Felsefe Nerede Durmalı? – İhsan Şenocak

Vahiy Doğruya, Felsefe Yanlışa Götürür

Akıl vahye iktida eder. Çünkü vahiy doğruya, mahza felsefede yanlışa götürür. Fakat felsefe, “neyin doğru olduğunu idrak edebilmek için neyin yanlış olduğunu bilmek gerekir”, faslından bir kıymete sahiptir. Bu yüzden İslam, ne sadece felsefeyle ne de felsefesiz anlaşılabilir. Felsefe, yanlışın müessisi olduğundan hakikati bulduramaz. Bilakis neyin “hakikat” olmadığını gösterir. Kim felsefenin buldurucu olduğunda ısrar ederse, “buldum, bulacağım” zannıyla hem “hakikate” hem de şakirtlerine ihanet eder.

Felsefenin Allah Teala ile rabıta kurma gibi bir önceliği yoktur. Mücerred akıl onu nereye götürürse, oraya gider. Kutsal tanımaz, Vahye karşı buyurgandır. Fakat her nevi tuğyana fikri hüviyet verip, ihtiramda bulunur. Yanlışı tesis etmede ne kadar açılacağını ve nerede duracağını filozof da bilmez. Bu yüzden zihinsel faaliyetlerinde ya da düşünce makberlerinden arakladığı hasılayı aktarmada bir usule riayet etmez. Ne hesap verme korkusu, ne takva, ne de veradan nasibi vardır. Bu yüzden aklını felsefeye kaptıranlar hevalarına göre nassları tevil ederken vicdan muhasebesi yapmaktan mahrumdur.

Şakirtlerin Kıymet Melekeleri

Filozof ya da felsefe şakirtlerinin idrak ve kıymet melekeleri marazlı olduğundan kendilerini ya Peygamberlerle aynı seviyede ya da onlardan daha üstün görürler. İbn Rüşd, din ve felsefeyi aynı memeden süt emen iki kardeşe benzetir. Felsefeye göre, peygamber hakikate, vahiyle doğrudan, filozof ise aşağıdan yukarıya burhanla ulaşır. Farabi’nin filozofun talip, peygamberin de matlup olmasını nazara vererek filozofun peygambere rüçhaniyetine hükmetmesi, felsefenin hikmetsiz nasıl inkara saplandığının resmidir.

İlahiyat’tan Felsefe Mabetlerine

İslami İlimlerde merkez olamayan İlahiyatlar, maalesef ki öğrencileri ne ilmi ne de fikri manada tatmin edemedi. Daha ilk yıllarda öğrenci diplomasını alıp, “Harvard’ta, Cambridge’da” yüksek lisans yapmanın hayalini kurdu. İmkan bulunca da felsefeyi kutsayan, İslami ilimleri aşağılayan oryantalizmin bilgi mabetlerine “rıhleler” yaptı.

Yusuf Kaplan’ın, “Felsefenin, bir işe yarayabilmesi için, terkedilmesi, yani aşılması, hikmetle buluşabilmesi şarttır.” şeklindeki değerlendirmesi, neden felsefe derslerine keyfiyet ve muhteva ayarı yapılmasının da cevabıdır.

Yerinde okutulmayan ya da İslamî ilimler geleneğinden mahrum olanların elinde tatminsiz öğrenciler yetiştiren felsefe, İslamî ilimleri aşağılayan münkir bir neslin yetişmesine vasıta olmaktadır.

İslam Düşüncesi mi, İslamî Düşünce mi?

İyi derecede İslamî İlimler okumadan felsefeye dalmak fikri anarşiye yol açar. Vahiyle, düşüncenin koordinatlarını tam olarak belirleyemeyen her öğrenci, belli bir zaman sonra İslam’ı da düşünce sistemi olarak görmeye başlar. Her mevzuda “indî” yorum yapar, “bana göre” diye fetva verir. Hakikatte ise İslam, bir düşünce sistemi değil, vahiydir. Bu yüzden Üstad Necip Fazıl, “İslam Düşüncesi” terkibini, ulvi olanın beşeri olana mahkumiyeti şeklinde yorumlar.

İslam, aslı itibariyle münzeldir/indirilmiştir. Düşünce onun esası değil, zamanla ulemanın münzel/vahiyden derin düşünce neticesinde anladığıdır. Bu yüzden Müslümanların zihni hasılalarına, “İslam Düşüncesi” değil, “İslamî Düşünce” yani vahye aidiyeti olan düşünce demek gerekir.

İslamî Düşünce sisteminin kurucusu vahiy; felsefenin ki ise akıldır. Bu cihetle İslami Düşünce felsefeyle aynı bağlamda ele alınamaz. “Tefsire şu kadar ders ayrıldı, felsefeye de bu kadar tahsis edilmeli.” denemez. Felsefi aklın hasılası, İslamî düşünceye rakip olamaz.

Felsefe Nerede Durmalı?

Müslümanlar, vahyi koruma ve anlama çerçevesinde diğer medeniyet havzalarında olmayan ilim dalları inşa etti. “İki asıl” olarak şöhret bulan Usûl-u Fıkıh ve Kelam insanlara beşer aklının ulaşabileceği nihai noktaları gösterdi. Kelamcılar, farklı medeniyet havzalarının tenkitlerine ve onların tesiri altında vahyi anlayan sapık fırka mümessillerine niçin ve nasıl iman edileceğini ilzamî bir dille anlattı. Aklın da, kalbinde yolunu aydınlattı. Usulcüler ise tayin ve tesbit ettikleri esaslarla Kur’an ve Sünnet’in her çağın sorunlarını çözecek muhtevada olduğunu gösterdi.

Usul-u Fıkıh, fikir/fıkıh imal etmeyi, Kelam’da; İslamî Düşünce sistemi içerisinde kalarak “hakikat”in nasıl anlaşılacağı ve anlaşılan hakikatin de neye göre korunacağı noktasında esaslar belirledi. Kelam, vahyi muhafaza adına mücerret ya da muharref düşüncenin yakasına yapıştı. Kelamî hasılayı -insaf sahibi her aklı ikna edecek şekilde- bir araya getiren Taftazanî ve Cürcanî’nin Şerhul-Mevakıf ve Şerhul-Makasıd’ı bütün muhtevası mücerred düşünce olan mutezile ve felsefeyi sigaya çekti. Çağının düşünce sistemleriyle hesaplaşan Taftazânî ve Cürcanî onlara ne olduklarını ve nerede durmaları gerektiğini de öğretti.

İslamî Düşünce, felsefeyi hesaba çekme sürecinde onu bütünüyle reddetmemiş bilakis ondan “fevâid” çıkararak akl-ı selimin hizmetine sunmuştur. Dün bu hizmeti yapabilen Kelam, bu gün de –nisbi müdahalelerle- yapabilecek güçtedir. Fakat asıl büyük mütefekkirler, kurucu ve sorgulayıcı akıllar usul ve fıkıh alimleri arasından çıkmıştır. Bu yüzden tefekküre kelamla başlayan Ebû Hanife (rahimehullah) hicri 120’den itibaren alan değiştirip fıkha yönelmiştir. Birinci sınıf akılların kendilerini tatmin edecekleri yegane alan fıkıhtır. Müslümanlar on iki asır dünyayı fakihlerin ictihatlarıyla idare etmiştir. Bu yüzden İslamî muhtevayı imha hareketi öncelikle fıkhı hedef almış ve onu “ilmihal” sınırlarına mahkum etmiştir.

 İslamî İlimleri Sürgüne Göndermek

Merkez olamayanları yani İslami ilimlerin dünyasına giremeyenleri, felsefe çölüne çekmek ana dilini henüz öğrenmeyen çocuklara ecnebi lisanı öğretmek gibidir. Bu ne kadar yanlışsa İslami ilimleri sürgüne gönderip, felsefeyi buyur etmek de o kadar hatadır. Lisan öğrenmek esas itibariyle farklı ufuklar tanımak için gereklidir. Fakat kişinin kendi ufkunu tanımadan başka ufuklara açılması, kendi medeniyet havzasından koparılıp Batıya mahkum edilmesi nasıl doğru kabul edilip, müdafaa edilir? Sınırlı düzeyde İslami eğitim alan İlahiyat öğrencisi bu mahkumiyetten kurtulup, Türkiye’nin ve İslam dünyasının geleceği adına ne kadar sağlıklı düşünebilir?

Neye Karşıyız?

“Neden felsefe okutuluyor?” diye müşteki değiliz. Felsefenin okutulma şekline, muhtevasına, “İslam Felsefesi” terkibiyle bu dersi verenlerin İslam harfleriyle yazılan metinleri okuyamamalarına, bu yüzden Batılıların eserlerine mahkum olmalarına ve nihayet felsefenin yerinin yeniden tayin edilmesi talebine karşı muhafazakar bir tavır alıp, eğitimi mahveden sistemi savunma reflekslerine karşıyız.

Eğer eğitimde başarı fakülte açmak, bina yapmak, tedrisata büyük bütçeler tahsis etmek, mezun öğrenci sayısını artırmaktan başka bir şeyse, o başka bir şey noktasında İlahiyatların ne halde olduğu ortadadır. Buna itiraz edenler, Diyanet’in düzenlediği “yeterlik sınavlarına” gözlemci olarak katılıp, savundukları programdan mezun olan öğrencilerin ne durumda olduklarını görebilirler.

Ez Cümle

İslami ilimler ne sadece akılla ne de akılsız anlaşılır. Bu iş ne sadece felsefeyle, ne de felsefesiz olur. Çünkü İslam, gündüzse felsefe gece; İslam aksiyonsa felsefe reaksiyon; İslam doğruysa felsefe yalandır. Gündüz geceye, İslam da gerçek kıymetiyle anlaşılabilmek için felsefeye muhtaçtır. Evet, felsefe mutlaka okunmalıdır. Ama neyin gece, neyin reaksiyon ve nihayet neyin de yalan olduğunu öğrenmek için okunmalıdır. Ne varki İlahiyat Fakülteleri kurulurken felsefe esas kabul edildiğinden -ilerleyen yıllarda ki kısmî müdahalelere rağmen- öğrenci İslami İlimlerdeki mahrumiyetinden dolayı çoğu defa gece ile gündüzü, yalanla doğruyu birbirinden ayırt edememiş bu yüzden yalana doğru, doğruya da yalan hükmünü vermiştir.

Beş yıllık fakülte hayatında tefsirden birkaç kısa sure, fıkıhtan birkaç mevzu ve yüz elli iki yüz hadis okumayı İslami ilimler adına yeterli görenler bu kıymet ölçüleriyle aslında ne kadar ibtidai bir malumata sahip olduklarını da izhar ediyorlar. Bu anlayış, çeşitli sınavlardan geçerek başarısını isbat eden ilahiyat öğrencisini mezun olduktan sonra kendisine sorulan sorular karşısında, “Kalellah-u Teala/Allah Teala buyurdu.”, “Kale Rasulullah/Allah Resulü buyurdu.” yerine, “Bana göre…” diye cevap vermeye mahkum etmiştir. Çare ise, İslami İlimleri merkeze alarak milletin ihtiyacına göre bu okulları yeniden yapılandırmaktır. Yani İslami İlimlerin asıl, felsefe grubunun ise tali ders olduğu, Türkiye’yi taşıyacak, dünyayı anlayacak, Kahire’de, Dımeşk’te, Bağdat’ta, Mekke’de okuyan kardeşleriyle Kur’an-ı Kerim’in diliyle ilmi müzakereler yapacak öğrenciler yetiştiren bir fakülte inşa edilmelidir. Bunun hayalini kuran İlahiyat hocalarımızın bu süreçte süküt orucuna bürünmeleri, “alimler birliği” gibi terkiplerle kendilerini duyuran müesseselerimizin de fikir beyan etmemesi eski halin devamına dolaylı yoldan destek sağlamıştır.


İhsan Şenocak Hoca’nın “İlahiyat Fakülteleri’nin İlmi Kıymeti” adlı makalesinden iktibastır.


Editör
Musellem.net editörü...