Bismillâhirrahmânirrâhiym
Allah Teâlâ (c.c.) Yüce Kitâbında buyuruyor ki;
“Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidâyet ve nûr vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.” (Mâide/44)
Önsöz Olarak
Batı dünyasında yaklaşık iki yüzyıl önce kendisini hissettirmeye başlayan ve son iki yüzyılda akıl almaz bir hızla gelişerek geldiğimiz noktada küresel egemenliğini pekiştirmiş bulunan modernizm hareketi, İslâm dünyasının aklını başından aldı. Müslüman aydınlarda bir “kimlik krizi” şeklinde ortaya çıkan bu “öykünmeci” yaklaşım/tavır, adına “İslâm Modernizmi” dediğimiz hareketin tetikleyicisi oldu ki, bu hareket tek bir cümleyle “yanlış teşhise yanlış tedavi” olarak özetlenebilir.
Batı’lı oryantalistlerin, İstişrak faaliyetlerinin ve İslamoloji çalışmalarının, İslâm modernistlerinin İslâm ilim ve kültür mirasına yönelttikleri tenkidlere, o tenkidleri belirleme noktasında fikir sağladığını, kaynaklık ettiğini kim inkâr edebilir. Zirâ İslâm modernistlerinin bin dört yüz yıllık Sahih İslâm anlayışına yönelttikleri tüm tenkidlerin hangi birinin altını eşelesek, –istisnasız olarak- karşımıza mutlaka bir yada birkaç oryantalist çıkmaktadır. Bu bakımdan, bir âlimimizin de dediği gibi; “İslâm modernistlerinin bütün marifeti; Batı’nın, sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalistlerin çalışmalarını tercüme ederek ‘uyarlamak’tan ibarettir.”
Sahih İslâm anlayışında, Dinin temel varoluş alanları, belirleyiş alanları itibariyle mümkün olduğunca beşer inisiyatifini ve hata yapma, sapma ihtimali olan aklı sınırlayan, izâfîliği mümkün olduğunca sıfıra doğru indirgeyen bir anlayış var.
Modern İslâm düşüncesi ise tam tersini yapıyor ve diyor ki; “Dinin her sahası, temel alanları, Nasslar, sabiteleri bile insan düşüncesinin, insan aklının, algısının ürünü olarak somuta dökülür, dökülmelidir.”
Modernizm diyor ki; “Kur’ân vahiy midir? Evet. Peki Kur’ân kime hitâb ediyor? İnsana. O halde insanın Kur’ân’dan anladığı şeydir esas olan.”
“Tek bağlayıcı din kaynağı Kur’ân’ın metnidir” sloganıyla gündem tutmaya çalışan ve fakat yeri geldiğinde ne Kur’ân’da ne de İslâm kaynaklarında mevcut olan, geçmişte ortaya koyulmuş “bid’ât ve hurâfe” çöplüğünde bile yer alamayacak türedi söylemleri, “Ben böyle anlıyorum” basitliğiyle ayetlerden çıkardığı yorumları, kendisini izleyen takip eden topluluklara yedirmeye çalışanlar arasında bulunan bazı isimlerin ortaya attığı nevzuhûr bir retorik olan Nebî-Resûl ayrımı’dır yazımın temel konusu. Bu problemli ayrımı, anlayışı ortaya atan isimlerden Abdülaziz Bayındır ve Zeki Bayraktar’ın, ne bir mantıklı tutarlı fikir örgüsü ve dirâyet ihtivâ eden, ne de kat’î, aklî ve naklî delillerle isbatı yapılmış küllî bir bakış açısı teşkil eden, işine yarayacak birkaç ayet grubunun zâhirîne giydirdiği sübjektif yorumlarından başka hiçbir dayanağı olmayan ve bu haliyle delâlet mebhaslerinin tarih içinde ortaya koyduğu görüşlerin fikirlerin kötü bir kopyası mesâbesinde olan, türlü arızalarla ve izahı te’vili mümkün olmayan birçok müşkille mâlul “Nebî & Resûl” anlayışının Kur’ân’a da, Murâd-ı İlâhîye de, Murâd-ı Resûlullâh’a da, Sebîlü’l-Mü’minîn’e, dil ve mantık kurallarına da hatta modernist zevâtın mutlaklaştırmaktan keyif aldığı akla da aykırı oluşunu açık ve net bir şekilde, aklî, naklî delillerle ortaya koymaya çalışacağım inşallah.
Bu, problemli Nebî & Resûl anlayışını ilk ortaya atan Abdülaziz Bayındır olmuştur.
Ben bu yazımda, öncelikle Bayındır’ın konu hakkındaki söylemlerini, iddialarını, görüşlerini ortaya koyduğu -ve kendi web sitesinde de yayınlanan- ilgili yazısına(1) değinip, cevap verip daha sonra Bayraktar’ın konu hakkındaki daha geniş kapsamlı ve detaylı olarak ortaya koyduğu iddialarını ve bu konu etrafında gelişen diğer görüşlerini ele alacağım inşallah.
Asıl konuya giriş yapmadan önce son olarak şunu söylemek isterim;
Bu yazı, söz konusu problemli Nebî & Resûl anlayışını ortaya atan bu zevâtı “ikna etmek” gibi bir amaç taşımıyor. Yol açtıkları büyük mefsedet ve arıza konusunda sessiz kalmanın en az o mefsedet kadar büyük vebal olduğu gerçeği karşısında bir görevi yerine getirme ve bir vebalden kurtulma saikiyle kaleme alınan bu satırlar, basiretini kaybetmemiş insanlar için hakikati gösteren bir işaret levhası olabilirse benim için maksat fazlasıyla hasıl olmuş demektir…
Ayrıca; bahsi geçen zevât Sünneti, Hadisleri, Sahabe’nin, Selef-i Sâlihîn’in ve âlimlerin görüşlerini kabul etmedikleri için, konuyu Kur’ân ayetleri çerçevesinde ele alacağım.
Nebî Ne Demektir ?
Bayındır’ın konu ile ilgili yazısına geçmeden önce Nebî kelimesinin lügâvî ve ıstılâhî anlamlarına değinmekte fayda var;
Nebî kelimesinin türetildiği kök hakkında ulemâ ve lisân âlimleri, iki görüş ileri sürmüşlerdir: Birincisi, sonu hemzesiz ve şeddeli olan “en-nebîyyü” veya “en-nebî”; ikincisi, hemzeli olan “en-nebîü” şeklidir. Buna göre nebî kelimesi sözlükte türediği kök itibariyle iki farklı anlamı ifade etmektedir;
1- Nebî, “büyük fayda sağlayan haber” mânasına gelen “en-nebee” şeklinde hemzeli bir kökten türemiştir.(2) Arapça dil kurallarına göre telaffuzu kolay olsun diye nebî kelimesinin sonundaki “hemze”, “ya” harfine dönüştürülerek “en-nebî” şeklini almıştır.(3) Buna göre nebî, İsm-i fâil mânasında sıfat-ı müşebbehe olan “fe‟il” sigasında bir kelimedir. Anlamı da “haber getiren, tebliğ eden” demektir.(4) Ebû Zekeriyyâ el-Ferrâ, İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, İbn Manzûr ve Murtazâ ez-Zebîdî gibi lügat âlimleri peygamberlerin “nebî” olarak isimlendirilmelerinin “Allah‟tan kullarına haber getirme”lerinden kaynaklandığını ifade ederler.(5) Nebî, hem fâil hem de mef‟ûl mânasında kullanılan bir kavramdır. Bu nedenle nebî kelimesi, haber anlamı taşıyan n-b-e fiilinden türediği için ism-i mef‟ûl vezninde “haber alan, kendisine haber verilen” anlamını, ism-i fâil vezninde kullanılınca da “haber veren, tebliğ eden” anlamlarını ihtiva eder.(6) Kur’ân’da bu kelimenin her iki şekilde de kullanımı mevcuttur.
2- Nebî kelimesinin aslı büyüklük, yücelik mânalarına gelen “nübüvve, nebve veya en-nebâve” şeklindeki hemzesiz kökten gelmektedir. Çoğulu “Enbiyâ” veya “Nebîyyün”dur.(7) Nebî hemzesiz okunursa “nübüvvet, nebve, nebâve” mastarından “yüksek makam sahibi, yüce, ulu ve şerefli” anlamlarına gelir. Nebî kelimesinin bu kökten türediğini ifade edenler, Nebîlerin yaratıkların en yüce ve şerefli olmaları düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü Nebîler, Allah‟ın yaratıkları arasından seçtiği en şerefli ve en üstün varlıklardır. Buna göre de Nebîler, şerefli ve yüce insan anlamına gelmektedirler. Nebînin mazhar olduğu nübüvvet makamı, kaynağı ve sonuçları itibariyle yücelik ve üstünlük ifade etmektedir. Nübüvvetin temelini oluşturan vahiy ve onun ürünü olan bilgi ve haberler, nitelik açısından diğer bilgilere ve haberlere kıyasla özel bir değere ve üstünlüğe sahiptir.(8) Bu bakımdan Nübüvvet kelimesi peygamberler dışındakilerin üstünlüğünü ifade etmek için kullanılmaz. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz (s.a.v.) için kullanılan “…Ve onu üstün bir makama yücelttik”(9) âyeti bu anlamı doğrulamaktadır. Ayrıca “nebî” kelimesi, yüksek yer mânasında yüksekte olan kişi için de kullanılır. Bu anlamda “nebî”, insanlardan üstün konumdadır.(10)
Hülâsâ:
Nebî; Nübüvvet sahibi, fayda sağlayan, haber veren, doğruluğunda şüphe olunmayan, Allah’tan aldıklarını tebliğ eden kişi anlamlarına gelmektedir.
Nebî kelimesinin mastarı “nübüet” gelir. İdğam veya ibdâl ile (nübüvvet şeklinde) kullanımı daha yaygındır. Nebî elçi olduğuna göre, nübüvvet de “Allah ile akıl sahipleri arasında, onların dünya ve âhiret sıkıntılarını gidermek amacıyla kurulan elçilik” mânasına gelmektedir.(11)
Nebî kelimesinin istılâhî anlamında, kullanımında ise genel olarak ulemâ arasında bir ihtilâf yoktur. Ancak ayrıntılara/detaylara inildiğinde bazı lafzî ihtilâflar görülmektedir.
Ehl-i sünnet mütekellimleri genel olarak Nebî’yi, Allah Teâlâ tarafından bir melek aracılığı ile kendisine vahyedilen veya kalbine ilham olunan yahut da sâdık rüya ile uyarılan kişi(12) şeklinde tarif etmişlerdir.
Ehl-i sünnet i’tikâd mezheplerinden olan Eş’ârîyye’ye göre Nebî, “Allah’ın, herhangi bir kavme veya tüm insanlara gönderdiği ve onu kendisine elçi olarak seçtiği, ona haber vererek insanlara tebliğde bulunmasını istediği kişiye” denir.(13)
Mâtürîdî’lere göre ise; kısa tarifi şöyledir: “Nebî, insanların talebi üzerine Allah katından haber getiren kişidir. Nebîler ya bir meleğin vâsıtasıyla vahye nail olmuşlar veya uykuda sâdık rüyâ halinde bu hal gösterilmiş yahut da kendilerine ilham edilmiş kişilerdir.”(14)
Bu tanımlardan sonuç olarak Nebî kelimesinin 3 farklı anlamı ortaya çıkmaktadır;
Nebî; haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Ve Nebîler bu 3 anlamı/vasfı da hâizdirler; haber/vahiy alandırlar, aldıkları haberi/vahyi bildirendirler ve Allah indinde yüksek makâm sahibidirler (Nübüvvet). Bu 3 ayrı hususiyet birbirini tamamlar özelliktedir.
Bayındır’ın yazısında Nebî tanımı ile ilgili kısma gelince buraya tekrar atıf yapacağım.
Bayındır Ve Bayraktar’ın İddiaları
Bayındır ve Bayraktar’ın konu hakkındaki aslî/temel iddialarını, görüşlerini maddeler halinde sıralayıp daha sonra bu maddelerin her birini irdelemek, yazının daha anlaşılır hale gelmesini sağlayacaktır diye umuyorum.
Her iki zevâtın da konu hakkındaki –tesbit edebildiğim- ortak iddiaları, görüşleri şöyle;
* Her Nebî Resûl’dür fakat her Resûl Nebî değildir. Nübüvvet, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bitmiştir fakat Risâlet devam etmektedir.
* Tüm Nebîlere Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir.
* Kur’ân’da birçok ayette “Allah’a ve Resûl’e itaat” zikredilmekle birlikte “Nebî’ye itaat” hiç zikredilmemektedir, bu sebeple Nebî’ye itaat yoktur. Zaten Resûl’e itaat te Allah’a itaat olduğu için, Resûl’ün bizâtihi kendisine de itaat yoktur, Kur’ân ayetlerine itaat etmek yeterlidir. Çünkü Resûl demek “elçi” demektir, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve diğer Peygamberler sadece ayetleri/vahyi tebliğ ederken Resûl’dür. Ayetleri tebliğ görevi bitip sustuğu anda artık Resûl değil Nebî’dir.
* Nebîlik/Nübüvvet makamıdır, Resûllük/Risâlet ise sadece görevdir, makam değildir.
* Nebî sadece haber/vahiy alan demektir.
Bu sıraladığım maddelerin/görüşlerin bazılarına bu bölümde, bazılarına da ilerleyen bölümlerde – yeri geldikçe- değineceğim inşallah.
Bayındır Ne diyor?
Gelelim Bayındır’ın ilgili yazısına.
Bayındır (1 no’lu dipnotta verilen linkten ulaşabileceğiniz) söz konusu yazısında önce Nebî’nin tanımını yaptıktan sonra Allah Teâlâ’nın nübüvvet verdiği tüm Nebîlere bir de kitap, hikmet ve şeriat verdiğini söylüyor ve En’âm/83 ayetinde Nebîlerin adlarının sayıldığını söyleyip sonra ayetin devamında yer alan “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik” (şeklinde meallendirdiği) ayeti zikredip, merfû bir Hadîs-i Şerif’te, sayıları 124bin olarak bildirilen Nebîlerin her birinin En’âm/83’te ismi geçen 18 kadar Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından olduğunu/geldiğini söylüyor. Daha sonra, (kendi deyimiyle) gelenek(!)teki “Allah’tan Peygamberlere 100 (ya da 104) suhûf inmiştir” görüşüne atıfta bulunup, En’âm/89 ayetinin lafzından anladıklarına dayanarak bu görüşün Kur’ân’a aykırı olduğunu, her Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini, indiğini söylüyor.
Yazımın başında da değindiğim “Nebî’nin tanımı” konusunda Bayındır kendi yazısının 1 no’lu dipnotunda, ilgili kaynaklardan aktardığım tanıma yakın bir tanım zikrediyor. Nebî kelimesinin haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi olan anlamlarına geldiğini kendisi de söylüyor lakin bir Nebî’de bulunan bu 3 hususîyetten sadece iki tanesini esas alıp bir tanesini ise kabul etmiyor; “Bizce doğru olan şudur; Nebî haber alan demektir aynı zamanda Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Nebî haber veren demek değildir.” diyor ve bunu söylerken neye dayandığı ise meçhul. Çünkü Nebîlerin bu vasfını kabul ederse kendi retoriği çökecek. Bayındır’ın, Nebî’nin tanımı/vasıfları hakkında işine yarayan anlamlarla istidlâl edip, işini bozan anlamlarını reddetmesi elbette bir alicengizdir ve bu yaklaşımının/tercihinin hiçbir ilmî, aklî ve naklî delili yoktur. Zirâ, gelmiş geçmiş bütün ulemanın Kur’ân’a, Sünnete ve Gramer kurallarına göre ortaya koyduğu ittifaklı tanımları görmezden gelip, reddedip, kendi şahsî “bence”lerinin, “bana göre”lerinin devreye girdiği noktada, ortaya koyulan iddialar “Bayındır’ın mesnedsiz şazz görüşleri” olmaktan ileri gitmez.
Yazısının devamında; yaklaşık 124bin kadar Nebînin her birine kitab, hüküm ve şeriat verildiği iddiasını desteklemek sadedinde Bakarâ/213 ayetini zikrediyor, aslında bu ayetin kendi iddiasını nakzettiğinin pek te farkında olmayarak.
Kendi meallendirmesi ile ayet şöyle;
“İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebiler gönderdi. Onlarla birlikte doğruları gösteren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versin. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah, gerekli gayreti göstereni doğruya yöneltir.” (Bakarâ/213)
Nebîlerin Hepsine Kitap Ve Şeriât İnmiş midir?
Bayındır’ın buraya kadar zikrettiği ayetlere daha yakında bakalım;
En’âm/89 ayetine göre tüm Nebîlere ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini zikretmeden önce atıf yaptığı merfû hadîs’te geçen 124bin Nebî’nin, bu ayette ismi zikredilen 18 Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından geldiğini söylemişti, yani aynı zaman diliminde birden fazla Nebî’nin yaşadığını söylüyor, evet bu doğrudur ve bunu bildiren başka ayetler de vardır. Bayındır’a göre, aynı topluluğa gönderilmiş birden fazla Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir. Ve yine Bayındır’ın her Nebî’nin aynı zamanda bir Resûl olduğu görüşünü de dikkate aldığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor; Bir topluluğa birden fazla gönderilen Nebî/Resûl var ve bunların her birinin ayrı ayrı Kitab’ı, hükmü ve şeriati var.
Şimdi;
Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat birbirinden farklı mıdır, aynı mıdır?
Eğer farklı ise, bu topluluk bu farklı Kitab ve Şeriatlerden hangisine uyacak ? Bu abesle iştigal bir durum değil midir? Allah Teâlâ, belli bir topluluğa –az ya da çok- birbirinden farklı Kitab ve Şeriat gönderir mi?
Eğer Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat birebir aynı ise, birbirinin aynısı olan birden fazla Kitab ve Şeriatin her Nebî’ye ayrı ayrı inmesinin hikmeti ne ola ki? Eğer –az ya da çok- hiçbir fark yok ise, bu abesle iştigal değil midir?
Ya da; Aynı topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat tıpatıp aynı ise, Meselâ Hz. Mûsâ (a.s.)’a inen Kitab, Hüküm ve Şeriat aynıyla Mûsâ (a.s.)’ın yanındaki ya da ondan sonra gelen Nebîler için de geçerli ve bağlayıcı ise, bu diğer Nebîlere aslında bir Kitab, Hüküm ve Şeriat inmediğinin, Mûsâ (a.s.)’a inen Kitab’ı, Hükmü ve Şeriati tebliğ ettiklerinin açık bir delili, göstergesi değil midir? Mâide/44 ayetinde bahsedilen husus nedir?
Aslında -bir Osmanlı deyimi olarak- “lafın tamamı zor anlayana söylenir”, lâkin sözümüz/merâmımız iyice anlaşılsın için bu hususu bu kadar uzatmış olsak ta, yazımızın en başında zikrettiğimiz ve bu yazının serlevhâsı niteliğindeki “Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.” (Mâide/44) ayeti bile tek başına merâmımızı kısa ve net olarak anlatmakta ve Bayındır’ın ve Bayraktar’ın “Her nebî’ye kitap inmiştir” şeklindeki –bir bakıma Gayr-ı metlûv vahyi inkâr edebilmeye zemin teşkil eden- bu iddiasını açıkça çürütmektedir. Apaçık ve anlaşılır olan Kur’ân’ın bu ayetinde, açık ve net bir şekilde Mûsâ a.s.’dan sonra (İsa a.s.’ın gönderilişine kadar) gelen tüm Nebîlerin Tevrat ile Yahudilere hükmettiği anlaşılmaktadır.
Mâide/44 ayeti, tüm Nebîlere müstakil bir Kitab ve şeriat verildiği iddiasının bâtıllığını apaçık ortaya koyduğu gibi, Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) bir başka ve temel iddiası olan “Nebîlere itaat yoktur, çünkü Nebîler vahyi tebliğ etmezler, vahiy ile hüküm vermezler” iddiasını “Nebîler Yahudilere Tevrat ile hükmederdi” lafzıyla, açık ve net bir şekilde çürütmektedir.
Yine Bayındır’ın –kendi meallendirdiği- Bakarâ/213 ayetinde gözden kaçırdığı (ya da görmezden geldiği) “Onda ayrılığa düşenler, kendilerine Kitab verilenlerden başkası olmadı” cümlesinde bildirilen “ayrılığa düşenler” kimlerdir? Ayetin devamında bildirilen “Nebîler” mi yoksa kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk mu? Bu ayette kasdedilen “Ayrılığa düşenler” Nebîler ise, Bayındır dolaylı olarak bu Nebîlerin kitab konusunda ayrılığa düştüğünü, dalâlete düştüğünü söylemiş oluyor (haşâ).
Eğer “Kitab’ta ayrılığa düşenler” cümlesinde kasdedilen, kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk ise, o halde Kur’ân’da birçok yerde geçen “Kendilerine Kitab verilenler” cümlesinden “Her Nebî’ye Kitab verilmiştir.” anlamı/yorumu çıkarılamaz. “Kendilerine Kitab verilenler” sözünün, Nebîler ve Resûller bağlamında hususî bir anlam taşımadığı, çünkü ayette “Ayrılığa düşenler” olarak tanımlanan Yahudilerin de her birine ayrı ayrı Kitab verilmediği, bu ayetten maksadın “hususî kitab inmesi” değil, “bağlayıcılık” olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Tıpkı Müslümanlara Kur’ân’ın verilmiş, inmiş olması gibi, zirâ “Hz. Peygamber ile beraber tüm insanlığa Kitâb verilmiştir, inmiştir.” cümlesinden her bir insana ayrı ayrı hususî bir kitab indiği görüşünü çıkarmanın abesle iştigâl olacağı gibi.
Bayındır’ın yazısındaki tek müşkîl bunlar değil elbette. Bayındır’ın eşsiz bir “şehvetü’z-zühûr” ile, Kur’ân’ın üslûb, gramer, i’câz, belâğat gibi hususiyetlerine dikkat etmeden, Kur’ân ilimlerinin hiçbirini dikkate almadan ve hatta Kur’ân bütünlüğünü de gözardı ederek ayetler üzerinde keyfe keder imâl-i fikr etmeye, ayetlere anlam sipariş etmeye, yorum giydirmeye kalkışmasının kaçınılmaz sonucu olan birçok müşkîl’e örnek teşkil eden diğer söylemlerine değinmeye devam edelim;
Resûllük , Risâlet Kıyamete Kadar Devam Edecek mi?
Bayındır yazısının devamında; Allah Teâlâ’nın, nübüvvet makamına ulaştırdığı kişiler dışında başka hiçkimse için “Nebî” kelimesini kullanmadığını, buna rağmen “Resûl” kelimesini vahiy alan Nebîler ve Risâlet verdiği insanlar dışında, başka insanlar için de kullandığını söylüyor ve buna dayanarak -muhtemelen Bahâî’lerden ya da Resûl olduğunu iddia eden Reşad Halîfe namzât şahıstan aşırdığını düşündüğüm- “Her Resûl’ün Nebî olmadığı, Risâlet’in devam ettiği, Kur’ân ayetlerini olduğu gibi insanlara okuyan herkesin Allah Resûlü sayılması gerektiği” görüşünü ortaya atıyor. Evet; Allah Teâlâ Kur’ân’da, Risâlet ve Nübüvvet vermediği normal sıradan insanlar için de yer yer “Resûl” kelimesiyle hitab etmiştir, bu doğrudur. Yanlış olan; Bayındır’ın bu doğru tesbitlere yüklediği hatalı, problemli anlamları, “Resûllük kıyamete kadar devam edecektir” şeklindeki arızalı görüşüne refere etmeye çalışmasıdır. Belli ki, Kur’ân’ın doğru anlaşılması, Murâd-ı İlâhî’nin doğru tesbit edilmesi konusunda en önemli etkenlerden birisi olan ve Kur’ân İlimlerinde “el-Vücûh v’en-Nezâir” olarak bilinen ıstılâh ilminden Bayındır’ın haberi yok. Arapça’da, Türkçe’de ve birçok dilde olduğu gibi Kur’ân’da da eşsesli ve eşanlamlı kelimeler vardır, müşterek lafızlar vardır. Arapçada ve özellikle Kur’ân’da birçok anlamda kullanılan aynı lafızlı/müşterek fakat çok anlamlı lafızlara, yani farklı anlamlarda kullanılan fakat lafzı aynı olan kelimelere “Vücûh” denilir. Lafzı farklı fakat anlamı/murâdı aynı olan kelimelere ise “Nezâir” denilir. “Salât” kelimesinin Kuran’da beş vakit namaz (Bakara, 2/3), ikindi namazı (Maide, 5/106), Cuma namazı (Cuma, 62/9), cenaze namazı (Tevbe, 9/84), dua (Tevbe, 9/103), din (Hûd, 11/87), kıraat (İsra, 17/110), rahmet ve istiğfar (Ahzab, 33/56), namaz kılınacak yer (Hac, 22/40) anlamlarında kullanılması “vücuh”a bir örnektir. Sakar, nar, hutame, cahim, haviye, sair kelimelerinin ise cehennemi ifade etmek için kullanılması ise “nezâir”e bir örnektir. “Resûl” kelimesi de kullanıldığı cümleye, bağlama, zamîr’e göre değişen “vücûh” bir kelimedir. Kendisine Nübüvvet ve Risâlet verilen Peygamberlerden bahsedilen ayetlerde farklı anlamda, Mısır Kralının Yusuf a.s.’a gönderdiği habercilerden veya Belkıs’ın Süleyman a.s.’a gönderdiği habercilerden bahseden ayetlerde ise farklı anlamda kullanılmıştır. Bayındır ise bu açık ve basit farkı ya anlamayarak ya da görmezden gelerek, kendisine risâlet makâmından pay devşirmek maksadıyla ayetleri çarpıtmaktadır. Fakat Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) ve Resûllük iddia eden her şahsın Risâlet’ten pay devşirme girişimlerine karşı Allah Teâlâ “Biz senden önce gönderdiğimiz her Resûle, Allah’tan başka ilah yoktur, sadece bana ibadet edin, diye vahyettik” (Enbiyâ/25) buyurarak, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den önce gönderilen tüm Resûllere vahyettiğini, yani Risâlet’in ancak ve ancak Allah’ın vahyetmesi ile mümkün olduğunu apaçık ve anlaşılır şekilde bildirmiştir. Bu ayet Resûllerin Nebîler arasında seçildiğinin de bir delilidir.
Bayındır’ın (ve diğer ismi geçen zevâtın) tutulduğu bu “hızlan” durumu, belki de kendisine(kendilerine) bile itiraf edemediği; “Dinde Peygamber konumuna sahip olma” egosunun baskısıyla ortaya çıkan bir “farklılık fetişizmi” değilse, başka ne ola ki? Cehâlet mi ?
(Devam edecek)
Şükrü Yaşar
Dipnotlar
1- http://www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kurana-ve-gelenege-gore-nebi-ve-resul.html
2- Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî garîbi‟l-Kur‟ân, s. 503; Muhammed b. Manzûr, Lisânü‟l-„Arab, I, 161.
3- İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü‟l-luga ve Sıhâhu‟l-„Arabiyye, VI, 2500; Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü‟l-„Arûs min Cevâhiri‟l-Kâmûs, I, 122–123.
4- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 503, 504; Cevherî, a.g.e., VI, 2500.
5- Cevherî, a.g.e., VI, 2500; İbn Manzûr, a.g.e., I, 161-162; Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, el-Keşşâfü ıstılâhâti‟l-fünûn, IV, 165; Zebîdî, a.g.e., X, 354-355.
6- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 504; Adudüddin el-Îcî, el-Mevâfık fî „ilmi‟l-Kelâm, 337; Zebîdî, a.g.e., I, 122.
7- Cevherî, a.g.e., I, 74; Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., 503 vd.; İbn Manzûr, a.g.e., I, 162-163.
8- Bağdâdî, Usûlü‟d-dîn, s. 153-154; Adudüddin el-Îcî, a.g.e., s. 337; Teftâzânî, Şerhu‟l-Makâsıd, V, 5; Zebîdî, a.g.e., X, 354-355.
9- Meryem 19/17.
10- Ebû Bekr b. Muhammed İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti‟ş-Şeyh Ebi‟l-Hasan el-Eş‟arî, s. 174; Seyfeddin el-Âmidî, Ebkârü‟l-efkâr fî usûli‟d-dîn, IV, 8-9; İbn Manzûr, a.g.e., I, 162 vd.
11- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 504; Zebîdî, a.g.e., I, 122 vd.
12- Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 328.
13- Âmidî, a.g.e., IV, 13; Teftâzânî, a.g.e., V, 5; Tehânevî, a.g.e., IV, 165.
14- Mâtürîdî, Te‟vîlâtü Ehli‟s-sünne, II, 295; III, 269.
Yazi sahibinin ismini eklemeyi unuttunuz galiba
Yazı sahibinin adı yazının altında profil resmi ile birlikte zaten mevcut. Yazar sitemiz yazarlarından Şükrü Yaşar.