okurlara genelde ağır gelmektedir. O bu durumu bazen açıkça dile getirmiş, vaziyeti kimi zaman izah etmiş kimi zaman da keyfiyetli okumalar için bunun lüzumuna dikkat çekmiştir.
“…Ağır olan dil değil konunun kendisi. O konuyu başka türlü kuşatamazsınız. Uydurukçayla felsefe olmaz. Sosyoloji olmaz. Edebiyat olmaz. İlahiyat olmaz. Uydurukçaya yönelmek tefekkürden istifa etmektir. Pratik hayatın diliyle düşünce yazısı yazılmaz.”, “…Sizi bilmediğiniz kelimelerle karşılaştırmayan kitabın size kazandırabileceği hiçbir şey yoktur.” cümleleri hep bu lisan hassasiyetinin tezahürleridir.
Netice olarak diyebilirim ki Din-Dil-Tarih şuuru kazanmak, hakikat sevgisini hayat pusulası kılmak, Batının ictimai ve iktisadi tarihini de öğrenip tefekkürüne derinlik katmak isteyen her Müslüman genç Ahmet SELİM Bey‘i tanımalı ve eserlerinden istifade etmelidir.
Son olarak beni çok derinden etkilemiş ve şuur sahibi her Müslümanı da gayrete sevk edeceğine inandığım şu satırlarını da aktarmak isterim: “…Fert olarak ne kadar küçük olursak olalım kendimize bir “öncülük” ve “manevî kahramanlık” nasibi biçmeye, sonra da ona liyakat kesbetmek için bir günümüzü diğerinden farklı kılacak bir hayat tarzını benimsemeye mecburuz. Öyle “okumaya vaktim yok”, ”düşünmeye vaktim yok”, ”aramaya vaktim yok” deyip de asgari icapları yerine getiriyor olmamızı, konformizmin her kapısından geçebilme ruhsatı gibi kullanırsak varlığımızla yokluğumuz arasında bir fark kalmaz.”
Gözlerinin nurunu, uykularını, sıhhatini ve neredeyse tamamıyla ömrünü yok olmaya yüz tutmuş “İslami tefekkür ve tehassüs” müşterekliğinin Ümmet-i Muhammedin kalbinde yeniden uyanmasına vesile olmaya adayan bu kıymetli fikir ve gönül adamını rahmet ve minnetle yad ediyor, acizane kaleme alınmış bu yazıyı bir vesileyle okuyan tüm kardeşlerimden kendisine hayır dualar göndermelerini istirham ediyorum.
[1] Yani her ne kadar yazı hayatı Zaman Gazetesinde nihayete ermiş olsa da esasında kalbi alaka ve muhabbeti her daim -gazeteciliğe birlikte başladığı Hoca Efendilerin mürşidi olan- Süleyman Hilmi Tunahan (k.s)Hazretlerinin hizmet üslubunu benimseyenlere müteveccih olmuştur. Hatta “Din Dil Tarih Şuuru” isimli eserinin ilk sayfasında yer alan ithaf cümlesi bu iddiamıza kuvvetli bir delildir.İlgili ithaf aynen şu şekildedir: ”Biz bir yıkık değirmeni 40 yıl bekleriz” sözünde en güzel ifadesini bulan mefkure rikkatinin ve vefakarlığının bütün nasiplilerine naçiz bir armağan…” Biz bir yıkık değirmeni 40 yıl bekleriz” sözünün Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretlerine aidiyeti tüm sevenleri ve evlatlarınca maruf ve meşhur bir husustur.Ayrıca Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) Hazretleri hakkında kaleme almayı planladığı ve fakat ömrü vefa etmediği için gerçekleştiremediği bir kitap projesinin olduğunu, hatta bunun için kendisine bir takım vesaik de tevdi edildiğini hususi görüştüğü yakın arkadaşları şahsıma aktarmıştır.
Ayrıca Süleyman Efendi Hazretlerinin irtihal sene-i devriyelerinden birinde gazetedeki kendine ait köşesinde kaleme aldığı “Maneviyat Büyüklerini Anlamak” serlevhalı makale de hayalini kurduğu ve fakat gerçekleştiremediği bu projenin açık bir ifadesidir:
“Ziraî mahsulün (ortaya çıkmadan önce) satılmasıyla alâkalı olarak (yetiştirdiği) talebeleri (Süleyman Efendi Hazretleri’ne) bir soru sorar…
Bir kaynak ismi vererek, araştırılması tavsiyesinde bulunur.
Soruyu dinleyip bilahare cevabını verebilirdi… Zaten talebeleri, ‘sorup, ayaküstü bir cevap beklemek’ tavrında değil, ‘arz etme’ adabı içindedirler. Bir inkıta da olmazdı.
Öyle yapmıyor. ‘Araştırınız’ diyor. ‘Yetiştirilmiş’ insanlar, araştırırlar… Başka bir vesileyle, ‘Ben sizi rüşte eriştirdim, (mes’ûliyet şuuru içinde) kendi kararınızı kendiniz verin’ manasında iş‘ârı olmuştur. Doğru eğitim usulü de esasen budur.
Talebeleri meseleyi araştırırlar; fakat sadece bir kaynağa bakmakla iktifa ederler. Oradaki kavil, satışın câiz olmadığı şeklindedir. İtirazlar vukû bulunca, tekrar mürâcaat etmek ihtiyacını duyarlar.
Bu defa verdiği ders şudur: Bir yere bakmakla iktifa etmenin doğru olmayacağını, ‘maslahata uygunluk’ açısından râcih kavlin ne olduğunun araştırılması gerektiğini söyler. Öyle yaparlar ve ‘mesele’ halledilir.
Buradaki gaye, sorulan meseleyi halletmek değil, o vesîleyle usûl dersi vermektir.
İmam Şafiî’ye (rh.) ait olduğunu sandığım bir söz vardır. Âlim olmak demek, her meselenin cevabını ezberlemek değildir; bir meselenin doğru cevabını bulabilmek ve kavrayabilmek demektir. ‘Usûl dersi’ dediğim şey, işte bu hakikati öğretme dersidir.
Bana çok tesir eden bir başka naklî tesbitim şudur:
Talebelerinden biri, bir gayr-i müslim vatandaşa borçludur. Fakat adam vefat etmiştir.
‘Yakınlarını arayın bulun, onlara ödeyin’ der. Kimse bulunamaz… Gayr-i müslim vatandaşın hakkı, ödenmeden kalacak! Sonunda şu yolu gösterir: ‘Git, bağlı bulunduğu kiliseyi öğren. Parayı oraya ver.’ Yani: Üzerimizde gayr-i müslim vatandaşın hakkı kalmasın! Daha niceleri var… Bunlar hep, yakınında bulunan ve muayyen hususiyetlere sahip olanların naklettikleri…
Büyükleri anlamak da zordur, onlardan nakilde bulunmak da…
Üslûbunun seviyesini kavramamışsanız, hafızanızda kalanlar sizin idrakinizden geçebilenlerdir. Samîmi olmanız yetmez; samîmiyet ‘gerekli şart’tır, ama ‘yeter şart’ değildir.
Süleyman Efendi’nin (k.s.) işte bundan dolayı, yazılı olarak anlatılabilmiş olduğu kanaatinde değilim. Yukarıda bahsettiğim ‘naklî kifayet’ hasletlerine sahip talebelerinden faydalanarak bu boşluğun doldurulmasında bir hizmetim olmasını çok istedim. Hâlâ da istiyorum ve bu yöndeki çalışmalarımı sürdürüyorum. Tamamlamak nasip olur mu olmaz mı, bilemiyorum. Fakat ‘kıvam’ şartlarının tamamlandığına kani olmadıkça, ortaya bir şey çıkarmam. Aradığım mükemmeliyet değil, mes’ûliyet şuurunun zarurî kıldığı tatminkârlıktır. Eski Ufuk koleksiyonunu açın, üç-beş kişiyle de konuşun; 5-10 tane kitap yazarsınız. Bu çeşit derlemeler zaten var.
Meselenin emek bekleyen hizmet yönü, bence fikrîdir. Küllîdir, terkîbidir ve bunlara bağlı olarak fikrîdir.
Süleyman Efendi (k.s.) tasavvufta, İmam-ı Rabbânî’ye (k.s.) bağlıydı. Talebelerine, ‘Onun evlatlarısınız’ demiştir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni ve tecdîdini bilmeyen, Süleyman Efendi Hazretleri’ni anlayamaz da anlatamaz da…
Mahir İz Hoca, ‘… İmam-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî es-Serhendî’yi âsârı ve mektûbâtıyla dikkatle gözden geçirmek lâzımdır’ diyor. (3) Niçin lâzımdır? Bir önceki parağrafında belirtildiği gibi, doğru tasavvufu (Ehl-i Sünnet tasavvufunu) anlamak için lâzımdır.
Süleyman Efendi Hazretleri’nde, sıhhatli nakillere nazaran gördüğüm dört mümeyyiz ve hâkim vasıf var:
– İstikamet,
– İlim,
– Muhabbet
… ve tefekkür.
Münhasıran kerametinden ve (mücerret hâliyle) aksiyonundan söz etmek, bence onu anlamamaktır. Kerametler gelir geçer, kalıcı olan istikamettir. Aksiyon, şartlara tâbidir. Başlar, biter, dönüşür; devamlılık, aksiyona vücut veren ruhtadır. Muhtevadadır.
… Ve mâneviyat büyüklerini anlamak mevzuunda bu açıdan sıkıntılarımız vardır…”
pek kıymetli Burhanettin Çağırıcı Beyefendi,
bu yazıyı yazdığınız için size minnettarım diyemem,zira minnettarlığını bizzat üstad ifade etmeli, zat-ı âlinize…
…şoktayım üstadın irtihalini henüz öğrendim (27-01-2017 saat ; 23:11)…
…1 (bir) saat ağladım…
şahsi programınızı bilemiyorum,beni şu anda arayabilir misiniz…(Telefon numarası kaldırıldı)
…verdiğim rahatsızlıktan dolayı mazur görün…
şu anda arayamazsanız da bu el aciz-ül fakir-ül günahkâr a ulaşabilir misiniz,an karîb-uz zamanda…
selâm,hûrmet ve muhabbetlerimle üstâdın minnettarlığını iletiyorum…
İsmail bey, merhumun vefatını 2 ay sonra öğrenmiş olmanız çok doğal, zira şeytanlaştırılan bir topluluğa ait bir gazetede yazdığı için hiçbir yerde vefat haberi verilmedi, çünkü cesaretleri yoktu.
Bir sözüm de Burhanettin beye…
yazının haşlye kısmında “her ne kadar zamanda yazsa da ” diye başlamışsınız söze. yani ne kadar ayıp, bu cümleye böyle başlayarak birilerinin borozanlık ettiği orkestraya çanak tutmuş olduğunuzu kabul ediyorsunuz.
Çıkıp diyemiyorsunuz, “birileri bu insanlara çamur atmış olabilir, ama biz bu insanları tanıyoruz, bu cürmü işleyenler bunlar değildir”
Merhum Zeki ağabeyin iki eli yakanızda olacak ahirette. Burada tumturaklı laflarla koca bir yazı yazmışsınız ama son kısımda üzerine bevletmişsiniz. yazık.
Allah selamet versin. Yazınızda birçok yanlış var. kendi yazılarında da sizi reddebilecek bir çok bilgi mevcut. Eğer yazdığınız kişiden biraz ilham alsa idiniz hakikate münafi olan bu yazıyı yazmaz idiniz. Neyse Cenab ı Hakk kendisine rahmet ihsan etsin. kalanlara da akıl ve fikir.