İman Bilimsel Değildir!

Sekülerleşen algımızın bizi sarstığı en önemli alan ‘iman mevzusu’dur. Çünkü iman, malum olunduğu üzere yokluğunun telafisi bulunmayan bir kıymeti haizdir. Modern, akılcı akımlar bilinçaltımızı materyalist felsefî bir arkaplanla işgal ederken bunu işgal edildiğimiz hissine kapılmayacağımız metodlarla tesis etmeye çalışıyor ve ne yazık ki büyük oranda muvaffak oluyorlar. Metafizik kabullerimizi fizikî kabuller ekseninde ve Batı zihninin bu mecraya takdir ettiği metodlar ile örgüleştirmemiz ve ancak bu menhecle akl-ı selim bir savunuya, inanca sahip olabileceğimiz -farkında olmasak da- bizlere dayatılıyor.

İman, –kabaca– Allah’ın (c.c.)  peygamberler vasıtasıyla din olarak inzal buyurduğu her şeyi, topyekûn kalben tasdik etmek ve bunu ikrarda bulunmaktır. İman kavramının manalarından tasdik edişin sıhhatini sağlayan emin olma yönü burada en hassas noktalardan birini oluşturmaktadır. Emin olmanın birkaç vecihle izahı mümkün. Mesela iman, mü’min için ebedî saadet anahtarı olması hasebiyle mutmain oluş, akıbetinden emin olma hali sağlar. Lakin emin olmanın burada dikkat çekmek istediğimiz karşılığı tasdik ettiğimiz vahiyden yana güven içinde oluşumuz, bunları test, müşahede ve tasdik etme gibi imkânlara haiz olmasak dahi yakîn bir ilim haliyle aldatılmadığımız, yanılmadığımız inancına erişmektir. Dolayısıyla iman, kalbinde bulunduğu kimsenin, iman esaslarını fizikî âlemden, mantıkî önermelerden hareketle izahlandırıp tasdik etmesi ile kazandığı bir durum olmaktan ayrılmaktadır. Tabi bu söylem iman esasları aklî muhakeme sahasının, rasyonel zeminin topyekûn dışındadır demek değil, elbette kişinin iman esaslarında tahkiki imana yönelip inancını yakîn mevkiinde derinleştirmesi efdal olandır. Lakin bu, imanın kendisi değildir. Eğer iman esaslarını aklîleştirmeyi hastalık haline getirip onun emin olma boyutunu devre dışı bırakmaya tevessül ederek fizik yasalarına, deneylere, mantıkî hükümlere mecbur tutarsak bu durumda yaptığımız şey imanda tahkik değil aksine imanda tahriftir. Bu tahrifat nihayetinde öyle bir noktaya ulaşıp, bizi bilimsel kabullerin onay verdiği bir iman inşa etmeye sevk edecektir ki burada imanımız yani emin olma halimiz iman edilen esasa değil onu tasdik eden, makul bulan bilimsel bakışa dönmüş olacaktır.

Bilimsellik de başlı başına iman kavramını destekleyen değil de, aksine onu nasıl kullandığımızı bilmediğimiz takdirde tahrif zemini oluşturan bir kavramdır. Batılı düşünce adamlarının ilk olarak ‘doğrulanabilir olmak’ olarak izah ettikleri ve soyut meseleler ile ilgili hiçbir rasyonellik zemini bırakmadığı için daha sonraki süreçte ‘yanlışlanabilir olmak’ şekline çevirdikleri bu tarif, tarif olarak dahi mutlak bir sınıra sahip bulunmamaktadır. Bugün kabul edildiği haliyle bir savununun bilimsel olması yanlışlanabilir olma ilkesine bağlı olmaklığı ile aslında imanla açık bir tenakuz halindedir.

İmanını, daha önce zikredildiği üzere bilimsel bir zeminde tasdike mecbur tutan bir zihin, aslında iman esaslarının, vahyin zımnen de olsa yanlışlanabilir olduğunu kabul etmiş olmaktadır. Bu hal ise imanın tarifinde temas edilen tasdik ve emin olmayı fâsid duruma düşürüp onu yok etmektedir. Hadiseye kendi tarihsel gelişiminde yaklaşıldığında batının muharref kutsal metni ile âlem bilgisi arasındaki aleni çatışmalar, Hıristiyan din adamlarının skolastik tutumları onları bu konuda yaşadıkları müşkülü aşıp, rahatlatıcı bir çözüme muhtaç kılmıştı ve bilimi burada sığınacak liman olarak kullanmaya, dinleştirmeye götüren koşullar gerçekleşti. Fakat İslam zaviyesinden bir mü’minin ilahi beyan ile âlem arasında bir tenakuz görmesi yahûd tenakuz şeklinde nitelendirilebilecek bir durumla karşılaşsa dahi bunun âlemi anlama noktasındaki insanî ve ilmî noksanlıktan değil vahiyden doğduğunu düşünmesi muhaldir. Bugün dünya bilimsel faaliyetlerin kıskacında ve yoğunluğunda bu arızalı kanaate doğru sevk edilmektedir. Bilimsel izahlar bir kavramı herhangi bir dinin kabulü dışında açıklıyor, teori sunuyorsa sanki akl-ı selim olan tavrın bilimsel beyanı tercih etmek olduğunu adeta seküler bir mahalle baskısı tarzında hissettiriliyor. Halbuki misalen uzunca bir dönem tabiatı anlama kuramı olarak kullanılan Newton’un mekanik, determinist tabiat tasavvuru ilahî beyanın bildirimleri karşısında kullanılırken bugün kuantum teorisiyle -mikro ölçekteki düzende- mekanik, determinist bir işleyiş bulunmadığı noktasına geldiler. Buna benzer örnekler çoğaltılabilir. O dönemde Newton fiziğini ilahi beyana karşı kullanıp kutsayanlar için bugün kullanılan teoriler yani kendi kutsalları, bilimsellik dini mensuplarına ihanet etmiş olmaktadır. Fakat imanını izah mecburiyetinde, bilimsel beyanla destekleme hastalığında olmayan kimseler için ise iman esasları sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) öyle bildirdiği için öyle olma durumundadır. İlahî beyan ile uyuşan onu izahlandırıcı tecrübeler, veriler zenginliktir, fakat olası tenakuz durumunda bilimsel argümanlar tercih makamı değildir.

Din-bilim çatışması gibi dillere yerleşen bir durum değil aslında işaret etmek istediğimiz çünkü böyle bir çatışmanın olması bir mü’min için aslında mümkün değildir ve isteğimiz bunu göstermektir! Böyle bir çatışmanın varlığını savunanların en büyük hatası bilimin ‘nasıl’ sorusunun cevabını arayan sınırlı alanını, dinin ‘niçin’ sorunusuna cevap veren yönüne ikame etmeye çalışmaktır. Âlemin işleyişi üzerindeki nizamı ve muhtevayı keşfetmek için öncü olan nasıl suali bilimin meşguliyet sahasını ifade eder fakat ne zaman ki bilim nasıl sorusuna verdiği cevabı niçin sualinin cevabı yerine kullanmaya kalkışırsa orada fizik ile metafizik zorunlu ve hatalı bir ilişkiye girmiş dolayısıyla bilim dinleştirilmeye başlanmış olmaktadır.  Bilimin dinleştirilmesi tehlikesinden sakınmak için dinin bilimden koparılması ise aynı oranda yanlıştır. Din ve bilimin kıymet hükmünü doğru tespit ve tayin eden kimse için bilim dine hizmetkâr olmakta ve tahkikin yollarını açmaktadır.

Bilimsel bir izahla desteklenmeye mecbur iman/din anlayışı önce iman esaslarının ve topyekûn dinin bilimle çatışmadığını, bilim ne derse ona uygun bir yorumla dini anlayışı tekrar tekrar inşa etme tavrıyla bilimin öncülüğü ve bilimin dine tercih edilirliğini gayr-i tabiî bir surette idraklere sindirmekte, ikinci adım olaraksa bilimin daha önce işaret ettiğimiz, nasıl sorusa verdiği cevabı niçin sualinin de cevabı olarak dayattığı, dayatmaya teşebbüs ettiği için materyalist düşünceye götürmektedir. Bugün hadisi, esbab-ı nüzûlü, nasih-mensuh münasebetini, hatta İslamî ilimleri topyekûn inkâr eden ilahiyatçıların ortak paydasının, herşeyden fedakârlık edebildikleri halde bilimsel yaklaşım ve yorumdan fedakârlık edememeleri olduğu görülmektedir. İşte dine tercih edilen bilim ve kişiyi bu tercihe götüren bakış iman kavramının mahiyetini sindirememesi, onun kapsamına lâfzen hâkimken lafzın delâlet ettiği mananın şuuruna hâkim olamayışıdır. Bu bilime karşı kişinin dinine şeksiz şüphesiz güven duymayışının, mağlup psikolojisinin de arka planındaki temel saiktir. Dolayısıyla böyle bir zihnin aslında sahip olduğu hâl için iman değil ‘teizm düşüncesi ve savunusu’ demek belki daha makuldür. Teizm yani tek ilaha inanma düşüncesi, İslamın rükünlerinden de olsa sadece bu savunu İslam olmak için yeterli değildir. İslam bir parçası olmadığında geriye hiçbir şey kalmayan bir bütünlüktür. Yani bir mü’min için iman, entelektüel bir zihin muhakemesi, mantık önermesi, bilim gelişiminin takibi değil; Cenab-ı Hakk’ın resulü aracılığıyla bildirdiği ve kişinin test, müşahede ve tasdik etme ihtiyacı hissetmeksizin kalbini dolduran emin oluş hâlidir. Hepimiz için bu hâlin duası ile.

Melikşah Sezen
Muhasebe ve Finansman öğrt. ile İlahiyat fakülteleri okudu. Bunun haricinde muhtelif hocalardan akaid, kelam ve mantık dersleri aldı.