Bir Cum’a Zihnimin Bana Ettikleri

Durum analizi;

Acayip tuhaf düşünceler cirit atıyor zihnimde…
Soru çok, cevap yok… bazen soru çok cevap ta çok…
Bazen de soru yok, cevap çok…
Soru yoksa niye cevap çok?…
Bazen öyle oluyor ki, işi deliliğe vurup görmezden geliyorum…
Görmez neredeyse artık, işte ordan…

Sorular en çok ta ibadetlerimi/zi edâ etmeye çalışırken geliyor. (çoğunuz aynı şeyin size de olduğunu farkedip onaylar şekilde kafa sallıyor şu an değil mi?)

Bazen de hanım önemli birşeyden bahsederken, geliyor bu sorular, düşünceler… ve sonra “sen beni dinlemiyor musun?” sorusu eşliğinde kızılca kıyamet kopuyor doğal olarak…
Milletçe kafamız karışık vaziyette ama kimse kimseye çaktırmamaya çalışıyor.
“Normal normal… , Olur öyle arada…”

“Sorular” dedim ya, zihnimi kemiren ah bu soru(n)lar…
Kime sorsam, “Vallaaaa bu konuda hiçbir fikrim yok be gardaşım”   cevabını alacağımı bildiğim
sorular…

Bir insanın aklına neden bu tür sorular gelir/ve gitmez ?… En başta cevap bulmam gereken
asıl soru(n) bu aslında…

“Sorular” dedim ya, merak ettiniz değil mi, “nedir bu sorular yahu?”…
Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim…

Soru(n)lar geldiği zaman, nerede olursanız olun fark etmiyor, insanlar sizi hemen fark ediyor…
Bazen de umurlarında olmuyor tabii…

Henüz dolmadığını fark edip -içine atlayarak- bindiğim dolmuşta, Cuma’ya yetişme endişesiyle camdan dışarıyı seyrederken “Dünya şu an dursa acaba sağdaki pencereden mi yoksa soldaki pencereden mi dışarı fırlarım” düşüncesiyle birden irkilip, dolmuşa binerken başlattığım sigorta poliçemi yenileyerek bir Ayet’e’l-Kürsî daha okumaya başladığım sırada arkadan bir ses “şu parayı uzatır mısınıııız” dedi. Bana doğru uzatılan paraya bakarken bir yandan sigorta poliçemi yenilemeye çalışıp bir yandan da “Acaba bu paradan kaç kişilik ücret alınacak, tam mı öğrenci mi?” şeklinde -okumama mani olmaya çalışan bu yersiz ve manasız-  sorulara cevap üretmeye çalışırken parayı uzatan vatandaşın alık bakışlarıyla yüzyüze geldim. Muhtemelen ne yapmaya çalıştığımı merak ediyordu, ben de merakı tepkiye dönüşmesin diye şehadet parmağımı kaldırıp “bi dakka” işareti yaptım, ve okumamı bitirip kafamda parayla ilgili tasarladığım soruları, alık alık yüzüme bakan -para sahibi-  vatandaşın üstüne boca ettim; “Kaç kişilik ücret alınacak bu paradan, tam mı öğrenci mi ve en önemlisi ben bu soruları sormadan siz söyleseniz olmaz mı?” Kafamda tasarladığım ve  gereksiz bir gerginliğe sebep olan bu sorular karşısında afallayan vatandaş, karşı atak geliştirip ters bir şekilde “bir kişi heralde…” dedi ve “öğrenciye benziyor muyum?” diye ekledi. Önce bunu bir soru cümlesi olarak algıladım Cuma’ya yetişme telaşından kaynaklanan halet-i rûhiye ile ama hemen zihnimi toparlayıp bunun bir laf sokma girişimi olduğunu farkettim fakat bir an meseleyi uzatmanın gereksiz olduğuna karar verip bir “hasbunallah” bakışı atıp sustum.

 -Haddinden çok fazla-  dolmuş’un camiye (mescide) yaklaştığını farkederek şöföre seslenip ” Kimse doğru dürüst yardım yapmadığı için 13 yıldır yapımı hala tamamlanamamış inşaat halindeki Camii’nin önünde inebilir miyim?” dedim. Birden dolmuştaki herkes “manyak mı bu yav?” iması içeren bakışlarını bana dikti, sanırım farkında olmadan sesli düşünmüştüm, ama olsundu, mahalle ahalisine de bir nevi laf sokmuş oldum, e hakettiler ama…

Dolmuştan inip koşar adım ilerleyerek, 13 yıldır yapımı henüz tamamlan(a)mamış Camii’nin önünden geçip, bir yandan ayakkabılarımı ayağımdan ayırmaya çalışırken bir yandan da takkemi giymeye uğraşarak, camii’nin kenarındaki küçük mescidden içeri daldım. Mescid -yaklaşık- 300 kişilik olmasına rağmen 600’e yakın cemaat mescid’e sığmaya uğraşmış ve neticede bazı kişiler -tüp kuyruğunda bekleyen sabırsız insanlar edasıyla-  ayakta, vaazın bitmesini ve imamın  “safları sıklaştıralım, ayakta bekleyen kardeşlerimiz var” demesini bekliyordu. Her hafta aynı manzara, safları sıklaştırmak için illâ imamın bunu kürsüden ilan etmesi mi gerekiyordu? Cemaat neden bunu farkedemiyordu kendi kendine?  Kemalist, solcu yazar-çizer takımının dediği gibi, hakikaten koyun muyduk biz acaba?

Yani  onlar bu sözle ne kasdediyor o ayrı mesele ama cümlenin mahiyeti bakımından birazcık haklılık payları olabilir mi? Mesela her Cuma standart olarak,  Cuma’nın farzı bitince, son sünnet’i kılmayı aklından geçirmeden kaçar gibi cami’den çıkmaya çalışan güruh’un hep ön saflara geçmesi…  Hadi bunu geçtik, bu kardeşler cami’yi tahliye ederken son sünneti kılan insanların önünden -hem de gözüne baka baka-  yardıra yardıra geçmesi?

Koyunluktan biraz nasiplenmiş olmanın belirtisi olabilir mi?

İmam vaaz’ı bitirip,  safların doldurulması gerektiğini bildiren  -standart- anonsunu yaptıktan sonra 20-30 kişilik kadar yer açılmasıyla ben de boş bir yer bulup hemen ilk sünnet’i edâ ettim.

…Gözümü yer döşemesine dikmiş Hutbeyi dinlerken gözümün önünden geçen karınca acaba namaz’a geçtiğimizde de benim önümde olacak mı? Karıncayı yanlışlıkla öldürmemeye odaklanmışken Namaz’a nasıl odaklanabilirdim?

…İnsan mükemmel midir? Neye kime göre?

Mükemmellik amaca uygun olarak değişkenlik gösteren bir durumdur, İnsan mükemmel bir varlıktır, fakat mükemmel olan bir varlık aynı zamanda da aciz bir varlıktır, aciz bir varlık nasıl mükemmel olabilir? Yaradılış fıtratı gereği kısa bir süre yaşaması gereken bir varlıktaki hastalıklar, arızalar, dengesizlikler, kusur değildir. Bunlar İlâhî tasarımın bir parçasıdır. Bir şeyin mükemmel olup olmadığını anlayabilmek için elde kusurlu doneler olması gerekir.  (Karınca hala dikkatimi çekmeye çalışırcasına bir sağa bir sola salvolar savuruyor halının üzerinde..)

Müezzinin yüksek perdeden okumaya başladığı kamet ile, yeni başlayacağım yazı hakkında daldığım düşüncelerden sıyrılarak aklım bedenime geri döndü birden.

Cum’a’nın farzına kalktığımızda görünen manzara hiç te iç açıcı gelmedi bana, cemaatin neredeyse yüzde doksanının başı açık vaziyette, ve o şekilde namaz kılacaklar şu an. İşte tam bu nokta hep ikilemde kaldığım bir noktadır; ben bu manzarayı kendime sorun etmeli miyim, etmemeli miyim? Benim de  -gerek ibadetlerimde gerek günlük yaşantımda- bir sürü hatam, kusurum, günahım var iken, başkalarının kusurları bana batmalı mı, batmamalı mı? Buradaki ölçü/sınır nedir? … diye düşünürken İmam sağa sola selam verdi ve evet işte yine aynı manzara… Resmen kaçıyorlar… Cum’a’nın Sünnetinden daha mühim işleri olsa gerek… Tamam belki hayatî bir mesele var ve oraya yetişmeye uğraşıyorsunuz ama önümüzden niye geçiyorsunuz yahu!

Son sünnet ve Zühr-i Ahir bitince  -cemaat sağolsun-  önüme 4 tane tesbih geldi uçarak, her zamanki gibi. Namazı takkesiz kılan amcalar tesbihat için önüme tesbih yağdırıyorlar.

…Dışarı çıkıp, buz pisti üstünde dengede kalmaya çalışır bir edayla ayakkabımı giydikten sonra yardım tepsisine -yine- bir miktar para bırakıp yürümeye başladım. Eve gittiğimi zannediyordum fakat ayaklarımın beni  -benden bağımsız şekilde-  başka bir yere götürdüğünü farkettiğimde kendimi Camii’nin yanındaki  -rakibi olmadığı için ürünleri fahiş fiyattan satan- süpermarketimizin manav reyonunda buldum. Acaba niye gelmiştim buraya? Evden çıkarken hanım bana sipariş verdi ve ben unuttum ama ayaklarım unutmadı mıydı? Bunu düşünürken,  domateslere baktım uzun uzun;  “güya” ateşi olimpos dağından çaldığını iddia eden kefereler domatesimizin kokusunu ve tadını da çalmıştı uzun yıllar önce…  Çok iyi hatırlıyorum, ben henüz ilkokula başladığım yıllarda validem mutfakta çoban salata yaparken, ben salondan domatesin salatalığın kokusunu duyardım buram buram…

Aaaah ah nerde o günler? Hakikaten nerde?..

“Allah’ın kusursuz yarattığı sebzelerimizi meyvelerimizi ne hale getirdiler, her şey gdo’lu artık!” diye mırıldanırken manav reyonu görevlisi “Abi tarla domatesi bunlar, organik” dedi, “hadi len!” dedim içimden ama reyon görevlisi bunu nasıl duydu anlayamadım; “Ne kızıyorsun abi, al kes tadına bak, İnanmazsan inanma!” dedi bana.

Bunlar hep zihin oyunları işte…

Zihnimin bana daha ne oyunlar ettiğini bilmek/okumak istiyorsanız 2.yazıyı beklemeniz gerekecek… Şimdilik bu kadar…

Ve’sselamu aleykum…

Şükrü Yaşar
Musellem.net yazarı..