Sen Böyle Değildin Cübbeli Hocam!

musellem.net cubbeli aciklamaBazı yayın organlarında çıkan asılsız haberlere dair açıklama:  https://www.musellem.net/cubbeli-hoca-ile-ilgili-yazimiza-dair-zaruri-bir-aciklama/

 


Cübbeli Ahmet Hoca her ne kadar sık sık “Benim ne gücüm ne kudretim var, yalnız başına bir adamım” dese de, Ehl-i Sünnet kadrolardan kendisine eleştiri yöneltmenin çok kolay olmadığı meseleye yakın olanların farkında olduğu bir hakikat. Zira hocanın o biricik kürsüsünde kendisinin de kabul ettiği ve yine sık sık söylediği üzere çok kuvvetli hitabeti sayesinde hakkında konuştuğu kimseyi yerle yeksan ettiği bir gerçek. (1)

Biz “Hakkı Haykırmak İçin” diyerek çıktığımız bu yolda bu vakte kadar yaptığımız yanlışları yinelememek adına bir kısım meseleleri konuşmak gayesindeyiz. Mesele basit: Ümmeti üzen şeyler oluyor ve bu üzüntülerin sebebi ümmetin bizatihi suskunluğu.

Bu meseleye tekrar döneceğiz ancak öncelikle bu yazıyı okumak zahmetinde bulunacak olanlardan iki hususu göz ardı etmemelerini istirham ediyorum.

1-Peygamberlerden gayrı kimse masum değildir. Hata etmekten hâli olmayan kimselerin usturuplu bir dil ile hatasını söylemek ona kötülük ya da düşmanlık da değildir. Hata edeni hatasıyla beraber kabul etmek, hata sahibini hatasız görmekten çok daha iyidir. Hatasız kabul ettiğimizi idrak etmiyor ve kabullenmiyor olsak da Efendimiz (s.a.v)’in bize bir ikazı var: “Kişi sevdiğine karşı sağır ve kör olur.” Yani onun hatasını görmez.

2-Bu zamanda kimse “la yüsel” (sorgulanamaz) değildir. Bu işin tabiatında böyledir; herkes sorgulanabilir. Sorgulanmalıdır ki arızalar kök salmadan sıhhate kavuşmak mümkün olsun.

Bunları aklımızda tutmamız icab ediyor zira yazının herhangi bir yerinde muhabbetinizden ötürü yanlış algılayabileceğiniz yerler olabilir. Bunların önüne geçmek yazıdaki gayemizin hâsıl olması için ilk şarttır.

Bu yazının gayesi Ehl-i Sünnet olarak değerlerimizi kaybetmek korkusudur. Unutmayın; kaybetmek yalnızca uzaklaşarak ve küçülerek değil, büyüyerek ve yakınlaşarak da olur. Ve biz çok zaman böyle kaybettik!

Gelelim Konuya

Buraya tekrar döneceğiz dediğimiz yerden devam edelim; bu vakte kadar yaptığımız hatalar dedik. Yazının yazılmasında amil sebep Cübbeli Ahmet Hoca olduğu için lafı eveleyip gevelemeye gerek yok.

Yıllarca Hocayı dinledik, (ki ben en az 10 sene dinledim okudum ve hala istifade ediyorum) sağdan sola vurduğu, devirdiği kimseleri anlatırken güldürdü bizi. Evet, Ehl-i Sünnet dışı kimselere idi yaptığı, onların yerle yeksan oluşundan, cehaletlerinin ifşa oluşundan haz alıyorduk! Ama hiç birimizin aklına “ilmin hatırını incitiyor olduğumuz” gelmedi. Hani ilmin asaleti, ağırlığı vardır ya; bildikçe ezilir insan altında. Öğrendikçe susar demiş büyüklerimiz. Tavırları gittikçe ağırlaşır bilenin…

O sırada bunları pek düşünmedik doğrusu. Neden mi? Biz Cübbeli Hoca ile aynı takımdaydık ve goller hep karşı kaleye gidiyordu. Tabi mutlu olacaktık. Golü nasıl attığımızın pek önemi yoktu: hakikat!

“Ne diyor bu?” diyenlerin Cübbeli Hocayı esasen tanımamış olduğu, o dakikalarda bizimle beraber mutlu olanlar arasında olmadığını varsaymak zorunda olduğumu bildirmek isterim…

Cübbeli Hoca’nın reddiyeleri ve köpük kadrolara iğne dokunduruşu ilmin izzetinin daha ziyade korunduğunu düşündüğümüz bir takım yazılı mecralarda da ilerlemedi değil. Kalemine kuvvet deyip arşivlediğimiz yazıları azımsamıyor, küçümsemiyoruz yani.

Ama nedense hocamızın kulaktan dolma bilgilere olan temayülü ile çok defa hakikatin hatırını incittiğini fark edemedik. Zira hocaya karşı konuşmanın rüzgara karşı üflemek kabilinden absürt olduğu ayan beyan ortadaydı, bu yiğitliği yapanlar ise beklendiği gibi bize ulaşmayan sesleri içinde boğulup kalıyorlardı muhtemelen.

Gün geldi hocanın kulaktan dolma bilgilerle bizi vurduğuna şahit olduk. Bilemedik koca âlim neden böyle yapardı, anlayamadık! Anlayamadık, soramadık, anlatamadık..

Hani dedik ya kimse sorgulanamaz değildir, hata yapmaz değildir diye. Hocanın hataları ya samimi olarak inandığı şeylerden fayda görmesi ve dolayısıyla onlardan vazgeçmeyişi ya da işittiğine safiyane yürekle inanması ve inandığını fevrilik ile kürsüye taşımasıdır diye inandık biz hep. Samimi olarak inandığından vazgeçmediğini düşündüğümüz şeylerin başında zayıf hadislerle olan münasebeti gelir ki o ayrı bir yazının konusudur.

İkinci hata sebebi olan fevrilik ve kulaktan dolma olanı kürsüye taşımak ise kendi ifadeleri ile örneklendirebileceğimiz anekdotlarla doludur.

Biz hatırlatalım bilenler boşlukları doldursun;

1. İsmailağa Camiinde Selahaddin hocanın imamet süreci. Haftalarca kendisine gelen bilgilere istinaden kürsüden isim vererek tenkid ettiği Selahaddin hoca ile sonra nasıl barıştılar ki? Her şey yanlış anlaşılma, araya kimseyi sokmadan yapılan tek görüşme olmayışı. Cemaati ikiye böldüğümüz o günlere ne gerek vardı be hocam demeyelim mi şimdi?

Cubbeli talu2. Mehmet Talu hoca hakkında yaşananlar. Hacca giden hocaefendi arkasından fevri davranışlar. Sonra yüz yüze geliş ve özür dilemeler. Flash TV ekranlarının şahid olduğu bu olaya ne gerek vardı diye sormayalım mı şimdi?

3. Yakın yıllar önce Bediüzzaman Said Nursi merhum hakkında konuştun. Biz bilemedik hoca yanlışları düzeltti dedik. Sonra baktık ki Mehmet Paksu hocamıza doğruları gösteriyor. Ah be hocam madem baştan sona bile okumadın o kitabı niye sarstın milletin yüreğindeki Üstad’ı demeyelim mi şimdi?

4. Nureddin Yıldız hakkında bir şeyler söyledi uzun zaman önce.  Hak verdik. Hoca kendisine ulaştırılan bilgileri teyid etmeden kürsüden haykırmıştı hakikat bildiğini. Sonra baktı ki yanılmış, hapishanede iken “aman” dedi, “yanılmışım yanlış söylemişler bana.” Çıkınca bu defa “yok” demeye başladı, “onun başka arızaları da var.” Bunca yanlış anlama ile kafaları karıştırmak reva mıdır diye sormayalım mı şimdi?

Sıralama uzar da gider. Bizim kaale almayıp kendisine cevap hakkı bile tanımadıklarımızdan kim bilir neler çıkar diye düşünmeyelim mi şimdi?

Bunlar konuşulurken, “doğruları öğreniyoruz” diye sevinirken, ters düz olunca her şey, Cübbeli hocayı hakkaniyete davet eden, ona kırılanlar kaldırsın ellerini… Bir milyonu aşkın takipçi sayısı ile bunu başarabilenlerimizin sayısı arasındaki farklı uçurumu tahayyül edemiyorum, edemezsiniz!

CubbeliSebebi ne ola ki dersiniz? Sebep çok basit. Çünkü biz onu seviyorduk/seviyoruz. 11 yaşında kürsüye oturmasından, doksanlı yılların Külliye vaazlarından, günde on saat çalışıyorum dediği tefsir telifinden, risalelerinden, babasının zenginliğini yalnızca davası için kullanışından, 28 şubatta hapse girişinden, çıkışındaki dik duruşundan, 10 riyale alıyorum dediği entarisini gösterirken gördüğümüz dağınık sarığındaki tevazudan, sabah namazlarında kıldırdığı tesbih namazından, İzmit’te, Adapazarı’nda yaptığı ateşli sohbetler ve yanık Kur’an tilavetlerinden, Efendi Hazretlerine olan sadakatinden…

cubbeli3Sevmek için o kadar çok sebebimiz vardı ki…
Yok yok yitirmedi bunların tamamını. Dimdik durduğuna inandığımız hususiyetleri var hala. Ama yerle yeksan olmuş, zedelenmiş, değişime maruz kalmış, unutulmuş hususiyetleri de var…

Biz üzülmeyelim mi şimdi buna?

Akıllara takılan soruların suçlusu bir tek biz miyiz gerçekten? Kitaplarını satır satır ezberleyenlerin, kasetlerini dinlerken düğmelere basmaktan parmakları şişenlerin, sözlerini not defterlerine cümle cümle nakşedenlerin…

Sormayalım mı şimdi bunları? Demeyelim mi neden bunların sana olan muhabbetindeki değişim?

Oysa onlar hala ilme sevdalı bilesiniz! Onlar hala Ehl-i Sünnet isimlerin peşinden gitme gayretindeler.

Bir de muhabbetini yalnızca Cübbeli hocaya bağlamış olanlar var. Cübbeli hoca kürsüden isimlerini verdi diye böylesi binlerce kişiden hakaret işiten, küfür yiyen, tehdit edilenler var. Her Cübbeli hoca muhibbanının durumu böyle değil elbet ama böyle bir potansiyel olduğunu bile bile, bizim görmekten bile utanacağımız lafları diline dolayan kadroların varlığından haberdar olmasına rağmen neden kürsüler isim listelerinin ifşa edildiği yerler haline geldi diye sormayalım mı şimdi?

İş bu ifşa faaliyetini batıldan muhafaza için yaptığından hiç şüphemiz yoktu bir zamanlar. En fazla “Dazlak Nuri” derdi malum şahıs için. Onun hakkında reddiye yaparken eserini önerdiği, kendisini methettiği, istikametinde hiç sapma olmayan hocalarımızı incitiyor şimdi!

Sahi, şu verdiği isimlerin yerle yeksan olduğu kürsünden Ehl-i Sünnet müdafilerini tavsiye ettiğini, onları da dinleyin dediğini ne vakit göreceğiz? Yalnızca yanlış anlaşılmasın diye “Ehl-i Sünnet değildir demiyorum ha!” deyişinle faydadan çok zarar verdiği isimler… !

İhsan Şenocak’ı, Ebubekir Sifil’i, Orhan Çeker’i, Esad Coşan’ı, Cevat Akşit’i, Şevket Hoca’yı, Osman Nuri Topbaş hocayı dinleyin dediğini, Semerkand yayınlarını, RIHLE’yi, Bedir yayınlarını, Altınoluk grubunu okuyun dediğini hiç duymayacak mıyız?

Ehl-i Sünnetin vahdeti için bunlar şart değil mi? Birilerinin ben demekten vazgeçmesi, başka adresleri göstermesi lazım değil mi? Bunların başında da en büyük cemaate hitap eden bir kimse olarak hocanın gelmesi lazım değil mi? Bunu yapsa insanların etrafındaki değerlere düşman değil, değerlerin bizzat sahibi olacağı hakikatini görmüyor muyuz sahi?

Hocam,

Hakikat var hocam, biz seni müdafaa etmekten yorulduk, insanların haklı olduğu yerde “o bizim kıymetlimizdir, dokunmayın” demekten, susmaktan yorulduk…

Ve bu yazıyı biz yazdık. Ortada ya seni şiddetle müdafaa edenler ya da galiz hakaretler savunanlar var. Bu yazı seni sevenlere hatalarını görebilmelerini, müdafaalarında haddi aşmamalarını genişçe bir hikâye ile telkin etmek, diğer yandan sana olan kırgınlığımızı ifşa etmek için yazıldı…

Yani senin adını anıp reklam yapmak için değil kendimizi. Bizi bunca zaman susanlar olarak, yazacak haber arayanlarla bir tutmazsın diye ümid ediyoruz!

Seni gerçekten sevenlerin, seni hatalarınla kabul edenlerin kabini daha fazla kırmaya, üzmeye, gücendirmeye, darıltmaya devam etme, Kol kola görmek istediklerimizi karşı saflara dizme. Bunu isteyenleri üzerimize güldürme.

Ve minallahittevfik…

Bunu bir dertleşmek olarak okuyanlar, düşünenler, hak verenler olursa, samimi tenkitlerine, sorularına, soru işaretlerine yeni cevaplar aramak yeni yazıların işidir.

Zira biz niyetinden emin kimseleriz.


(1) Ehl-i Sünnet dışı kimseler hakkındaki konuşmalarının neticesi olarak kimsenin yerle yeksan olmadığı tezi hem hoca hem de dinleyenleri tarafından itiraz olarak sunulabilir. Ancak kaderin taalluku ve ümmetin imtihanı zaviyesinden bakıldığında, hakkında konuştuğu kimselerin de az zarar görmemiş olması gerçeği ile birlikte mesele biraz daha anlaşılacaktır.

Editör
Musellem.net editörü...