Modernitenin Müslüman-Türk Ailesine Ettikleri

Bu yazı insanlık,ümmet-i İslam ve ülkemiz adına çok mühim ve hayati gördüğüm bir sosyal yara olan boşanma meselesi üzerine lacak.Mevzu bu olunca müslümanı her yönden kuşatmış bulunan batı menşeli modern tabular,asrın getirdiği ve dayattığı dokunulmaz ve tartışılmaz ıymet hükümleri , tahliline gayret edeceğim problemin kendisi kadar yazının merkezinde olacaktır.

TÜİK’in verdiği istatistikî bilgiler değerlendirildiğinde boşanma hadisesinin ülkemizde her geçen sene katlanarak arttığını maalesef açıkça görmekteyiz. Meselenin ciddî ictimâî sıkıntılar için sinyal verir boyutlara ulaştığı da artık neredeyse herkesin malumu. Önceleri daha ziyade zengin/elit çevrelerde görülen “boşanmanın efâl-i âdiyyeden görülmesi” telakkîsi zamanla sosyal piramidin daha muhafazakâr olan orta ve alt katmanlarına da hızla yayıldı. Dolayısıyla bahse konu problem muhafazakâr olsun ya da olmasın sosyal dokuyu külliyen sardı. Her ne kadar yukarıda aile ve boşanma başlığı hakkında umumi bir değerlendirme yapacağımı beyan ettimse de ben esasen bu yazıda mezkûr mikrobun bir İslam toplumu olan ülkemizde muhafazakâr/mütedeyyin kesime nerden bulaştığını, onu nasıl teslim aldığını anlamaya, hal-i hazır manzarada durumun sebep ve saiklerini teşhis etmeye, ayrıca mukaddesatçılık iddia eden bu sınıfın mezkûr tehlikeli mikroba neden mukavemet edemediğini tespit etmeye çalışacağım. İş bu teşhisleri yapmanın tedavi için kâfî derecede fikir vereceğini, bu sebeple yapılması gerekenler şeklinde bir başlıkla ayrıca bir de çözüm önerileri zikretmeye hacet kalmayacağını düşünmekteyim.

Burada dile getirdiğim kanaat ve yorumlar mevzuyla alakalı nasslardan acizane anladıklarımla, şahsi tecrübelerimle ve avukatlık mesleğiyle iştiğal ediyor olmamdan sebep mesleki müşahedelerimle çerçevelidir.

Öncelikle şunu itiraf etmekte fayda var ki hem Müslüman şahsın hem de Müslüman ailenin İslam Peygamberinin fiili kıstaslığı gereği önünde çok mücessem ve mükemmel bir numune olmasına rağmen bu tefessühü (bozulma) yaşaması her şeyden önce Rasulullah’ın eşsiz numuneliğinin Müslümanlarca çok da dikkate alınmadığını maalesef ifade etmekte.

Üzülerek belirtmek gerekir ki modern Müslüman dinini, hayatının her noktasına müdahil olan, her meselede kendine hudutlar çizen, eşyayla, insanla, kendiyle ve rabbiyle olan münasebetlerinin tamamında riayete mecbur olduğu ölçüler vaz eden ve bununla da kalmayıp tüm bunlara teslimiyetin yahut adem-i teslimiyetin hem dünyevi hem uhrevi karşılıklarını beyan eden semavi bir müfredat olarak görmemektedir.

Modernitenin, dinin tüm metalibini (isteklerini) salt bir genel ahlak anlayışına indirgeyici tavrı maalesef Müslüman bireylerin de şuur altı dünyasına hâkim olmuştur. Artık bizim zihniyet dünyamızda din, hukukullah müvacehesinde bir takım ibadetlere ve kalp temizliğine, hukuk-u ibad yönüyle ise hümanizme irca edilmiştir (indirgenmiştir).

Bugün herhangi bir İslam yuvasında, hayatın dini bir perspektifle ele alındığı kitap sayısı genellikle ikiyi geçmemektedir ki bunlar; bir adet Kur’a-ı Kerim meali ve muhtasar ölçülerde  basit bir ibadet ilmihalinden ibarettir.

İslam hanelerinde müstakil bir Akide kitabı – Aile İlmihali – Muamelat İlmihali –Ahlak ve Adab kitabı, Evrad-ü Ezkar Kitabı, muhtasar bir tefsir ya da siyer-i nebi kitabı, feraiz Kitabı umumiyetle bulunmamakta, bu meselelerde ehlinden ilmi destek de alınmamaktadır. Zira Müslüman nasıl bir akideyle iman etmesi gerektiğini, mensubu olduğu ehl-i sünnet Maturidi ya da Eşari ekollerinin ne olduğunu bilmemekte, ailevi münasebetlerinde, ticari/mesleki hayatında ve miras ahkâmında İslam’ın ne dediğini maalesef ki merak etmemektedir. Peygamber Efendimizin günlük hayatı, ahlak-ı mekarimi, ezvac-ı tahiratla, komşusuyla, akrabası ve ashabıyla olan münasebetleri vaaz kürsülerinin hissi malzemesi olarak görülmektedir. O dinini abdest ve namaz erkanı olarak bilmekte; kandil simidi, bayram alışverişi, mevlüt yemeği, defin merasimi, saç telinin görünmemesi ve üfürükçü hoca basitliğinde algılamaktadır.

Böyle olunca  beş vakit namaz kılan ama ticaretinde muhatabına illallah ettiren sözüm ona sakallı tüccarlar, hepsi bila istisna mevduat bankalarına gırtlağına kadar faizle borçlanmış cami cemaati, başı kapalı ama iki namaz arası dizi keyfi tadında yaşayan zevce ve anneler, mesture olmakla birlikte flörtünden, sigarasından, gezmesinden ve feminenlikten  asla geri kalmayan kız evlatlar, nerde ve kiminle hangi arızalı  olaya karışacağı ve baş ağrıtacağı belli olmayan oğullar İslam cemiyet ve aile yapısında aleladeleşmektedir.

Yani ilk problem; Müslümanın, inandığı din olan İslam’ın ne dediğine ve ne talep ettiğine dair ilgisizliği, umursamazlığı ve cehlidir. Bu ilgisizliğin kaynağı ise yukarıda da ifade ettiğim dinin genel ahlak kaidelerine indirgenmesi problemidir. Müslüman dinin mahiyetine ilişkin bir farkındalık geliştirip, inandığı şeyin taleplerine her nefesine hudud tayin edecek bir samimiyetle teslim olursa bu problem halledilmiş olacaktır.

Sorunun bu yönü aşılırsa problemin kaynağı olarak geriye “müslümanın inanışı ve teslim oluşuna rağmen yanlış bilgi kaynağından beslenme, doğru bilgiye bir şekilde ulaşsa bile onu yanlış anlama veya yanlış  tatbik etmekten kaynaklı bocalama  yahut dinin hududuyla asrın batıl kabullerini ve hayat tarzını mezcetme problemleri kalıyor ki bunlar ilk probleme nispetle  tali seviyededir.

Tali seviyede demek kolaydır elbet ama hususiyle son zikrettiğim dinin hududuyla asrın batıl kabullerini ve hayat tarzını mezcetme ya da edememe sorunu pratik neticeleri itibariyle Müslüman toplumlarda yaşanan iş bu ictimai çürümenin merkezinde durmaktadır. Zira nefsaniyet ve menfaat merkezli Batılı tarzda yaşayabilme heves ve arzusu bugün ulemayı bile tahakkümü altına almıştır. Din ile tedeyyün etmeyen insanların zaten böyle bir problem yaşamadıkları, zihin dünyalarında “batıl hayat tarzı” diye bir mesele bulunmadığı, bu sebeple de yaşadıkları asimilasyonun farkında bile olmadıkları aşikârdır.

Bu peşinen ve haklı olarak mahkûm ettiğimiz batıl hayat tarzının temel dinamikleri artık herkesin malumu olduğu üzere bireycilik, her daim para ya da paye ile güçlü olma, ben merkeziyetçilik, sınırsız hürriyet ve hesapsız tüketimdir.

Cemaat olma şuurunu bireyciliğin, her halde muteber ve vakur olma vasıflarını güce tapınmanın,  diğergam olma erdemini egoizmin, enfüsi ve afaki tüm hudutlara riayet olgunluğunu pür özgürlükçülüğün, kanaat ve iktifa etme hissini müsrifane tüketimin ve hazzın aldığı bir sosyal vasata doğru süratle sürüklenmekteyiz. Bu başlıkları sırayla hulasa etmek aileyi nasıl tahrip ettiğini ayrıca yazmaktan vareste kılacağı için kısaca izah etmeye çalışalım;

Bireycilik; cemiyetin umumi kabulüyle bir otokontrol fonksiyonu icra eden müşterek ahlaki surları yıkmış, sosyal aidiyetlerin kaçınılan manevi müeyyidelerini işlemez hale getirmiştir. Bu prensip, kimsenin kimse için maddi yâda manevi bir sorumluluk hissetmediği, hayatın gerek sefa gerek cefasını ferdin tek başına yaşadığı ve sırtlandığı, hususinin umumi karşısında devamlı putlaştırıldığı bir ictimai vasat inşa etmiş ve buradan hudut tanımaz hürriyet düşüncesinin tahakkümüne imkân doğmuştur. Kişi artık sadece vicdanı ve yürürlükte olan ve maalesef hep suçluyu kayıran hukuk kaideleriyle bağlı hale getirilmiştir. Vicdanın hep iyiyi telkin eden ve rahmet-i ilahi iktizası fıtri olan sesi ise gücü elde etme sürecinde bir daha hiç duyulmayacak derece de kısılmıştır.

Güç perestlik; paraya ve nüfuza tahvili mümkün olamayan insanlığa ait tüm manevi kemalatın katili olmuştur. Artık fakir âlimin, imkânı olmayan akrabanın, siyasi istinatgâhı olmayan akil adamın, fakrı ve uzleti tercih etmiş gönül insanlarının hiçbir itibarı ve saygınlığı kalmamıştır. Kavgalı sülaleleri sulh eden, kan davalarını bitiren büyükler, yıkılmaya yüz tutmuş yuvaları ıslah eden sağduyu insanları, ye’se kapılmış gönüllere vaaz ve nasihatiyle ümit ve neşe casino online salan ihtiyarlar yok artık. Hepsi bir kenara itildi. Emekçi bir başına, hasta bir başına, mazlum bir başına ve değersiz. Çünkü gücü yok, parası, payesi, nüfuzu, kölesi yok.

Egoizm; bireycilik ve güce tapınmanın asli saiki. Kendini aşırı önemli ve hayati bulan insanların madem ortada maddi ya da manevi bir değer var bu önce bana verilmeli, beni tatmin etmeli, bu tamam olunca ve kalırsa iş bu bakiye paylaşıma açılabilir diyen arsız ve pişkin iç sesin adı. Enfüsi ve sessiz bir tuğyan hali. Dünyaya, başka insanlara, hayvanata, nebatata ve sair eşyaya bu tuğyan psikolojisiyle bakma psikozu. Arzın altını üstünü, okyanusların derinliklerini ve semadan inen nimetleri hep kendisine musahhar ve münhasır görme vahşeti.

Hürriyet ise bu günkü algılanış şekli sadece nefse külli esaret anlamına gelen  mefhum. Ben’in her türlü kayıttan azadelik talebine müspet cevap vermenin ötesine gecip her hudud koyanın yüzüne bu azadeliği haykırma cüreti. Din, en basit tarifiyle Allah’ın hududuna inkıyaddır halbuki. Vatandaşlık devletin ve kamu otoritesini kullananların vaz ettiği hukuka riayettir. İnsanlık marufa, anne/babalık aile hukukuna tüm sosyal statüler onu çerçeveleyen zımni akde sadakattir aslında. Tüm bu hadleri elinin tersiyle itmek, yabanileşmek, ölçüsüzleşmek ve arsızlaşmak hürriyet diye pazarlanmış ve kapış kapış satılmıştır bu pazarda. Yağma edilmiş ve hala ihtiyacı karşılayamamıştır. ”Sen bana karışamazsın” cümlesi tüm ıslah ve terbiye teşebbüslerinin başını tek hamlede kesen  zehirli bir kılıç olmuştur. ”İşine bak ” kabalığı insana haddini hatırlatan her iyiniyetli vaizin suratına nefretle atılmış bir tokattır. Vazife tanımazlıkla kalmayıp sadece hak dillendirme ve hak dava etme aymazlığıdır.

Yalnızca maddeye perestiş, akli kabullerin tartışılmazlığı, feminizm, hak ve vazifelerin tevziinde mutlak eşitlik  gibi başkaca amiller daha bu başlıklara eklenebilirse de tüm bu sayılanlar ve sayılmayanlar birbiriyle organik bağ halinde ve saikler, sebepler, neticeler şeklinde müteselsilen birbirene merbut ve birbirinden teferri etmiş esaslardır.

Tüm bu mefhumlar İslam cemiyetinin hücrelerine iletişimin sağladığı imkanlarla süratle nüfuz etmiş ve Müslümanın karakterinin teşekkül merkezi olan şuur altı dünyada hakim ve belirleyici olmuştur.

Aile olmak ise en az iki kişi olmaya söz vermekle bireycilik illetiyle zaten mahiyet olarak zıddiyet ihtiva etmektedir. Ruhen bireyci kalarak yuva kurma çabasıysa maalesef bir türlü birbirine kalben ülfet edemeyen, ben’den biz’e varamayan çiftler meydana getirmiştir. Kazancını, harcamalarını, mesaisini, eğlencesini ve hatta tatilini bile kendi dünyası içinde tek başına planlayan, bu durum problem olduğunda muhatabını fazla çağ dışı ve eski kafalı olmakla itham ederek asıl problemin bu yabancılaşmayı ve mesafeyi problem etmek olduğuna inanan eşler her yerdeler.

Nezdinde manevi hiçbir kemal ve kıymet bulunmadığından maddi inhitatlarda kendini hiçliğe yuvarlanmış hisseden, fakr ve zaruret söz konusu oluverse ne kendinde ne zevcinde hiçbir takdir ve tercih sebebi göremeyen ve genelde gücü temsil etme misyonu erkek tarafında olmakla kocayı neredenliğine ve nasıllığına bakmaksızın hep daha fazla paraya kamçılayan eşler, aileler türedi süratle. Eşlerden biri müzmin bir hastalığa düçar olsa ya da kaderin sevkiyle biri sebebiyle her ikisi için alışılagelen şartlar mecburi ve büyük bir değişime uğrasa hemen derin bir sarsıntı yaşayan ve çoğu zaman bu sarsıntıyla yıkılan yuvalar duyar olduk.

Batı Medeniyetinin insanlık adına bir şifaymış gibi ürettiği ve sarıldığı, tüm dünyaya da benzersiz bir propagandayla pazarladığı yukarıdan beri saymaya çalıştığım bu tabular maalesef bize sadece batının hastalıklarını taşıdı. Tıpkı orda olduğu gibi çöken bir aile ,ahlaki olarak kokuşan bir cemiyet bizim bünyemizin de parçası oldu.

Dinine yabancılaştırılmış Müslüman bu hastalıkların panzehirini Kuran ve Sünnete dönmekte değil boşanmakta, mükellefiyetlerinden sıyrılmakta arıyor ve yine aynı zehre yapışıyor. Kadın döndüğü evde de halledemediği iç huzursuzluğunu sosyal medyada çılgın maceralar arayarak bastırmakta, erkek yularından boşanmışçasına nefsaniyetin her türlü çukuruna atlamakta ve çamurlaşmaktadır.

Erken terhis olduklarını düşündükleri gençliklerine ve heva-ü heveslerine rücu edebilmek için düşüncesizce sahip oldukları küçücük yavrularını büyük anne ve büyük baba yanına bırakıp bir karanlık istikbalin bilinmezliğine serseri bir ruh haliyle dalmaktadırlar.

Merhametin ve sahip çıkmanın tek tezahürünü “canım sana nasıl kıydılar” pışpışlamasında zanneden veliler şımarık ve sorumsuz şikâyetlerle yuvasını terk edip kapılarına gelen evlatlarına Kuran ve Sünnet’in ne dediğini samimiyetle öğretmedikçe ve bunu gerekirse zecri olarak tatbik ettirip “asıl merhametin” Rahman’ın ölçülerine sadakatte tezahür edeceği şuuruna varmadıkça iş bu yıkılan yuvaların önüne geçmek mümkün görünmüyor. Netice olarak da toplum bünyesine sinsice sızan “onlara zihni benzeşme ve yakınlaşma virüsü” Müslüman ictimai hayatının belki onu ayakta tutan en mühim müessesesini de tahrip ediyor, zayıflatıyor.

Kemal yaşına baliğ olduğu halde bir türlü müstakim bir  şahsiyet kesbedememiş, vakar ve sekinet elde edememiş serkeş tabiatlı erkekler; müteaddit çocuklu bir ana olduğu halde giyimi, yürüyüşü, konuşması, gülüşü ve her yerdeliğiyle  annelik sıfatı taşıdığına inanılamayacak hafiflikte kadınlar, insan ruhunu asalet ve aidiyet bağlarıyla içten kuşatan mutedil ve sıcak bir aile ortamında büyümekten mahrum oluşu hayatlarını darmadağın etmiş evlatlar artık bizim medeniyetimizin de temel yapı taşları. Bu taşlar aralarındaki rabıtasızlık ve kopukluk ile temelini oluşturdukları toplumun istikbalini tehdit etmekteler. Ya bizi, ailemizi ve ümmetimizi birbirine rabteden maddi ve manevi bağların harcını islamın akidevi, ameli ve ahlaki tüm ölçülerinden elde edilmiş bir terkiple yeniden karıp bu müesseseleri tahkim edeceğiz, ya da tıpkı batı gibi ahlaki bir çöküşün sebep olduğu varlık buhranlarında bir ömür mutsuzluk içinde kıvranacağız.

Burhanettin Çağırıcı
Musellem.net yazarı, avukat