Sahabe’ye karşı “duruş” itibariyle Ticanî es-Semavî’nin marazları

“En Doğru’nun En Yanlış Takdimi”

Sahabe’ye karşı “duruş” itibariyle Muhammed Ticanî es-Semavî’nin marazları

Bismillah. Elhamdulillah. Vesselatu Vesselamu Aleyke Ya ResulAllah

“Gerçekten o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, üzerlerine sekineti indirmiş ve kendilerini bir yakın fetih ile ödüllendirmiştir.” (Feth, 18)

“… o gün ki Allah Peygamber(in)i ve onun maiyetinde iman edenleri utandırmayacak. Onların nurları önlerinden ve sağlarından sür’atle iner/parıldar…” (Tahrim, 8)

Mukaddime

Tarih boyunca Şia ile Ehl-i Sünnet, hatta, daha umumî bir tâbir ile; bütün bid’ât fırkalar ile Ehl-i Sünnet arasında münakaşa edilegelen bir mevzudur Sahabe (Radıyallahu Anhum) mevzuu. Ne var ki onları cerh etmek, salabet-i diniyyeleri muktezası olarak uygulayageldikleri bir takım icraatlarını tenkit etmek her dönem, gerek insafsızca ve gerekse de adilâne olmayan bir takım usûl ile, ama “sürekli” devam etmiştir. Onları “bu dini bize nakleden, Allah Resulü’nün 23 yıl boyunca vahiyle ‘terbiye’ ve hatta ‘tebrie’ ettiği” mübeccel ve muazzez bir iman ve ihlas abideleri olarak gören bütün Ehl-i Sünnet ulema ise, bu cerh ve tadillere bihakkın cevap vermiştir. Onlar, Allah Teâla’nın korumayı vadettiği Kur’ân’ın gerek metin ve gerekse de muhteva itibariyle hafızalarda “korunmasına” vesile olan yüce şahsiyetler… Sevgimiz, saygımız Allah (Azze ve Celle) ve Resulünün (Aleyhisselam) onları hayırlı, adil ümmet olarak tavsif etmelerinden, bu dini bize hiçbir tahrif ve tağyire maruz bırakmadan nakletmelerinden, İslâm için ömür boyu “cihad” etmelerindendir.

Tarih boyunca, farklı mezheplerden, bir başka mezhebe intisap eden yüzlerce insan olmuştur. Bu, bazen siyasî, bazen dünyevî (bir çıkar uğruna), bazense gerçekten terk ettikleri mezhebi “batıl”, intisap ettikleri mezhebi ise “hak” olarak gördükleri için olmuştur. Hemen ifade edelim ki, “Ehl-i Sünnet” bir mezhebin ya da meşrebin adı değil, herhangi bir mezhebin “karşılığı” değil; İslâm’ın yekûn ifadesidir. İşte bu yüzdendir ki, Ehl-i Sünnet’in karşısında yer alan bütün mezhepler, bu ana gövdeden bir ayrılma, savrulmayı yaşamıştır. Onlar, o “büyük karaltı”dan ayrılanlardır.

Şia, Hazreti Osman’ın mazlumen şehid edilmesinden sonra başlayan ve sonra gitgide artarak devam eden kaos ortamında, “siyasî” bir mezhep olarak ortaya çıkmış, hicrî IV. yüzyılda artık kendisine ait fıkhî ve akidevî anlayışları geliştirmiş olarak İslâm dünyasının farklı bölgelerinde temayüz etmiştir.

Ehl-i Sünnet ile belli başlı ihtilaf noktalarını; “imamet”, “nübüvvet”, “kader”, “beda”, “takiyye” gibi hususların oluşturduğu Şia[1], tarih içerisinde kendisine Ehl-i Sünnet kadar taraftar bulamamış, ve fakat etkin bir şekilde “yas kültürü” yahud “sloganların ardında mezhebî propaganda yapmak” olarak isimlendirilebilecek olan faaliyetleri ile gerek taraftarları arasında usul-i dinden kabul ettikleri mes’eleleri her daim “canlı” tutmak ve gerekse de muhataplarına bu zaviyeden itiraz etmekte başarılı olmuştur, diyebiliriz. Bu faaliyetler kimi zaman devlet teşvik ve desteğiyle, kimi zamansa ferdî olarak yapılmış, hâlâ da yapılmaktadır.

Bu propaganda sahiplerinden biri de, son yıllarda adı kimi çevrelerde sıklıkla duyulan Muhammed Ticanî es-Semavî’dir. Terceme-i hâli bizim tenkidini yapacağımız “Doğruya Doğru” nam kitabında şöyle veriliyor;

1943 yılında Tunus’un Kafsa şehrinde, Malikî Mezhebi’ne Ticaniye Tarikati’ne bağlı ünlü bir ailede doğdu. Henüz on yaşındayken Kur’an-ı Kerim’in yarısını ezberledi. Lise eğitiminden sonra Fen Fakültesi’nden mezun oldu.

Çocukluğundan beri dinî öğretilere özel ilgi duyan Tîcanî, genç yaşta kentin imamı oldu ve görev yaptığı camide tefsir ve fıkıh dersleri verdi.

İlim ve tecrübesini arttırmak amacıyla Mısır, Irak, Lübnan ve Ürdün gibi ülkelere yolculuk yaptı. Ayrıca, birkaç kez hac ve umre ibadetlerini yerine getirmek için Arabistan’a gitti. Bu yolculuklar sırasında Ayetullah’il-Uzma Seyyid Ebu’l-Kasım Hoî ve Ayetullah Şehid Muhammed Bâkır es-Sadr gibi Ehlibeyt Mektebi’nin büyük şahsiyetleriyle görüştü ve Ehlibeyt Mektebi hakkında araştırma yapmaya başladı. Araştırmaları sonucu Ehlibeyt Mektebi’ni seçti ve bunu açıkça ilân etti. Daha sonra Tunus hükümetinin baskı ve eziyetlerine maruz kaldı. Bu yüzden ailesiyle birlikte Paris’e yerleşti ve Paris-Sorbon Üniversitesi’nden felsefe dalında doktora aldı. Hâlihazırda, adı geçen üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.”[2]

Bir ilim talebesi olarak, Allah’ın izniyle, Ticanî’nin mezbur kitabına yapacağımız tenkitlerimizi bulacaksınız bu çalışmada. Evvela Ticanî’nin duruşu, ilmî kriterlere riayeti gibi meselelere değinecek, yine bu vetirede nakledilen rivayetlerle ilgili tenkitlerimizi ifade edecek, nihayet Ticanî özelinde Şia’ya yapılmış olan reddiye/tenkitleri belli bir sıraya uyarak nakletmekle iktifa edeceğiz. Hemen ifade etmiş olalım ki, baştan bir yanlış kabul edip bütün mesaimizi bu yanlışı tenkit ve tekzip etmek için harcamayacak, gayretlerimizi bu noktada teksif etmeyeceğiz inşaallah.

Ticanî’nin “duruşuna” dair

Yazar, daha kitabın “takdiminde” eserinin bir “buluş” sayılabileceğini ve bunun “dinî anlayışlar” ve “mezhebi ekoller” ile ilgili bir “buluş” olduğunu, ve nasıl olup da çoğu kimselerin –ki ileriki sayfalarda bunu açıkça görmek mümkün- bu “buluşa” vasıl olamadıklarını müşteki bir edayla ifade etmekle beraber, bu “buluşu” aklıselimle, kendisine ulaşan sözleri “adalet” terazisinde tartmakla ve sözlerin “yaldızlısını” değil; “mantıklısını” kabul etmekle gerçekleştirdiğini ifade etmekte…

Göreceğiz.

Kitabının ileriki sayfalarında “Şia”yı “Ehl-i Beyt” olarak tesmiye eden yazar, giriş kısmındaki “… Onlar ki Peygamber’e yardım ettiler, ona değer verdiler, hürmetini gözettiler ve canlarını din yolunda feda ettiler; hakkı tanıyıp ona kesin bir iman ile bağlandılar ve Resulullah’tan sonra dinde hiçbir tebdil, tahrif yapmadan, azimle Peygamber’in yolunu izlediler ve böylece Allah’a şükredenlerin safında yer aldılar. Allah, onları İslâm ve Müslümanlar hatırına hayırla mükâfatlandırsın.” (s.12) ifadeleriyle her ne kadar “Ehl-i Beyt” diye tesmiye etse de aslında “Şia” olan o “mektebin” müdavimlerinin hemen hepsinde görülen “takiyyeye” mi başvuruyor, evvela sahabeye karşı “duruşunun” müspet olduğu intibaını tevlid etmek için zihinlere, yoksa söylediklerini kalbi tasvip ediyor mu? Nitekim, ileride görülecektir.

Yazarın “dünyasını” tanımak adına hemen ifade edelim ki; “Böylece çocukluk ve gençlik dönemim  taklitçilikten ve inkişaf yolundaki abes uğraşılardan uzak olmamasına rağmen, sükunet içinde bulunmama ve büyük günahlara bulaşmamama (tercüme metinde “bulaşmama” ifadesi geçmekle beraber, bu, siyak-sibak ilişkisi göz önüne alındığı takdirde bir çeviri hatası olarak gözüküyor. Allah’u Alem) sebeb olan ve böylece beni kardeşlerimin arasında seçkin kılan ilâhî bir lütfun devamlı benimle birlikte olduğunu hissediyorum.” (s.14) demekte, böylece “taklid” mes’elesine karşı menfî bir tavrı olduğunu göstermektedir. Her ne kadar Ticanî’nin –kitabında da anlattığı gibi- ileriki dönemlerde “Şii” olmasını göz önünde bulundurarak önceki hükmünü mütalaa etmek gerekirse de, bu, yazarın “dünyası” adına, boşlukta olduğunu gösteren karinelerden birisi.

Muhammed Ticanî’nin, çocukluk yıllarından başlayarak terceme-i halini anlattığı bu eserde, “… Bu yolculuk neticesinde Vahhabî mezhebinin akidelerine temayül etmiştim, hatta diğer Müslümanların da bu akidede olmalarını arzu ediyordum. Kendi kendime düşünüyordum ki Allah onları diğer kullarının içinden kendi evini korumak için seçmiştir ve onlar yeryüzünde olan insanların en temizi ve en bilgin(i)dir. Bu yüzden de Allah’ın misafirlerine yeterince hizmet edebilmeleri için Allah onlara petrol nimetini de vermiştir” satırları, doğrusu yazarın “akidevî” olarak –yukarıda değindiğimiz gibi- “boşlukta” olduğunu, hatta, ileride görüleceği gibi, itiraz edeceği “Ehl-i Sünnet” akidesini de “kâmil” manada bilmediğini göstermesi açısından haiz-i ehemmiyettir. Hiç olmazsa akidenin kelime manası olan “bağlılık/bağlanmak” mefhumundan mahrum olduğunu göstermesi açısından da, câlib-i dikkattir. Tabi mezkûr yolculuğu yaptığı esnada henüz genç olduğu anlaşılan yazar bu noktada mazur görülebilir; ve fakat “sözün yaldızlısına” kanmış olarak…

Biraz ilerde Hacc dönüşünde insanların kendisini ziyaret edip tazimde bulunmalarını, kendisinin de ziyaretçilere Suud’daki (Vahhâbi) Müslümanların dini yayma hususundaki azimlerini anlattığını söyleyen Ticanî, daha sonraları gitgide meşhur olduğunu, İhvanu’l-Müslimîn gibi dinî çevrelerde de tanınmaya başlandığını da söyledikten sonra; “Ben mescitlere gidip halkı mezarın etrafındaki sandıkları öpmekten, tahtalara el sürmekten menetmeyi ve bunun bir şirk olduğunu halka açıklamayı kendime vazife bildim. Benim çalışmam bu şekilde ilerledi.” (s.21) diyor ve –anlaşılan o ki- Vahhâbi damardan etkilenmiş bir vaziyete büründüğünü söylüyor.

Şurasını hemen ifade edelim ki, her ne kadar türas-ı İslâm’a ehemmiyet atfeden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olsa da, yazar, “boşlukta” olduğunu ihsâs eden ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi, “Ehl-i Sünnet” mektebini “yanlış” zarfda takdim ediyor; “Şia” ile “Ehl-i Beyt”i birbirine “karıştırıyor” ve söylediği doğruların “Ehl-i Sünnet”e, yanlışların ise kendi zihin dünyasında tasvir ve tahayyül ettiği o musavver “Ehl-i Sünnet”e ait olduğunu kestiremiyor…

Bu hükmümüzü teyid etmesi bakımından bir misâl olarak şu hadise kafi olacaktır:

“… Sonra başımdan geçen üzücü bir olayı da ona anlattım: Ben Kahire’de Ebu Hanife Camii’ne gittim, orada onlarla birlikte ikindi namazımı cemaatle kıldım. Namazı bitirdikten sonra yanımda oturan birisi sinirli bir şekilde bana dönüp:

-Neden namazda ellerini bağlamadın? dedi.

Ben nezaketle cevap verdim:

-Malikîler namazda ellerini bağlamıyorlar. Ben de Malikî mezhebindenim.

Ama adam:

-Öyleyse kalk Malikîlerin camisine git orada namazını kıl, dedi.

Ben çok üzgün olarak oradan ayrıldım. Bu şahsın bana böyle davranması gerçekten beni çok şaşırttı.

Bunu anlattığımda Iraklı Profesör gülümseyerek:

-Ben de Ehlibeyt Ekolü’ne mensubum, dedi.

Bunu duyunca dehşete kapıldım ve çekinmeden:

-Eğer Ehlibeyt taraftarı Şiî olduğunu bilseydim, seninle konuşmazdım, dedim.

-Niçin efendim? dedi.

Dedim ki:

-Çünkü siz Müslüman değilsiniz. Ali İbn Ebu Talib’e ibadet ediyorsunuz, sizin Allah’a inanan iyi ve ılımlı olanlarınız bile Hz. Muhammed’in (Aleyhisselam) peygamberliğini ve risaletini kabul etmeyip Cebrail’e layık olmayan sözler isnat ediyorlar ve diyorlar ki: “Cebrail Allah’ın emanetine hıyanet etti; risaleti Hz. Ali’ye getireceğine, Hz. Muhammed’e getirdi.” (s.36-37)

İmdi, alıntıladığımız bu pasaj bize “çok şeyler” söylüyor:

Evvela, yazarımız Ehl-i Sünnet’in “görüşü” olduğunu vehmettiği yanlışları, Ehl-i Sünnet’in doğrularını sonradan öğrenince “zihnen” boşluğa düşerek anlatıyor. Bir kere, hiçbir Ehl-i Sünnet Müslüman, Şia’nın “Müslüman olmadığını” söylemez; açık, delaleti kat’î bir “nass”a itiraz edip, karşı çıkmadığı –inkar etmediği- müddetçe. Hatta, “Filanca küfre girdi.” denildiğinde dahi, merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ifade ettiği gibi; “Biz bir kimsenin küfre girdiğini söylediğimiz zaman, onun, kişiyi dinden çıkaran bir söz söylediğini anlatmak isteriz. Onu söyleyenin “kafir” olduğuna “kesin” bir şekilde hükmetmeyiz. Çünkü söz konusu kişinin tevbe etmesi ve amel defterinin hayırla mühürlenmesi ihtimali bahis konusudur.” [3] der, ve böyle inanır “Ehl-i Sünnet” Müslümanlar.

Öte taraftan, mezhepler tarihi ve bahusus mezheplerin inanç/akide noktasındaki “duruşlarını” , “tutumlarını” da bilmediği görülen yazar, mesela Şia’nın içerisinde teşekkül etmiş kollardan sadece biri olan “Gurabiyye/Ğurabiyye” kolunun inancı olan ve kısaca; Hz. Muhammed (Aleyhisselam) ile Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’ın birbirlerine ‘bir karganın diğerine benzediği kadar çok’ benzemesinden sebep(!) Cebrail (Aleyhisselam)’ın vahyi Ali yerine Muhammed Aleyhisselam’a götürdüğü…” inancı üzerine  ibtina eden bir inanç olarak ifade edebileceğimiz bu “i’tikâdı”, Ehl-i Sünnet Müslümanların sanki bütün Şia’ya teşmil ettiği intıbaını tevlid eden bir “yanılsama” ile “… sizin Allah’a inanan iyi ve ılımlı olanlarınız bile…” demek suretiyle, sonradan Ehl-i Sünnet’in “yanlışı” imiş gibi takdim edeceği “malumat eksiklikleri/yanlışlıklarına” bir yenisini daha ekliyor. Sonra, muhatabını böyle itham ettikten sonra bu ithamların “kaynağını” soran Profesör’e “Halkın içerisinde bulunan kanaatlerden ve tarih kitaplarından” (s.37) diye karşılık veren Ticanî, okuyucuyu “fikren ve zihnen bir yere götürmeye” başlamanın startını veriyor…

Zira, ne muhatabı ve ne de kendisi “esas” itibariyle “Şia” ve “Ehl-i Beyt” arasında bir tefrîk ve temyîz yapmıyor, hepsini aynı kefeye koyup mütalaa etmekliğinden sebep olsa gerek, her yanlışını “Ehl-i Sünnet”e mâl etme garabetine düçar oluyor! Hatırlayalım; “Eğer senin Ehlibeyt taraftarı Şiî olduğunu bilseydim..” derken, acaba, Ehl-i Beyt ile Şia’nın “farklı” şeyler olduğunu biliyor muydu yazarımız, sanmam… Zira bu dönemlerde, kendisi Şia’ya karşı idi ve kitapta ifade edildiğine nazaran, Ehl-i sünnet idi. Dolayısıyla zımnen de olsa bu zeminden hareketle okuyucuyu, “Aslında Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e karşı olduğuna kani olduğunu” düşünmeye sevk ediyor, Muhammed Ticanî es-Semavî.

Biraz ilerleyince, başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatıyor Ticanî;

 “Arkadaşım içeri girdi ve ben de onun peşi sıra girdim; ama hep zihnimde Ehlibeyt taraftarlarının kâfir olduklarına dair bazı kitaplarda okumuş olduğum yazılar canlanıyordu.” (s. 51) (…) Hangi kitaplar?! Ehl-i Sünnet kaynaklarını ve Ehl-i Sünnet’i zan ve bühtan altında bırakan bu ifadeler ne ile kâbil-i izâhtır? Hiç olmazsa ilim namusu adına, Ehl-i Sünnet’in itibar ettiği “kurucu metinlerden” bir kaynağın ismini zikretmek lazım gelmez miydi bu “iddia/iftira”ya mesnet olması için?

Burada bir şeye daha dikkat çekelim: müdekkîk bir sûrette kitabı okuyan kimse, kitapta; Ehl-i Sünnet toplumlarda, bölgelerde, Şia’ya karşı hususen avam/halk arasında şuyu’ bulan bir takım asılsız, mesnetsiz, ilmî altyapısı olmayan mes’eleleri, istifhamları, iddiaları “umuma” teşmil eden ve mesela Şia’nın “kendisinden” olmayanlara karşı “genel” tavrından hiç bahsetmeyen (yoksa yazar bilmiyor mu, bilmiyorum…) ve sanki, Şia’nın –ki Ehl-i Beyt Ekolü diye tavsif edilse de bu ikisi çok farklı şeyler; nitekim ileride gelecek!- “vahdet”, “birlik” gibi kavramları kendi akidevî mesâiline haklı esbab-ı mucibelerle yöneltilen tenkitlere karşı paratoner gibi kullanmış/kullanıyor olmasından hiç bahsetmeyen bir üslûb görecektir.

Buraya kadar yazdıklarımızdan, yazarın, Ehl-i Sünnet’i de tüm “veçheleriyle” bilmediği, “bildiği” şeylerin de “Ehl-i Sünnet”in değil; kendi “yanlışları” olduğu açığa çıkmış oldu. Bu kadarla kalsa ya, devam edelim… Kitabın 52.nci sahifesinde Rasulullah (aleyhisselam)’ın torunu İmam Musa Kazım’ı “tanımıyor” oluşunu da –ki kendi zafiyetidir!- “Ehl-i Sünnet”e mâl ediyor, böyle takdim ediyor mes’eleyi; bunun ise “adalet terazisi” ile açıklanabilir bir tarafı olmadığı izahtan varestedir.

Özrü de hatasından büyük olan yazarımız; “İslam tarihi hakkında doğru bir bilgiye sahip değildim.” (s.52) dedikten sonra; “Hocalarımız bizi incelemekten men eder ve ‘Bu karanlık tarihin karanlık sayfalarını okumanın bir yararı yoktur’ derlerdi.” (s.52) diyor. Tarihî vakıaya da, umuma teşmil edilmesi kadar ters olan bu hükmü bir an için kabul etsek ve sorsak; İslâm tarihine dâir yazılmış ciltler dolusu şu kadar muhalled eserin müellifleri bunu ne için yapmışlardır?! Hadiseyi muğalata yapmadan, ve dahi bütün “Ehl-i Sünnet hocalara” da bu tutumu teşmil etmeden anlatmak varken, kitabın “takdim” yazısında uyduğunu/uyacağını söylediği “adalet terazisi”ni nereye bırakmıştır Ticanî?!

Seyyidliği “tevatür” derecesine ulaşmış olan Abdulkadir Geylanî’nin (K.S) “Seyyid” olmadığını söyleyen bir Profesör’e karşı (s.56) olan teslimiyeti de öyle zannediyorum ki ilmî kriterler açısından tenkit edilmesi gereken bir başka mes’ele!

Devam edelim…

Sonra Rasulullah’ın (aleyhisselam) “masumluğu” mes’elesine gelince, yine “bilmediğini” zanneden yazar, bu mes’eleye dâir Ehl-i Sünnet’in “temel” görüşünü, istinbat ettiği ayet-i kerimeleri de bilmiyor, Ehl-i Beyt Ekolü diye tesmiye ettiği Şia’yı haklı çıkarmak derdiyle hadiseyi bağlamından/zemininden koparıyor. Halbuki Resul-ü Zişân Efendimiz’i  i’kâz eden ayet-i kerimeler gayet açıktır.[4] Mesela yazar, Rasulullah’ın “masumluğu” mes’elesini orada bırakıp Şia’nın 12 İmam’a izafe ettiği “masumluğu” konuşsa idi, yine evvelce bahsetmiş olduğu “adalet terazisi”nde kendisine ulaşan sözleri tarttığına kani’ olurduk.

Kitabın 65.nci sayfasında; “Mesela Abdulkadir Geylanî’nin mukaddesliği hakkında, sonunda Musa Kâzım’ın ondan daha üstün olduğunu kabul ettim; ama ben fazla yenilmek istemiyordum.” diyen yazarımızın, hangi Ehl-i Sünnet âlimin bu gibi bir mukayeseye gittiğini, bunun da ötesinde, bunun “gerekliliğini” müdafaa ettiğini söyleyecek bir “cesareti” veya ilmî muktesebatı var mıdır? Söyleyelim; yok! Çünkü vakıa olarak bunun “edebe mugayir” olduğu bedihiyyattandır.

Değişim, kavramlarla başlar; evvela kavramın “içi” boşaltılır yahud “farklı” bir manaya evrilir: sonra buna bir takım “kutsiyetler” izâfe etmek işten bile değildir. Yazarımız –niyeti Allah’a mâlumdur- Ehl-i Beyt ile Şia’yı birbirine karıştırıyor (diye şimdilik hüsn-ü zan edelim), bu ümmetin yıllar yılı Şia’ya yönelttiği tenkitleri muhayyel bir Ehl-i Beyt ekolü –ki bunun Ehl-i Sünnet’ten farklı olduğu da özellikle deklare ediliyor- ihdâs edip, Şia’nın yanlışlarını Ehl-i Beyt ekolünün doğruları gibi takdim ediyor. Bu, en hafif tabiriyle ahlak zafiyetidir. Nitekim bunu kitabın tamamında görmek de mümkündür.

Bakınız, el-Ezher’de ulema tarafından “hürmet” ve “ihtiramla” karşılandığını söyleyen yazarımız, başından geçen bir hadiseyi nasıl anlatıyor. Bir takım medrese talebeleriyle başından geçen olayı aktarıyorum[5]:

“Arkadaşım, seyyidin yanına gidip gelinceye dek benim orada onların yanında oturmamı istedi. Onlar bana hoş geldin dedikten sonra bir halka oluşturarak beni aralarına aldılar ve bana çok hürmet ettiler. Günahsız ve temiz kalpli oldukları, yüzlerinden anlaşılıyordu.

Bu arada Rasulullah (Aleyhisselam)’ın şu hadisi aklıma geldi:

“Her çocuk İslâm fıtratı üzerine dünyaya gelir, sonra baba ve annesi, çocuğu Yahudi, Hristiyan yahud Mecusî yapar!”

Ben de kendi kendime dedim ki: “Yahut da Şiî yapar!” [6]

Çocuklar benden nereli olduğumu sordular. Tunuslu olduğumu söyledim.

Tunus’ta da dinî ilimler okutan merkezler var mı diye sordular. “Bizim okullarımız ve üniversitelerimiz var.” dedim.

Derken her taraftan beni soru yağmuruna tuttular. Sorularının hepsi de esaslı ve cevapları ağır olan[7] sorulardı. Ben bu günahsız çocuklara ne cevap vereceğimi bilemiyordum.

Belki de bunlar saf bir anlayışla İslâm dünyasının her tarafında medreselerin bulunduğunu ve bu medreselerde fıkıh, usul ve tefsir derslerinin verildiğini zannediyorlardı ve ne yazık ki sözde ilerici ülkeler başta olmak üzere İslâm dünyasının genelinde, Kur’ân kurslarının bile yerini Hıristiyan eğitmenlerin yönettiği çocuk yurtlarının aldığından haberleri yoktu. Bunlara: “Sizin gibi düşünenlere artık gerici deniyor!” demek bile aklımdan geçti.

Onlardan birisi, Tunus’ta hangi mezhebin yaygın olduğunu sordu; ben Malikî mezhebinin yaygın olduğunu söyledim. Onlar birbirlerine bakıp güldüler, ama ben önemsemedim. Sonra biri:

-Peki siz Caferî mezhebini tanıyor musunuz? diye sordu.

Hayrola! Bu yeni isim nereden çıktı? Biz dört mezhepten başka bir mezhep tanımıyoruz ve onların haricindeki mezhepleri İslâm dininden saymıyoruz.”[8] diyerek sert bir şekilde cevap verdim.

Gülümseyerek dedi ki:

-Efendim özür dilerim; ama İslâm’ın hakiki mezhebi Caferî mezhebidir.

Sözlerine devamla şöyle dedi:

-Acaba siz Ebu Hanife’nin İmam Cafer’in talebesi olduğunu biliyor musunuz? Hatta Ebu Hanife şöyle demiştir: “Eğer o iki yıl (yani İmam Cafer Sadık’ın yanında ders okuduğum iki yıl) olmasaydı, Nu’man helâk olurdu.”

Susup hiçbir cevap vermedim, şimdiye kadar hiç duymadığım yeni bir mezhep imamının ismini duyuyordum. (Ticanî’nin bu ifadeleri, “okuyucuyu” zihnî olarak bir “yere” intikal ettirmeye matuf olduğunu ihsas ettiriyor.) Ama yine Allah’a şükrediyorum ki bunların İmam Sadık’ları İmam Malik’in hocası değilmiş. Bu yüzden onlara:

-Biz Malikî’yiz, Hanefî değiliz, dedim.” (s. 71 vd.)

Burada ilim emanet, namus ve şerefi adına iktibası yarıda bırakmak zorunda kaldım; zira türas-ı İslâm’dan biraz behre kesb etmiş birinin değil başından böyle bir diyaloğun geçmesi, “…şimdiye kadar hiç duymadığım yeni bir mezhep imamının ismini duyuyordum.” gibi bir cümle kurması bile zülldür! Burada yazarın yaptığı “sinsi” bir propaganda ile karşı karşıyayız: evvela kendi cehaletini Ehl-i Sünnet’e “yamamak” ve ardından “yeni keşfettiği” (ni söylediği) ekolün “doğruluğuna” doğru bir seyre çıkarmak, okuyucuyu! Evet evet, aynen öyle! Yoksa, hangi Ehl-i Sünnet mensubu; “Hayrola! Bu yeni isim nereden çıktı? Biz dört mezhepten başka bir mezhep tanımıyoruz ve “onların haricindeki mezhepleri” İslâm dininden saymıyoruz.” diyerek sert bir şekilde cevap verdim.” (s. 73) der muhatabına? Bu nasıl bir savruluş, nasıl bir aymazlıktır?! Ticanî’nin, verdiği bu hükmü muhalled bir Ehl-i Sünnet esere doğrulatması, samimiliğini gösterecekti, fakat o bundan istinkaf etmiş, kitabı dikkatle okuyan bir okuyucunun anlayacağı gibi sinsi bir propaganda ile yola çıkmış bulunuyor, başından geçenleri anlatırken…

Devam edelim…

“Ama çocuklardan birisi şöyle dedi:

-Dört mezhebin  hepsi ilimlerini birbirinden almışlar: Ahmed İbn Hanbel Şafiî’den, Şafiî ise Mâlikî’den, Mâlikî ise Hanefî’den ilmini almıştır ve Hanefî ise İmam Cafer Sadık’ın talebesi olur. Rasulullah’ın camiinde ilk ilim merkezi kuran İmam Cafer Sadık’tır. Bu merkezde dört binden fazla fakih ve hadisçi onun huzurunda ilim tahsil etmiştir.”(s. 73)

Burada malumat hatası var. Evet, Fıkhî mezheplerden “hükümleri” tasnif ve tedvin edilip bizlere kadar ulaşan ve “dört hak mezhep” diye tavsif ettiğimiz Hanefî, Malikî, Hanbelî ve Şafiî mezhepleri birbirlerinden etkilenmişlerdir; çünkü aralarında hoca-talebe münasebeti olmuştur. Fakat, meselâ Ebu Hanife’nin hayatını anlatan eserlere baktığımızda yukarıda Ebu Hanife’ye isnâd edilen sözü göremiyoruz.[9] Yazar, ya çocuklara “kaynak” sormalı; ya da kendisi bunu “kaynaklandırmalı” değil mi idi?

“Bu zeki çocuk, bizim Kur’ân ezberlediğimiz gibi bu sözleri ezberlemişti. En fazla beni şaşırtan, onun tarihî kaynaklara, sayfalarına kadar vakıf olmasıydı.”(s. 73-74)

Eğer öyleyse –tekrar edelim- çocuğun Ebu Hanife’ye isnad ettiği sözü te’yid etmesi kabilinden “kaynak” sorması gerekmez miydi Ticanî’nin?

“Bana kimi taklid ediyorsun diye sordular.

İmam Malik’i, dedim.

-Sen nasıl ölü bir müçtehidi taklid ediyorsun, seninle İmam Mâlik arasında on üç asır kadar bir zaman geçmiş, eğer yeni ortaya çıkan bir meseleyi İmam Malik’ten soracak olursan sana cevap verir mi? dediler.

Biraz düşündükten sonra dedim ki:

-O hâlde sizin İmam Cafer’iniz de on üç yüz yıldır ölmüş, siz onu nasıl taklit ediyorsunuz?

Çocuklar hep birlikte:

Biz Seyyid Hoî’yi taklit ediyoruz ve o hayattadır, dediler.” (s. 74)

Mezhepler hakkında, hiç olmazsa “en basit ifâde ile” Malikî mezhebi hakkında biraz malumatı olsa idi; “yeni ortaya çıkmış bir mes’ele var ise, bu, mezhebin genel hükümleri, yani “usûlü” muvacehesinde hallolunur, ki bunun sayısız misalleri vardır.” derdi, diyebilirdi Ticanî. Burada bir şeyi daha ifade edelim; Ticanî, eğer yukarıda işaret edilenleri “bilmiyorsa” baştan onu bu şekliyle “cahil” olarak kabul etmek, ve fakat “biliyor da ketmediyorsa” okuyucuya “bir şeyleri” zerkettiğine hükmetmek durumundayız. Yoksa, zaten “Bu çocukların akıllarının el-Ezher Üniversitesi’nde karşılaştığım bazı alimlerden bile üstün olduğunu düşünmeye başlamıştım.” (s.75) demesini başka şekilde izah etmek mümkün gözükmüyor, ikinci hükme istinaden…

Ehl-i insaf nazarında, buraya kadar iktibâs ettiğimiz “hezeyanlar” yenilir yutulur değildir. Zirâ, herşeyi ama herşeyi ile billur, açık-seçik Ehl-i Sünnet burada, ve “kendinden” olmayana karşı yaptığı muameleleri tarihin sayfalarına “kara bir leke” olarak geçmiş olan Şia (her ne kadar ‘Ehl-i Beyt’ denilerek meşruiyet zeminine oturtulmaya çalışılsa da!) karşıda. Nasıl olur da, yeni bir “buluş”ta bulunduğunu söyleyen Ticanî’nin, züccaciye dükkanına girmiş filden farksız şu hezeyanlarına müsamaha gösterilebilir!?

Devam edelim…

“Ayrıca bunların birçok kitabını da inceledim yüz yıllar öncesinde yazılan kitaplarından son zamanlarda yazılıp basılan kitaplarına kadar tüm kitapları, Allah’ın vahdaniyetine ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in son peygamber olduğuna dair inancı hiç bir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklamaktaydı. Ve ben Irak’ta ve diğer ülkelerde meşhur bir merci olan Seyyid Muhammed Bakır es-Sadr‘ın evindeyim. Ne zaman Hz. Muhammed (S.A. V)’in ismi geçse herkes hep bir ağızdan, Allahumme Salli Ala Muhammedin ve Ali Muhammed diyordu.”  (s.84) Bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekti mi? Yazar, Şia’nın “temel akidevî” duruşuna bir set çekmeye çalışıyor; yoksa, suî zanda mı bulunuyoruz? Pek değil. Nitekim, ileride gelecek!

Bizim asıl yapmak istediğimiz her ne kadar yazarın Ehl-i Sünnet kaynaklardan yaptığı iktibaslar üzerinde durmak olsa da, yazarın, kendi “cehlini” Ehl-i Sünnet’e “yamamaya” çalışması bizi, bunlara cevap vermeye sevk etmiştir. Nitekim, şu ifadeler Ticanî’ye aittir; “Ama Irak’a geldiğim günden beri bu ikisinin isimlerini (Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir [Radıyallahu Anhum] kastediliyor) asla duymayıp bana tamamen yabancı gelen yeni isimlerle  karşılaştım. Mesela 12 İmam’ın isimleriyle.” (s.97) İmdi, Ticanî’nin yaptığı demagoji değil de nedir? Sanki Ehl-i Sünnet Müslümanların “ekserisi” de kendisi gibiymiş gibi sürekli; “Ben bu olay hakkında hiçbir şey duymamıştım. Sadece yaşlılarımız şu kadarını söylüyorlardı: ‘İslâm düşmanları ve münafıklar Hz. Ömer, Osman ve Ali’yi öldürdükleri gibi Hz. Hüseyin’i de öldürmüşler.’ Ben, bundan fazla bir şey bilmiyordum.” (s.101) türünden sözler söylemek ne ile kâbil-i izahtır? Siz tefsir, fıkıh dersi verebilecek, el-Ezher’de ulema tarafından takdir edileceksiniz ve Hz. Ömer, Osman, Ali ve Hüseyin (Radıyallahu Anhum)’un nasıl ve ne şekilde şehit edildiğini bilmeyeceksiniz! Bu, inandırıcılığı sadece safdillere münhasır bir garabettir! Üstelik, bir mesele hakkında “yaşlıların”, “filancaların” ne dediği hüccet olabilir mi? Ticanî’nin bunlara itibar etmesi bizi ilgilendirmez, bu görüşleri Ehl-i Sünnet’in temel görüşü gibi nakletmesine ise sessiz kalamayız.

Ticanî’nin, Ehli Beyt Ekolü diye tesmiye ettiği Şia’yı savunmak ve Ehl-i Sünnet “hocaları” tezyif etmek adına; “… onlar bizim hocalarımız gibi, konuşmadan,  fetva vermeden önce hükümetin görüşünü öğrenip daha sonra fetva veren âlimlerden değiller. Bizdeki âlimler devletten maaş aldıkları için devlete bağlıdırlar ve devlet istediğini iş başına getirir ve istediğini işten alır.”(s. 101-102) demesinin arka planında ne vardır acaba? Günümüzdeki bir takım “arızaları” genel bir tutum ve durum gibi göstermek ve bu arada hadiseyi bağlamından koparmak değil midir bu? Hususen Osmanlı’nın yıkılışından sonra imamesi kopan tespih taneleri gibi dağılan ümmetin haritaları cetvelle çizilmiş hudutlara haps olunmasını da geçelim hadi, birçoklarının idaresinin İslâmî olmayışını da mı görmeyecek Ticanî? Hocaları mahkûm eden, mahrum eden, mecbur eden zihniyete karşı ulemanın direnişini nereye koyacağız peki?

Ticanî’de, evvelce belirtmiş olduğumuz üzere malumat “arızası” (ve eksikliği) var. Ya da muğalatanın her türlüsüne tevessül edebilmek “cesareti”! Nitekim şu ifadeler de bunu te’yid etmektedir;

“Rasulullah (S.A.V)‘tan kurtuluşa eren fırka hangi fırkadır diye sorduklarında şöyle buyurdu: Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolu takip eden kimselerdir.” Acaba Kur’ân ve Sünnet’e uymadığını söyleyen bir fırka var mı?” (s.103) Hemen söyleyelim ki, her bid’at fırka, ihdâs ettiği bid’atı ilgili alandaki Sünnet-i Nebeviyye’yi “görmemekle”, -herhangi bir nedenle- “kabul etmemekle” yahud “es” geçmekle ikame edebilmiştir. İmam-ı Rabbanî’nin (K.S) de ifade ettiği gibi; “Unutulan her sünnetin yerine bir bid’at gelir/ikame olur.” Yani, mesela, Hariciler Allah Resulü Aleyhisselam Efendimiz’in uygulamalarına/tatbikatına “efradını cami, ağyarını mani” bir sûrette vakıf olamayışlarından sebep ümmetin çoğunluğundan ayrılmış bulunuyorlar. Nitekim, Hazret-i Ali’nin (Radıyallahu Anh) Abdullah İbn Abbas’ı (Radıyallahu Anh) onlara gönderirken; “Onlara Sünnetten delil getir.” demesi de bunu göstermektedir. Hakeza, “Mutezile” de öyle; “Kaderiyye”, “Şia” da öyle.

Ticanî devam ediyor ve Şia’nın (yine Ehli Beyt dese de, tekrar edelim: Şia başka, arkasına saklandığı Ehl-i Beyt başka!);  “Ehli Beyt taraftarları: Bir evin ehli, o evin durumunu daha iyi bilir.” diyerek sahih sünneti Ehl-i Beyt kanalıyla öğrenmeliyiz demektedir.” (s. 103) dediklerini naklediyor. Karın tokluğuna Efendimiz (aleyhisselam)’ın peşinden O’nun Sünnet’ini muhafaza edebilmek adına gezinen Ebu Hureyre’ye (r.anh) ne diyeceğiz o halde? Üstelik Şia ehline malumdur ki, o mübeccel Sahabî’nin rivayetlerini kabul etmez. Bundan maada, işbu tez vakıaya da ters düşmektedir. Şöyle ki, Rasulullah (aleyhisselam) Efendimiz insanların arasında, onlarla iç içe bu dini onlara tebliğ ediyordu.[10] Bu bakımdan “sadece” Ehl-i Beyt kanalıyla Efendimiz’in Sünnet’ini “almak” görüşü yanlıştır. Kaldı ki, bu tezi kabul edecek olursak; o halde bu evin içinde yaşayan Aişe (radıyallahu anha)’nın rivayetlerini neden kabul etmez Şia? Halbuki bu evin içini en iyi bilenlerden birisi olarak Aişe’nin (radıyallahu anha) rivayetleri kabule daha şayandır; çünkü onun, Allah Resulü (Aleyhisselam) Efendimizin “zevcesi” olması hasebiyle O’nun (Aleyhisselam) söylediklerini diğer Ehl-i Beyt mensuplarından daha iyi bilmesi mümkün –ve vaki- değil midir? Öte yandan, Efendimiz’in Medine’ye gelir gelmez bir mescit ve hemen yanına da “ilim talebelerinin” kalacağı bir mekan yaptırmış olması da, zaten hiçbir mesnedi olmayan mezkur iddianın batıl olduğuna delil teşkil etmektedir. Binaenaleyh, Şia’nın yukarıdaki tezi, Efendimiz Aleyhisselam’dan yapılan “rivayetleri sadece bir zümreye inhisar ettirmesi” dolayısıyla, her yönden batıldır. Ticanî’ye gelince, kendisi de pekâlâ bu yazdıklarımıza benzer itirazlar yöneltebilirdi Şia’ya, değil mi? Biz bunu bir kenara bırakıp devam edelim.

Ticanî, “Araştırmaya Başlamam” serlevhasıyla açtığı bölümde, üçüncü paragrafta şöyle diyor; “İlk önce Akâidu’l-İmamiyye (İmamiyye Şia’sının İnançları) ve Aslu’ş-Şia e Usuluha (Şia’nın Aslı ve Esasları) isimli kitapları okudum. Ehli Beyt Ekolü’nün fikir ve inançlarının esasları hakkında gönlüm rahatladı.” [11](s.123)

O halde Ticanî’ye soralım;  Allah Teala’nın ahirette “görülmesi” (ru’yetullâh)“bedâ” (Allah’ın  belli bir şekilde gerçekleşeceğini haber verdiği olayın, iradesinin değişimi sonucunda daha sonra farklı bir şekilde meydana gelmesi, ilâhi iradede, ilim ve tekvin sıfatlarında değişikliğin oluşması anlamını ifade etmektedir.[12]), “İmamların masumluğu”,  ilk dönem Ahbarîler’de görüldüğü gibi “Kur’an’ın tahrif edildiği”[13] –ki Ticanî’de bu manaya gelecek sözler sarfetmektedir kitapta- iddialarına ne diyecek? Sanırım Ticanî, bunları “geçiştirmekle” iktifa edecektir.

Bakınız, hemen ileride Ticanî şöyle demektedir;

“Söz konusu kitapta, sahabenin Resulullah’ın emirlerine uymadıkları mevzuunu okudum. Bu konuda orada birkaç misal zikredilmişti. Bu misallerden biri “Perşembe Gününün Musibeti” diye bilinen bir olaydı.

Ben Ömer efendimizin, Hz. Resulullah’ın (s.a.v) sözlerine itiraz ederek Resulullah’ı “saçmalamakla ve sayıklamakla” suçlayabildiğine inanmıyordum. İlk önce bu rivayetin tek kaynağının Ehlibeyt Ekolü kitapları olduğunu sanıyordum. Ama bu Ehlibeyt âliminin bu rivayeti Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’den naklettiğini görünce artık çok şaşırdım ve kendi kendime dedim ki: “Eğer bu rivayeti Sahih-i Buharî’de bulursam muhakkak bu, benim görüşümü etkileyecektir; bu durumda bazı fikirlerimi yeniden gözden geçirmem gerekecek.”[14]

(Ticanî’nin ifadelerine binaen; “… bu durumda bazı fikirlerimi yeniden gözden geçirmem gerekecek.” demesiyle okuyucu üzerinde bir algı operasyonu yapıyor, demek hiçte yanlış olmayacaktır!)

Konuyu araştırabilmek için başkente gittim oradan, Sahih-i Buharî’yi, Sahih-i Müslim’i, İmam Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’ini, Sahih-i Tirmizî’yi, İmam Malik’in Muvatta’sını ve bunlardan başka da diğer birkaç meşhur eseri aldım. Eve varmayı bile beklemeden başkentle Kafse arasında çalışan otobüste  Sahih-i Buharî’yi  açıp “Perşembe Gününün Musibeti” denen hadiseyle ilgili hadisleri aramaya başladım. İstemediğim hâlde Seyyid Şerefuddin’in kitabında söz konusu hadiseyle ilgili naklettiği hadisin aynı şekilde Sahih-i Buharî’de yer aldığını gördüm ve şaşırdım.” (s. 124,125)

Şimdi buraya kadar yapılan iktibasta şunlar öne çıkıyor; Ticanî, Ehlibeyt Ekolü’ne mensup (olduğunu iddia eden) Seyyid Şerefuddin’in kitabında “Perşembe Gününün Musibeti” denen hadiseyi okuduğunu, orada, Hz. Ömer’in, Efendimiz’i (s.a.v) “saçmalamakla” , “sayıklamakla” itham ettiğini ve bu hadisenin Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’de de “aynen” anlatıldığını söylüyor. Peki, hakikat öyle mi? Elbette hayır! Rivayet şöyle;

 “İbn abbas (r.anhuma) dedi ki: Ah o perşembe günü ah… Resulullah’ın (Aleyhisselam) hastalığı şiddetlenmişti. Dedi ki bana bir kağıt getirin size ondan sonra asla sapıtmayacağınız bir şey(ler) yaz(dır)ayım. Bunun üzerine oradakiler tartıştılar -ki bir Nebi’nin yanında tartışılmaz-. “Oradakiler” dedi ki ne oluyor ona yoksa sayıklıyor mu?”[15]

Burada, İbn Hacer’in, ilgili sözü söyleyen kişinin İslâm’a yeni girmiş birisi olduğu, görüşünü (Fethu’l-Bârî, 8/133) tercih ettiğini söylemekte fayda var. Hakikat böyle iken, Hz. Ömer de Ticanî’nin iddia ettiğini dememişken ve mezbur sözü söyleyenlerin –Allah’u Alem kaydıyla ve İbn Hacer’in kanaatini de dikkate alarak söyleyelim- bedevîler olması mevzu bahis iken, daha başka ne demeli Ticanî’ye?!

Ticanî bir de, bilmem okuyucuyu “samimî” olduğu hususunda ikna etmek için mi;

“Ben bu metodla bir yandan millî ve mezhebî taassuplardan kaçınmayı ve diğer yandan da şüphe ve tereddütten kurtulup Allah’ın en büyük nimeti olan kesin iman zirvesine ulaşmayı hedeflemiştim.” (s.126) diyebilmektedir.

Şu ifadeler de Ticanî’ye aittir ki, iftiranın bu kadarı ancak politik bir Şii’de görülebilirdi;

“Sahabenin bu önemli mevkileri içindir ki geçmiş İslam âlimleri onların hayatını ayrıntılarıyla tarih kitaplarında kaydetmişlerdir. Hatta sırf bu konu ile ilgili olarak “Usdu’l-Gabe fi Temyizi’s-Sahabe”, “el-İsâbe fî Marifeti’s-Sahabe”, “Mizanu’l-İtidal” ve buna benzer birçok eser yazmışlar ve bu kitaplarda Ehl-i Sünnet’in görüşünü esas alarak sahabenin hayatını incelemişlerdir.

Ama burada önemli bir eleştiriyle karşı karşıyayız. O da tarih yazarlarının eserlerini Peygamber’in (s.a.v) Ehlibeyti’ne ve onların taraftarlarına açıkça düşmanlık eden Emevî ve Abbasîlerin istek ve görüşlerine uygun düşecek şekilde yazmış oldukları gerçeğidir. Dolayısıyla yalnız bu tarihçilerin yazdığı ile yetinerek Ehlibeyt’in savunucusu olan diğer İslâm âlimlerinin sahabe hakkındaki görüş ve fikirlerini incelememek insafa uygun düşmez.” (s.127)

Artık yazarın muğalatası o raddeye varmışdır ki, sahabenin hayatlarını anlatan kitapların “iktidarın görüşlerine uygun şekilde yazıldığı” iftirasına tek bir delil bile zikretmiyor, hemen sonrasında ise; “acaba sahabeyle alakalı Ehlibeyt (değil; Şia!) ne demiş, ona da bir bakmak lazım…” pişkinliğini, aymazlığını utanmadan ifşa ediyor! Peki sebep? “İlkine bakıp ikincisine bakmamak insafa uygun düşmez(…)”  pervasızlığı! Zaten Ehl-i Sünnet’in “kaynaklarını” bir şeylere “mahkûm” ettikten sonra, sahabeye ta’n eden, onları tel’in eden, tezyif eden (sözde) Ehlibeyt kaynaklarına bakmak, oradaki “iftiralara” inanmak işten bile değildir artık. Ticanî, tam da bunu yapmak için çırpınıyor! Eğer hakkaniyetli, münsif bir araştırmacı olsa idi, mesela ismini zikrettiği kaynakların müelliflerinin bu kitapları “Ricâlü’l-Hadîs Tabakatı” cümlesinden olarak telif ettiklerini bilirdi. Biliyorsa, gizlemezdi! Mezbur eserlerin işaret ettiğimiz “alana” yönelik çalışmalar olması ise hiç şüphesiz bünyelerinde “sahabeye” de yer vermelerini zorunlu kılar. Bunu, ilimle iştigal eden herkes bilir.

Sonra devam ediyor ve;

“Bu konularda asıl sorun, sahabenin kendisinden başlamıştır. Çünkü sahabe Resulullah’ın (s.a.v) yazacağı vasiyet hususunda ihtilâfa düşüp kıyamete kadar Müslümanların sapıklığa düşmesini önleyecek olan Resulullah’ın (s.a.v) vasiyetini yazdırmasına engel oldu. Onlar bu davranışlarıyla İslâm ümmetini ilâhi bir nimetten mahrum bıraktıkları gibi bu mahrumiyet sonucu Müslümanların bölük bölük olmalarına ve sonu gelmeyen ihtilâf ve tefrikalara düşmelerine sebep olmuşlardır.” (s.128) diyor Ticanî!

Vasiyet’in “muhtevasına” vakıfmış gibi ahkâm kesen Ticanî burada da Sahabe-i Kirâm hazeratına “iftira” ediyor. Şöyle ki, mezkûr hadiseyi bağlamından/zemininden kopararak mütalaa etmek bir yana bir de, eğer Şia’nın iddia ettiği gibi ilgili vasiyette Hz. Ali’nin “Halife/İmam” naspedileceğine dâir “nass” olacak olsaydı ve bu başta Hz. Ömer ve diğer sahabe tarafından engellendi ise;

  1. Biliyoruz ki, Resulullah’ın (s.a.v) vefatından 4 gün önce vuku’ bulan bu hadiseden sonra, Efendimiz Aleyhisselam’ın son 4 gün içerisinde ilgili vasiyetin ilanı için bir teşebbüsü yoktur. O halde, Resulullah (haşalillah ki) “tebliğ” vazifesini yapmamış mıdır?!
  2. Eğer iddia edildiği gibi bu vasiyetnamede Ali’nin “hilafet” makamına nasbı gibi bir mesele yazılacak idiyse, neden Ali bin Ebu Talib (Radıyallahu Anh) bu “hakkını” aramamış, kendinden önceki Halifelere biat etmiştir?
  3. Şii kaynaklarda Ebubekir (Radıyallahu Anh) için “korkak” biri olduğu, buna mukâbil Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’ın şecaat ve cesareti ile temayüz etmiş birisi olduğu nakledilir ki ilki nasıl iftira ise, ikincisinin doğruluğundan kimsenin şüphesi yoktur. O halde sual şu; böylesine korkak(!) birine Ali bin Ebu Talib –bunca şecaatine rağmen- neden karşı gelmemiştir? Ona mani olan şey neydi?
  4. Şia zaten, Ğadir-i Hum Mevkii’nde Hazreti Ali’nin “Halife/İmam” tayin edildiğini ileri sürerken, buna da “nass” görüntüsü vermeyi ihmal etmezken ve sahabenin ekserisinin de orada hazır bulunup bu olaya şahid olduğunu, Ali’yi “tebrik” ettiklerini eklerken, Resulullah’ın hasta yatağında bu “Hilafet/İmamet” mes’elesini tekrar gündeme getirmesi ne ile izâh-ı kabildir?

İleride bu meseleye de Hz. Ömer bağlamında inşaallah cevap verilecektir. Devam edelim, Ticanî devamla şöyle diyor:

“Hilâfet meselesinde de ilk ihtilâf sahabeden başlamıştır. Onlar, “hakim güç” ve onlara “muhalif olan grup” olarak ikiye ayrılmışlardır ve bu da Müslümanların, Ali Şiası [Ali taraftarı] ve Muaviye Şiası [Muaviye taraftarı] olarak ikiye bölünmelerine sebep olmuştur.

Yine sahabe, Allah’ın Kitabı’nın tefsiri ve Resulullah’ın (s.a.v)  sünnetinin açıklaması hususunda ihtilâf etmiş ve neticede çeşitli mezhepler ve muhtelif kelam ekolleri meydana gelmiştir ve siyasî hedefler uğruna çeşitli felsefeler ortaya çıkmıştır.” (s. 128)

Ticanî, burada da meseleleri “ön yargılı” bir bakış açısıyla mütalaa ediyor, sonunda sahabeyi “reddetmek” gibi bir belaya dûçar oluyor ki, bunun neticesi; hemen ifade edelim ki büyük bir arıza olarak karşımıza çıkmaktadır. Zirâ, o mübeccel kuşağı bir takım ihtiraslara kurban olmuş, dünyevî çıkarları uğruna dinî ahkâma “karşı çıkan” insanlar(mış) gibi takdim etmek bizim bu din ile bağımızı koparır! Şia her ne kadar, bu boşluğu “masum” imamlarla doldursa da, vakıa bunu kabul etmez…  Evvelce de ifade ettiğimiz gibi, Ticanî “fıkhî”, “i’tikâdî” ve “siyasî” mes’eleler arasında hiçbir fark gözetmiyor! Fıkhî mes’elelerde “ihtilaf” etmekte bir beis yok iken (ki bu da, Sahabenin tamamına şamil olmayıp, âyet ve hadîslerden hüküm çıkarmak melekesini kesb etmiş müçtehid Sahabeyle kısıtlıdır) “i’tikâdî” mesail böyle değildir. Zira sahabe, “i’tikâdî” mes’elelerin aslında “ihtilaf” etmemiştir. Siyaseten ihtilaf ise, bunlardan sonra gelir ki, eşyanın tabiatı bunu iktiza eder.

Burada bir şey tespit edelim; Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların temel kaynağı “imamet” mes’elesidir dersek, doğruya uzak bir kanaat belirtmiş olmayız. Zira, ümmete bir devlet başkanı/halife seçmeyi Ehl-i Sünnet müslümanlara “vacip” görürken, Şia bunu Allah Teâlâ’ya “vacip” görmektedir. İşte işin ucu burada kopmakta ve; “beda”, “takiyye”, “nübüvvet”, “kader” gibi mes’eleler hep “imamet” inancı çerçevesi etrafında bir forma büründürülmekte, akla, nakle ve ümmetin icmaına taban tabana zıt bir çok fecaat buradan neş’et etmektedir. Zira, “Allah İnancı” arızalı olduktan sonra, diğer mesail-i diniye de birbiriyle “ilintili” olarak sakatlanmış olmaktadır.


Dipnotlar:

[1] Bu ihtilaf noktalarının nirengi noktası bir bakıma “İmamet”tir. Zira bu mesele bir iman umdesi olarak kabul edilmiş, diğer ihtilaflar da bu noktadan hareketle yayılma zemini bulmuştur denilebilir.

[2] Prof. Dr. Muhammed Ticanî, Doğruya Doğru, Kevser Yayınları, İstanbul, 2014. Sadedinde bulunduğumuz tenkitte, bundan sonra parantez içinde gelecek olan sahife numaralı bu eserin sahife numaralarıdır.

[3] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlat-ı Kevserî, s. 400

[4] Bkz. Abese, 1

[5] Tercümede, mânâ bozukluğuna sebebiyet vermeyen yazım yanlışları olduğu gibi iktibas edilmiş, mânâ ve mefhuma taalluk eden yanlışlar ise cümle ve paragrafın siyak-sibak ilişkisi göz önünde bulundurularak düzeltilmiştir. (A.İhsanoğlu)

[6] Yazarımızın bu gibi ifâdelerinden; “Evvelâ aşırı bir Şii/Şia ‘düşmanı’ imiş gibi görünerek Ehl-i Sünnet’in yalan-yanlış şeylere inandığını, böylesi bir Şii düşmanının dahi birkaç  Şii ile tartıştıktan sonra Şii olabileceğini” mi anlamalıyız?

[7] Tefsir ve fıkıh dersleri verebilecek kadar ilimde behre kesb etmiş olduğunu zımnen de olsa söyleyen yazarın bu ifâdesinden ne anlamalıyız?!

[8] el-Ezher’deki ulemanın kendisine “hürmet” ve “tazimde” bulunduğunu söyleyen yazarımızın, mezhepler meselesine dahi bakışı bu kadar “sığ” iken, bir de Ehl-i Sünnet adına, bu dört “fıkhî” mezhepten maada herhangi başka bir mezhebe intisap etmiş olan kimsenin “dinden çıktığını” söylemesi garabetin sidre-i müntehası olsa gerek! Üstelik, eğer Caferî Mezhebinin varlığından bi-haberse, bu onun eksikliği, zaafıdır.

[9]İmam Zâhid el-Kevserî(rh.a.) “İrgâmu’l-Merîd” adlı eserinde, bu rivâyet hakkında; “Şayet o iki yıl olmasaydı, Nûman helâk olurdu” diye nakledilen sözün güvenilir hiçbir âlimin kelâmı, görüşleri ve tesbitleri arasında yer aldığına henüz muttalî olmadım” der.(İrgâmu’l-Merîd, s. 41.)

[10] “(O peygamberler) apaçık bürhanlarla (mu’cizelerle) ve kitablarla (gönderildiler. Habîbim) biz sana da Kur’an’ı indirdik. Tâ ki, insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın ve tâ ki onlar da iyice fikirlerini kullansınlar.” (Nahl, 44)

[11] Doğrusu, Ticanî’nin okuduğu kitaplar “kalbini rahatlatsa” da, bidayette “Şii düşmanı” olan birinin böyle hemen birden “teslim” olması akıl kârı değil… 

Şia’nın “Kütüb-i Erbaa” (Dört Kitap) olarak tabir ettikleri kitaplar; “El-Kafi”, “El-İstibsar”, “Et-Tehzib”, “Fakihu men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh”tir. Bu dört kitap, din hususunda Şia’nın itimat edip dayandığı en önemli eserlerdendir. İşte bu kitaplardan El-Kafi nam kitapta –bir çok mevzu ve uydurma rivayet olsa da- Ebu Hamza kanalıyla Ebu Cafer’den nakletmiş olduğu şu rivayeti örnek gösterebiliriz bahsettiğimiz herzelere: “Ebu Hamza der ki: Ben Ebu Cafer (aleyhisselam)’a: Sana feda olayım! Şia, sana “Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük haberi mi?” (78 Nebe/ 1, 2) ayetinin yorumunu soruyor, dedim. O şöyle dedi: Bu bana kalmış bir şeydir. Dilersem onlara haber veririm, dilersem haber vermem. Ama ben yine de onun yorumunu sana bildireceğim. “Birbirlerine neyi soruyorlar” ayeti (Allah’ın salatı üzerine olsun) müminlerin emiri Hz. Ali hakkındadır. Allah’ın salatı üzerine olsun Hz. Ali “Allah’ın benden daha büyük bir ayeti yoktur. Allah’ın benden daha büyük bir haberi de yoktur” derdi.” (El-Kafi, 1/207.) Bu ve buna benzer akla, nakle, şeriata ve ümmetin icmaına muhalif rivayetler için bkz; Ebu Basîr et-Tartusî, Şirk ve Riddet Taifesi ŞİA, Şehadet Yayınları, tarihsiz.

[12] Avni İlhan, “Bedâ”, DİA, İstanbul 1992, V, 290

[13] Kummî, Ebu’l-Hasan Ali b. İbrahim, Tefsîru’l-Kummî, tsh. Es-Seyyid Tayyib el-Musevî el-Cezâirî, Daru’l-Kitâb, Kum 1404, 1, 2; Feyz-i Kâşânî, Molla Muhammed Muhsin b. Raziyuddin Şah Murtaza, Tefsîru’s-Sâfî, Daru’l-Murtaza, trs. 1, 16-22

[14] Bu mes’ele Ehl-i Sünnet kaynakları ve Şia kaynaklarında geçmekle beraber, Şia’nın “eklemeleri” öyle had safhaya varmıştır ki, bu ve bunun gibi (asılsız eklemeli) rivayetler üzerinden bir “kültür inşâsı” başlamıştır Şia’da…

[15] Bkz. Buharî, İlim, 39; Cihad, 176; Cizye, 6; Megazi, 83; İ’tisam; 26; Müslim; Vasiyyet, 20-33; Hadisin mealindeki tasarruflar için bkz. Ebu’l-Fadl Şihabuddin Ahmed b. Hacer Askalani, Fethu’l-Bari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 1988, I, 168-169; Bedruddin Ebu Muhammed Ayni, Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, II, 255-259.