Tercüme-i hal kitapları ne anlatır? Ne öğretir?

İnsanoğlu mükemmel bir şekilde yaratılmış. Diğer mahlûkatın özelliklerine ek olarak, düşünen, sorgulayan, öğrenen, ıslah ve ifsat edebilen, hem kendini, hem de çevresindekileri değiştirebilen melekeler verilmiş. Yine insan, başkalarının yaşadıklarından ders alan ve tecrübe kazanan hususiyetlere de sahip. İnsanın belki de elindeki en büyük imkân, kendisinden önce yaşayan insanların bilgilerine, tecrübelerine ve istikametlerine vakıf olması ve ona göre hareket edebilmesidir.

Tarihin herhangi bir diliminde yaşamış insanların bilgilerine, tecrübelerine, olaylar karşısında duruşlarına ve şahsiyetlerine dair malumatı, bu insanlar hakkında yazılan tercüme-i hal kitaplarından, Frenkçe deyimle “biyografi” kitaplarından öğreniyoruz. Bu kitaplardan sadece hayat hikâyelerini değil, hakkında yazı yazılan kişinin ilmini, amel durumunu ve edebini de öğrenebiliyoruz.

Bu konuda, Hanefi mezhebinin kurucusu ve büyük fıkıh âlimi İmam-ı Azam (rahmetullahi aleyh) EfendimizÂlimlerle, onların güzel yönleriyle ilgili kıssalar nakletmek bana pek çok fıkıh meselesinden daha güzel gelir, çünkü bu kıssalar o zatların edepleriyle doludur.” sözü de yerini bulmuş oluyor.

İslami kaynaklara vakıf, ilim ve amel dengesini kurmuş şuurlu ilim adamları, Müslümanlar için en büyük ve en önemli hazinelerdir. Müslümanlar,  bu ilim adamları aracılığı ile dinlerinin kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ile irtibat kurarlar.  Dini hayatı nasıl yaşayacaklarını, nasıl amel edeceklerini, toplum içerisindeki bireylerle nasıl ilişkiler kuracaklarını bu insanlardan öğrenirler.

Bir süredir yaptığımız okumalarda, itiyat haline getirdiğimiz bir uygulama ile her ay okuduğumuz kitaplarının yanına, muhakkak bir tane de İslam’a hizmet etmiş, yaşayan veya ahirete göç etmiş büyüklerimizin tercüme-i hallerini anlatan bir kitap ekleyiveriyoruz. Bugün geldiğimiz noktada, bu hususta isabetli bir karar vermişiz diye seviniyoruz. İnşallah diğer kararlarımızda ve hareketlerimizde de böyle isabetli davranırız.

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki; ne okulda, ne işyerinde, ne de içtimai hayatta, nasıl davranmamız ve nasıl hareket etmemiz gerektiği maalesef tam manası ile öğrenemiyoruz. Aileler, geçim derdi ile boğuşurken suçu okullara, okullar ise yoğunluktan dolayı suçu ailelere atıyorlar. Bu gel git ve kaçamaklar arasında yetişen nesil, toplu taşıma aracında bağıra bağıra konuşmayı, yürürken elindeki çöpü sokağa atmayı, sağa sola tükürmeyi, aracını insanların yollarına park etmeyi normal karşılar hale geliyor.

Buradan, her gün belki onlarcasına şahit olduğumuz olumsuzlukları sayıp ta kalplerinizi incitmek ve ümitsizlik aşılamak istemiyorum. Çünkü yazıyı yazma amacımız; bizden önce yaşamış bu güzel insanların, ölçü kabul edilecek bazı hasletlerini, burada sunarak, kendi hayatımıza tatbiki sağlamaya çalışmak olacaktır.

Evvela şunu da ifade edelim ki; vereceğimiz bu örnekler, deryadan damla mesabesinde bile değildir. Öyle güzel bir dine mensubuz ve öyle büyüklerimiz var ki hangisinin hayatına baksanız, o en güzel örneğe Resul-i Ekrem (ﷺ) Efendimize ulaşıyorsunuz.

Bugüne kadar okuduklarımızdan heybemize düşen ve bize bir şeyler kattığına inandığımız bu güzel hasletlerin bazıları şöylece sıralamaya başlayalım.

Muhterem Mahmud Sami Ramazanoğlu (rahmetullahi Aleyh) üstadımızın birkaç hususiyeti ile başlamış olalım; Sami Efendi (kaddesellahu sirruhu) Üstadımız, bugünün insanına zor gelebilecek bir alışkanlığı var ki hayli ilginç. “İlginç” kelimesini, bugün durduğumuz yerden baktığımız için söylüyoruz. Kendisi hayatı boyunca sohbet halinde olsun, istirahat halinde olsun, yolculuk halinde olsun yalnızca dizleri üzerine otururdu. Yemek yerken kendisine ikram edilen yiyeceklerden önce sağındakine, sonra solundakine ikram eder daha sonra kendisi yerdi. Pazar alışverişini kendisi yapar, özellikle meyve ve sebzelerin arkada olan ve insanların gözünün değmemiş olanlarını seçerdi. Hangi sebzeye veya meyveye dokunmuşsa, aramızda hukuk oluştu deyip onu alırdı. Olta ile avlanan balıkları aldatıldıkları için yemezdi. Kendisinden bir şey isteyeni asla geri çevirmez, vereceği şeyi kendi eliyle ve vereceği şahsa bir iki adım dahi olsa yürüyerek verirdi.

Ali Haydar Efendi (kaddesellahu sirruh) hazretlerinin şahsında, dört mezhebin kitaplarını yeniden yazabilecek ilme vakıf olmanın yanında, katıldığı huzur derslerinde padişahtan sözünü esirgemeyen dirayette bir ilim adamını görüyoruz. Bu kadar ilme sahip olmasına rağmen, öğrendiği her yeni bilgide heyecanlanan, eşine seslenerek  “bir cahilliğimizden daha kurtulduk hanım” diyebilen tevazu sahibi bir ilim adamı görüyoruz.

Hâce Musa Topbaş (kaddesellahu sirruh) üstadımızın şahsında; ticarethanenin başında olmasına rağmen, her ikindi vaktinden sonra üstadına hizmete devam eden, “el karda gönül yarda” düsturu ile hareket ederek, hem dünya hem ahiret için çalışılabileceğini bize öğretiyor. Sahip olduğu maddi imkânları, devrinde yaşayan ve İslami hassasiyet taşıyan ne kadar edip, yazar ve ilim adamı varsa onlara destek olan, bir kimseye bir ödeme yaparken, zarf içerisinde ve üzerine kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz diyerek alanın değil verenin teşekkür etmesini öğreten vefa örneği bir gönül insanı görüyoruz.

Esad Coşan (rahmetullahi Aleyh) Hoca efendinin şahsında; başında bulunduğu hareketin imkânlarını, ülkemizdeki Müslümanların içerisinde bulunduğu sıkıntıları gidermek için harcayan, yayınevleri, dergiler ve radyolar kurarak İslami tebliğe yeni bir boyut kazandıran ve bu yolda gurbet elde şehadete yürüyen mücahit bir gönül adamını görüyoruz.

Muhammed Emin Er (rahmetullahi Aleyh) Hoca efendinin şahsında; seksenli yaşlarında olmasına rağmen, Afgan dağlarında elinde silahı ile cihada katılan, böylece hem büyük cihadı hem de küçük cihadı hayatı ile bizlere öğreten bir mücahit görüyoruz.

Mehmet Rüştü Aşıkkutlu  (rahmetullahi Aleyh) Hoca efendinin şahsında; zor zamanlarda, Karadeniz’in bir dağ köyünde bulunan evini ve tüm imkânlarını Kur’an talebelerine vakfeden, buradan yüzlerce hafız yetiştiren ilim ve Kur’an aşığı hizmet adamını görüyoruz.

Mahmud Efendi (kaddesellahu sirruh) Hazretlerinin şahsında; İstanbul’umuzun bir semtini, sokaklarında sarıklı, cübbeli ve çarşaflı Müslümanların rahatça dolaşabildiği, örnek bir İslam beldesi haline getirerek sünnetin yaygınlaşması için çalışma yapan bir gönül adamını görüyoruz.

Ali Yakup Cenkçiler (rahmetullahi Aleyh) Hoca efendinin şahsında; memleketine İslam’ı tanıtan, kendisinin ve ailesinin Müslüman olmasına sebep olmalarından dolayı, Osmanlıya karşı engin bir saygı ve vefa duygusuyla bağlanan, bu vefa gereği de yaptığı işe ek olarak, kendisine teklif edilen Kur’an kursu hocalığını, 17 sene boyunca tek kuruş almadan, üstelik evinden yürüyerek gidip gelerek devam ettiren bir hizmet ve vefa abidesini görüyoruz.

Sadettin Öktem hocadan, kendisi beş yaşındayken babası tarafından büyük kabul edildiği ve muhatap alınarak fikrinin sorulduğunu öğreniyor, camiden çıkarken birçoğumuzun yaptığı ayakkabıların pat diye yere bırakıp giymenin aslında bir kabalık olduğunu, basit gördüğümüz bu tip hareketlerle, sahip olduğumuz nezafet, nezaket ve letafeti kaybettiğimizi hatırlatan bir İstanbul beyfendisini görüyoruz.

Bu güzel örneklere devam etmek ve sayfalar dolusu yazmak mümkün. Ancak bir kısmına yer verebildiğimiz ve ancak okuma fırsatı bulduğumuz bu güzel insanları tanımak ve bizden sonraki nesillere tanıtmak zorundayız. Hepsinin hayatından birer parça alabilsek ve onu hayatımıza tatbik edebilsek eminim ki güzel mesafeler kat edebiliriz.

Hâsılı kelam, bugün yaşadığımız dini hayatın hem ilmi boyutunda hem de ameli boyutunda emekleri olan,  Resul-i Ekrem (ﷺ)Efendimizin gül bahçesinde yetişen bu güllerden ölenlere üçer ihlas, birer Fatiha okuyup ruhlarına hediye ederek üzerimize düşen vazifeyi bir nebze olsun yerine getirelim.

Bu gül bahçesinden yetişen yeni güllerin artması Mevla nasip eylesin. Güzel yaşayanlar ve güzel ölerek kendisinden sonra gelenlere ışık tutmaya devam edenlerden eylesin.

Raif Koçak
Yüzakı Dergisi'nde Yazar