Yüzleşme !

Böyle Acı Böyle Kahredici Bir Yüzleşme Mi Olur?

 Yüzleşme, kabulün bazen şartı, bazense rüknü gibidir. Hayata tamam mı yoksa devam mı kararının edâ vakti, ezelden biçilmiş ömrün belirleyicisi, garip bir kırılma noktası, kırılma anıdır. Neticeye varıncaya kadar ve gerçekleşme esnasında belki de ağır mı ağır bir kahırdır. Gerçekleştikten sonra ise, dipten yukarılara çıkma, dipsiz kuyudan aydınlığa tırmanma vesilesi olmakla son tahlilde; lütuflardan bir lütuftur.

 Kimi zaman çok ama çok acıdır, hem de en acı…

 Evladını ansızın kaybedip de kaybettiğini kabullenemeyen, oğlunun ölümünü yüreğine, gönlüne yediremeyen acılı ananın, günlerce şok hali yaşayıp da çıkamayan/kurtulamayan o garip annenin dramına son veren, yürek dağlayıcı, acıklı bir tablonun resmidir yüzleşme… Yürek sancısı, ciğer dağlanmasından baş olunamayan ananın, evladının kabrine götürülüp de gözleri önünde kabir toprağının boşaltılarak merteklerin açılıp, sararmaya yüz tutmuş kefenin aralanarak o yüzün, o manzaranın sahibinin, aylarca karnında taşıdıktan sonra doğurup büyüten anasına gösterilmesinin adıdır yüzleşme… O soğuk ve şişmiş, soluk yüzün, hasretlik çeken, acı çeken, boğazı düğümlü annenin yüzüyle yüzleştirilmesinin ta kendisidir yüzleşme…

 Şok halini atlatan yüreği hançerli ananın, toprağın üzerine yığılıp bir süre baygın kalması, ayıldığında evlat acısını kabullenerek ayağa dikilip acısını yüreğine gömdükten sonra hayata kaldığı yerden devam edişinin anahtarı, Allah’ın dilediği zamana kadar sürecek hayatının kırılma anıdır yüzleşme…[1]

 Sadece ve sadece dünyalık işler için, maddi âlem için mi çarpıcı bir durumdur yüzleşme? Elbette hayır! Yüzleşme her ne kadar maddi âlem bağlamında kullanılsa, pratikte bu yönde bir çağrışım yapsa da aslında bilgi kaynağı olmak bakımından hissiyattan ve yakıniyyattan çok daha güçlü bir bilgi kaynağı olan sâdık haberin getirdiği bilgi, daha gözle görmeden, altı yöne yönelmeksizin, beş duyuyla şahit olmaksızın yüzleşilebilecek, manevi ahvâlin muhasebesinin kıstası/ölçütü kabul edilebilecek bir bilgidir.

 Semi’yyât’a müteallik bilgilerimiz, sekerâtu’l-mevt, ölüm, kabir ahvâli, berzâh âlemine, kabir sualleriyle başlayan yeni hayata, ba’sa (dirilmeye), neşre, haşra, amel defterlerinin tesliminden hesaba, mizânndan  sırâta ve ebedî durak olan cennet ya da cehenneme dair mütevatir derecesinde haberlerden edinmiş olduğumuz malumatımız; müşâhedâtın hissiyatına, vicdâniyyâtına, mücerrebâtına ve hadsiyyâtına göre yüzleşme açısından daha net, daha açık bilgiler ihtiva eder.

 Sözünü ettiğimiz sekerâtu’l-mevt ile başlayan ve cennet ya da cehenneme dâhil olmayla tamamlanarak farklı bir boyut kazanacak olan vetirenin her bir aşaması bize gerçek sonla, istisnasız hepimizi bekleyen hakiki yüzleşmeyle henüz bu dünyadayken yüzleşme anını yaşatabilmelidir.

 Münhasıran tasavvufî çevreler tarafından kulaklara küpe edilmiş olan;

‘’Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan önce, kendi amellerinizi tartınız. Hesaba çekilmek üzere, kıyamet günündeki en büyük arz, huzura alınma için gerekli güzel hazırlıklarınızı yapınız. O gün huzura alınırsınız, öyle ki size ait hiçbir sır gizli kalmayacak, bütün sırlar meydana çıkacak.”[2] şeklindeki Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)’ın mühim ikazı bize tam da bu yüzleşmeyi öğütlemektedir.

 “Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!”[3] ve “Biliniz ki, kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size çatacaktır. Sonra akıl ve duyularla idrak edilemeyeni de edileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz, O da size yapıp etmiş olduklarınızı bildirecektir”[4] âyetleri ile “Ağız tadını kaçıran ölümü sıklıkla hatırlayın ve onu hatırdan çıkarmayın!”[5] ve “Dünyada bir yabancı (garip) veya yolcu gibi ol. Kendini kabir ehlinden say![6] hadis-i şerifleri bize aynı çarpıcı vurgu telkin etmektedir.

 İşin bir diğer önemli ayrıntısı da kul haklarına bakan yönüdür. İnsan yaratılış itibariyle sosyal bir varlıktır ve insanlar birbirine muhtaç yaratılmıştır. Müşterek hayat içerisinde günün her anında hakka-hukuka taalluk edecek bir durum söz konusu olmaktadır. ‘’Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı’’[7] o günün dehşeti, o anki müthiş yüzleşme daha bugünden hepimizi kuşatmalı, insanlarla hatta hayvanlarla ve tabiatla olan münasebetimizi bu şuur ve bu bilinç zemininde tesis etmeli, geçmişte yapmış olduğumuz hata ve eksikliklerimizi de tevbe etme bilhassa hakiki bir tevbe ile nasuh tevbesiyle ve hak sahiplerinden helallik almak suretiyle telafi etme gayretini göstermemiz açısından ehemmiyetle dikkate alınmalıdır.

 Her şey için geç, çok geç olmadan, daha fazla vakit kaybetmeden bir an önce, dünya hayatımızı istikamet üzere sürdürebilmemiz için acılarla ve korkularla yüzleşmemiz gerektiği gibi, manevi muhasebemizi de yaparak bahsetmiş olduğumuz ahiret evreleri doğrultusunda hakiki yüzleşmeyi de asla ertelememeli.

Yücel Karakoç


[1] Vaktiyle bizim çevre köylerden birinde yaşanmış gerçek bir hikâye…

 Bizimkilerden dinlediğime göre; günlerden bir gün gurbete çalışmaya giden gençlerden birisi vefat eder ve adet olduğu üzere cenazesi köye getirilip defnedilir. Çocuğun annesi bu ölümü bir türlü kabullenemez ve şoka girer, günlerce de çıkamaz. Sonunda hocalara danışılır ve hocalar; anneyi çocuğun kabrine götürüp de kabri gözleri önünde açarak mevtayla orada o vaziyette yüzleştirmekten başka bir çıkar yol olmadığını söylerler ve gereken de yapılır, yüzleştirme gerçekleştirilir. Evladını o şekilde gören anne kısa bir baygınlıktan sonra ayılarak evlat acısını kabullenmiş bir vaziyette şoktan çıkar ve tıpkı evlat acısı yaşamış diğer anneler gibi, acısıyla, sancısıyla, hasretiyle ve yangınıyla beraber kaldığı yerden devam eder hayatına…

[2] İbn-i Ebi Şeybe, Kitabu’l-Musannef, 7/96, No:34459

[3] en-Nisâ 4/78

[4] el-Cum’a 62/8

[5] et-Tirmizî, Kıyâmet 26

[6] Buhârî, Rikâk 3; Tirmizî, Zühd 25; İbn Mâce, Zühd 3

[7] Müslim, Birr 6, (2582); Tirmizî, Kıyamet 2, (2422).

Yücel Karakoç
Musellem.net yazarı, yazı işleri...