19. Yüzyıl’da İki Filozof: Alexis de Tocqueville ve Karl Marks

“Bir volkanın üzerinde uyumaktayız…Dünyanın yeniden titremekte olduğunu görmüyor musunuz? Bir devrim rüzgârı esiyor, kasırga ufuktadır.”

                                                                                                          Alexis De Tocqueville


…Gelişimin belirli bir aşamasında toplumdaki maddî üretim güçleri, mevcut üretim ilişkileri ile ya da mülkiyet ilişkileri ile çatışmaya başlar (Mülkiyet ilişkisi, üretim ilişkisinin sadece meşru bir ifâdesidir). Bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişim formları olmaktan çıkarlar ve birer prangaya dönüşürler. Bir toplumsal devrim çağı başlar.

                                                                                                          Karl Marx

19. asırda Avrupa’da devrim olacağı fikri şüphesiz sadece Karl Marx’a ve Friedrich Engels’e ait değildi. Moses Hess, Friedrich Fritz veya bir genç Hegelci olan ve devrim anlayışı Marx’tan veya Engels’ten daha mekanik ve failsiz olan Feuerbach veya Bruno Bauer de Avrupa’da er ya da geç bir devrim olacağını ve bu devrimin insanlık için yepyeni bir dönemin kapısını açacağını müdafaa ediyorlardı. (Özellikle Marx için komünist devrim demek insanlığın pre-historyasının (tarih öncesinin) nihâyete ermesi demekti.)

Marx için devrim “tarihin hareketi”nin kaçınılmaz bir netîcesidir. Marksizm’e göre tarih

-ilkel-komünal toplum,

-köleci toplum,

-feodal toplum,

– burjuva toplumu ve (Marx’ın en son safha olarak gördüğü),

– komünist toplum seyri içerisinde bir vetîre şeklinde deveran eder. Fakat bu ve benzeri sosyal teoriler son tahlilde aktörlerin öznelliklerini hiçe sayar ve insanı bir özne olmaktan çıkarır ve bir nesne hâline getirir. Biz Müslümanlar için ise bu aşırı-determinist ve fütürist yorumlar Allah’ın – kimileri bunu inkâr et(tir)se de- inanmamızı farz kıldığı kader anlayışıyla veya O’nun idâresinin mutlak geçerliliği prensibi ile çelişir. Oysa târihte özneler hiçbir zaman geleceği tam olarak kestiremezler ve buna ilâveten yaptıklarının meydana getireceği beklenmedik netîcelerden ise hiç haberdar olamazlar ki Marksizm tarihin bu beklenmedik sonuçlar (unintended consequences) yasasını idrak etmeye hiç yakın değildir. Marx 1844 Elyazmaları’nda târihin tüm hareketi, bir yandan bu komünizmin gerçek doğurma belgesi –deneysel varlığın doğum belgesi- öte yandan onun düşünen bilinci için kendi oluşunun kavranmış ve bilinen hareketidir dediğinde aslında hem düşünce dünyasındaki katılığı/geçirgen olmayan sistematik-otomatizm seviyesini almış yapıyı hem de Hegel’i akla çok fazla getiriyordu.

İnsan sübjektivitesinin ve buna bağlı online casino olarak da toplumun “mekanik” yapısının “şifrelerinin” (bilimsel olduğu iddia edilen) teoriler ile bütünsel olarak çözülebileceği fikri aslında 19. asırda Avrupa’nın ruhunu yansıtıyordu ve hiç şüphesiz o dönemin devrimcileri de zamanın ruhunun bu bağlayıcılığından müstakîl değillerdi. O dönemde yeni gelişen siyaset, sosyoloji vd. bilimler kendi geçerliliklerini sağlayabilmek için o veya bu şekilde bilimsel olduklarını ortaya koymaya çalışıyorlardı ve bu yüzden de Charles Darwin 1859’da “Türlerin Kökeni” isimli eserini yayınladığında Marx ve Engels bu eseri okumakta ve tahlil etmekte geç kalmamışlardı. (Bu onların analizlerine kendilerince toplumsal bir delil sağlıyordu.)

Fakat Marx’la aynı devirde yaşayan ve ondan çok önce ölen devrin aristokrat ve liberal mütefekkiri Alexis De Tocqueville için ise toplumu anlamaya çalışmak Marx için olduğundan daha mühimdi. Tocqueville 1831-1832 yılları arasında Amerika’da geçirdiği vakitte edindiği analizlerini büyük söylemlere veya büyük teorilere dönüştürmedi. Tocqueville için çıkış noktası iktisat değildir; Tocqueville demokrasi olgusu üzerinde durmayı tercih eder ve çağdaş toplumların yapısal özelliklerini inceler. Fakat bu incelemelerinde toplumların kendilerine ait olan partiküler noktaları yok saymaz.

Tocqueville’in toplumların sınaî ve ticarî faaliyetlerinde meydana gelen dönüşümleri hiç hesaba katmadığını söylemek kendisine bir haksızlık olurdu. Tocqueville gibi bir düşünür servet eşitsizliklerinin kategorik farklılıklara sebep olacağını kaçıracak değildi. Fakat Tocqueville bu farklılıkların/sınaî ve ticarî varlıkların kalıcı bir hiyerarşik yapının oluşmasına yol açamayacağını, bunların ancak geçici varlıklar olduğunu belirtir ve bu yeni tip ilişklilerle meydana gelen iktisadî eşitsizliği demokratik toplumların eşitlikçi eğilimi ile çelişkili görmez.

Kapitalizmin gelişiminin son tahlilde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında bir çelişki meydana getireceğini düşünmeyen ve buradan büyük felâketlerin/devrimlerin meydana geleceğini öne sürmeyen Alexis de Tocqueville bugünün “refah toplumu”nun çerçevesini hazırlıyordu.

Marx için toplumun muharrik unsuru sınıf mücâdeleleri ve bu mücadelelerde alt yapı iktisat iken Tocqueville insanları ileriye taşıyan unsurun demokrasi olduğu inancındaydı. Tocqueville ayrıca demokratik toplumlardaki eşitsizliklerin devamlı bir iyileştirilebilirliğe yol açtığını, bunun aristokrasilerde mümkün olamayacağını ve bu iyileşme ümîdinin bir hareketlilik meydana getireceğini söyler ve bu açıdan bakıldığında aslında tarihin bir döneminde yeni bir toplum tipinin de er ya da geç ortaya çıkacağını gözden kaçırmaz.

Gerek Marks gerek Tocqueville meşhur tarihçi Eric Hobsbawm’ın “Devrim Çağı” dediği bir dönemde yaşadılar ve yaşadıkları dönemdeki hareketliliklere kayıtsız kalamazlardı. Fakat her ikisi de kendi dönemlerinde meydana gelen değişimleri incelerken Marks fazla heyecanlı, fazla maceracı ve (kimi yerlerde) bir kâhin gibi hareket eder. Diğer taraftan Tocqueville ise bütün olan biteni çoğunlukla anlamaya çalışan bir düşünür olduğu izlenimi vermektedir.

Ayhan Kockaya