Demitolojizasyondan Karikatürizasyona Mustafa Öztürk ve Vahiy Telâkkisi

Tarihselcilik, ülkemizde 90’lı yılların başında revaç bulan ve 1997 Şubatı’nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen bir sempozyumla ivme kazandırılması düşünülen fakat 28 Şubat 1997’de gerçekleşen post-modern darbe sebebiyle, darbecilerin dinî görüşüne paralel bir dinî görüşe sahip olduğu düşüncesiyle ötelenen bir hareket…

Son yıllarda bu hareketin mealist ideolojiyle birlikte gençlere ya da İslâmî ilimler alanına hasbelkader ilgi duyup da mealciliğin açmazlarına karşı çıkış yolu(!) arayanlara bir alternatif olarak sunulduğu görülüyor. Neticede aynı kapıya çıkan bu iki hareketten mealciliğin, geçmişi toptan reddeden tutarsız anlayışı karşısında tarihselcilik, geçmişi elekten geçirip netice olarak ortaya koyacağı değerlendirmeleriyle çatışmayan/çelişmeyen unsurlarıyla kabul eden ve kendi içerisinde tutarlılık oluşturmaya çalışan bir yapı olarak öne çıkıyor.

Kısacası, Ehl-i Sünnet’ten kaçırılmaya çalışılan zihinler, son tahlilde birbirinden farksız olan Mealcilik ya da Tarihselcilik alternatiflerinden birini seçmek durumunda bırakılıyor.

Tarihselci isimler arasında, Ömer Özsoy gibilerin bir dönem çıraklığını yapmış olan Mustafa Öztürk, bugünlerde vitrinde gözüküyor. Onu vitrine taşıyan vesilelerin başında, dünden bugüne Fethullah Gülen karşıtlığı geliyor. 15 Temmuz’dan sonra şöhret basamaklarını birkaç basamak atlamak suretiyle hızla çıkan Öztürk’ün, mealinin hemen girişinde FETÖ’nün baş imamlarından olduğu belirtilen Suat Yıldırım’a düzdüğü methiyeleri ise hiç kimse konuşmuyor!..[1]

Demitolojizasyondan Karikatürizasyona

Mustafa Öztürk’ün ilmî gündemi yoğun bir şekilde işgal ettiği aşikâr. Onun bu derece antipatik karşılanmasının sebeplerinin başında, Kur’ân-ı Kerîm üzerinden yaptığı eleştirileri karikatürize bir biçimde sunması geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’i hermenötik okumaya ve demitolojizasyona tâbî tutanların hiçbirinden bugüne kadar böyle bir karikatürize anlatım sadır olmuş değil. Hiçbir Oryantalist veya Müsteşrik’in cesaret edemediği bir anlatım tarzına, Mustafa Öztürk cüret etmiş görünüyor.

Demitolojizasyondan karikatürizasyona uzanan bu süreç, bilhassa son günlerde acayip bir hâl aldı. Hatlar iyice gerildi. Neticelerini hep birlikte izleyip göreceğiz…

Sapma, Vahiy Hatta İlâh Tasavvuruna Dayanıyor

Sonda yazacağımızı başta yazalım; sözünü ettiğimiz sapma, vahiy hatta ilâh tasavvurundaki kırılmalara dayanıyor. Tartışmanın asıl zemininin vahiy tasavvuru olduğunu Mustafa Öztürk de açık ifadeleriyle şöyle beyan etmektedir:

“Tarihselcilik diye nitelendirilen yaklaşımın temelde vahyin mahiyetiyle ilgili olduğunu özellikle belirtmek gerekir…” (…) “Bu açıdan bakıldığında, Fazlur Rahman’ın tarihselci yaklaşımının temelde vahiy ve nübüvvetle ilgili görüşlerinin mantıksal sonucu olduğu anlaşılır. Nitekim gelenekçi çevrelerin Fazlur Rahman’ı en çok eleştirdikleri konu da vahiyle alakalıdır.”[2]

Tarihselcileri Vahiy Tasavvurunda Boğun!

Her tartışmada olduğu gibi tarihselcilerle olan tartışmalarda da temel konu zeminini doğru belirlemek gerekir. Temel görüş ayrılığı “vahiy telâkkisi” olduğundan, bu konuyla ilgili yapılması gereken şey, evvelâ vahiy tasavvurunu konuşmaktır. Bu konuyu atlayıp da haram aylar, zıhar, nesh, örf ve ictihâd gibi tikel örnek veya ıstılahların mahiyeti üzerinden yapılacak konuşma veya tartışmalar, konunun hem zeminini kaydıracak hem de birtakım kafa karışıklıklarına sebep olabilecektir. Ayrıca, daha önce dikkat çekmiş olduğumuz karikatürize anlatımlar, olayı çok daha can sıkıcı bir boyuta taşıyabilecektir.

Fazlur Rahman’a Göre Vahyin Mahiyeti
Fazlur Rahman, vahyin mahiyetine dair görüşlerini çok açık bir şekilde ifade etmediğinden bu noktadaki tespitler de açık bir şekilde ortaya konulamamaktadır. Bu konuyla ilgili kaleme alınmış müstakil bir eserde, onun vahyin mahiyetine ait görüşleri şu şekilde sunulmuştur:

Fazlur Rahman’a göre vahyin Hz. Peygamber (s.a.v)’e bir melek vasıtasıyla gönderilmediği kesindir. Bu görüş, yazarımız tarafından, vahyi Hz. Peygamber (s.a.v)’e ileten varlıktan Kur’ân’ın “Ruh” veya “er-Rûhu’l-Emîn” (Güvenilir Ruh) diye bahsetmesinden hareketle, onu hiçbir zaman bir “melek” olarak anmaması ile temellendirilmektedir.”

Fazlur Rahman’dan direkt olarak çevrilerek kaydedilen kanaatler şöyle:

(…) “İsrâ olayında hissedilen durum ruhanî olduğu için, tasvir edilen nesneler maddî nesneler olamaz. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, ruhanî bir durum şiddetle yoğunlaşırsa, kişiyle nesneler arasındaki uzaklık tamamen kalkar ve bütün her şey apaçık görülür; sesler işitilir ve seçilir bir durum hâlini alır. Böylece içten gelen ruhanî his somut bir şekil kazanır. Bu meyanda aslen vahyin muhtevası olduğuna dair işaretler de vardır. Herhâlde ruh, peygamberin kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir.”

(…) “Elbette ki peygamber, Kur’ân’ın vahiy olduğu konusunda doğruyu söylüyordu. Çünkü kendisinin doğrudan doğruya hissederek dinî bir yaşantısı neticesinde bu hikâyeler vahye dönüşmüş ve böylece masal olmaktan çıkmıştır. Müslümanlar için kuralsal olması açısından Kur’ân, Allah’ın tarih içinde cereyan eden durumlara peygamberin zihni vasıtasıyla verdiği cevaplardır.

Bu durumda peygamber ve vahiyle ilgili olarak, onun (vahiy alma esnasında) şuurunun normal(, aklının yerinde) olduğu görüşü, Ehl-i Sünnet tarafından çok daha sonraları ifade edilmiştir. Vahiy meleğinin bir dış varlığı bulunduğu ya da sesin dışarıdan geldiği yönündeki savunmayla bu kabul güçlendirilmeye çalışılmış ve böylece vahyin objektifliğinin koruma altına alındığı sanılmıştır.

Böyle bir teşebbüs bize, başlangıçta zihnen olgunlaşmamış gibi görünebilir; ama akidenin teşekkül hâlinde olduğu bir sırada bu adımı atmak, özellikle akılcılarla tartışmalara girmek için zorlayıcı nedenler bulunduğu bir ortamda zarurî görünüyordu. Daha sonraları geniş ölçüde kabul gören pek çok hadis ortaya çıktı. (Cibril hadisi gibi) Bu hadislerde Peygamber, Cebrail ile halk huzurunda konuşur şekilde gösterilmekte ve Cebrail’in görünüşü canlı bir şekilde tasvir edilmektedir.

Bununla birlikte, İslâm’ın 2-3. yüzyılları sırasında vahyin mahiyeti hakkında kısmen Hristiyan akideden etkilenen ciddi fikir ayrılıkları ve tartışmalar Müslümanlar arasında ortaya çıkınca o sırada kesin muhtevasını oluşturmak gibi nazik bir merhalede bulunan dönüş hâlindeki Sünnî İslâm, vahyin başkalığını, objektifliğini ve sözlü niteliğini korumak için onun dış hakikati üzerine ağırlık vermiştir.

Fakat Sünnîlik hatta bütün Ortaçağ İslâm düşüncesi akideyi oluştururken bir yandan vahyin başkalığı ve sözlü niteliğini, öte yandan vahyin, Peygamber’in yaptıkları ve dinî kimliğiyle yakın ilişkisini birleştirebilmek için gerekli fikrî araçlardan yoksundu. Bir başka deyişle, Sünnîlik, “Kur’ân hem tamamıyla Allah kelâmıdır hem de olağan anlamda tamamıyla Hazreti Muhammed’in kelâmıdır” diyebilecek fikrî yeterlilikte değildi…”[3]

Kanaatin Vardığı Netice

(…) “Fazlur Rahman’ın yaklaşımı kabul edilecek olursa vahyin Hz. Peygamber (s.a.v)’in kalbine/zihnine gelen bir ‘soyut bilgi’ yahut ‘anlam’ olması gerekir. Çünkü o, her şeyden önce bir ‘Ruh’tur ve bu ‘Ruh, -Allah tarafından indirilmekle birlikte- Peygamber’in kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç’tır.”

(…) “Aksi halde ise Kur’ân’ın vahyedilmesi ve bu vahyin kelimelere dökülerek insanlara aktarılması sürecine Hz. Peygamber (s.a.v)’in de -vahyin muhatabı olmak dışında- bir şekilde katıldığını ve vahyin gerek muhtevasının gerekse lafzının belirlenmesinde belli bir rol oynadığını kabul etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Bu da kuralsal muhtevaya sahip Kur’ân ayetlerinin tarihselliğinin kabul edilmesi konusunda yazarımız için önemli bir avantaj teşkil edecektir…”

Fazlur Rahman’ın konuyla ilgili aktarılmış olan görüşlerinin nihaî neticesi; vahyin Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve selleme ulaşma ve dilinden dökülme sürecinin mahiyeti tam olarak belli olmayan bir varlığa bağlı bulunduğu ve zihnin dahlinde, psikolojik bir sürecin sonucu olduğu şeklindedir. Bu durumun modern psikoloji dilindeki karşılığı ise halüsinasyondan başka bir şey değildir!

Mustafa Öztürk’e Göre Vahyin Mahiyeti

Mustafa Öztürk, Fazlur Rahman’ın, görüşlerini açıkça beyan edemediğini şöyle ifade eder:

“Bana öyle geliyor ki Fazlur Rahman içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal konjonktür gereği vahiy ve nübüvvetle ilgili görüşlerini önemli ölçüde hazfetmiş, bu yüzden özellikle vahyin mahiyeti konusunda tam olarak anlaşılmayan şeyler söylemiş, sonuçta mahzuf bıraktığı hususlar ve takdirî boşluklar asıl maksat ve muradının anlaşılmasını güçleştirmiştir.”[4]

O, vahyin mahiyetine dair görüşlerini izhar etmeden evvel şöyle bir zemin hazırlar:

“Tarihselcilik diye nitelendirilen yaklaşımın temelde vahyin mahiyetiyle ilgili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Şayet siz vahyin lafız ve mana olarak bizzat Allah’a ait olduğuna, Kur’an’ın da kadîm/ezelî kelam vasfını haiz bulunduğuna inanıyorsanız, hiçbir şekilde tarihselcilik fikrini savunamazsınız. Zira kadîm sıfatını haiz bir kelam kuşkusuz tarih-üstüdür. Ebû Leheb künyeli hâdis ve fâni kâfire beddua ayetleri içerse dahi bu kelam tarih-üstüdür. Bu durumda, Allah ezelde Ebû Leheb’e beddua, İsrailoğlulları ve Yahudilere lanet etmeyi takdir buyurmuş, demekten başka bir çıkar yol ve yorum imkânı yoktur.

Kısacası, ezelî ve kadîm bir kelamın bütün muhtevasıyla kadîm olması gerekir. Yok eğer, siz Kur’an’ı mahluk ve muhdes bir kelam olarak değerlendirirseniz, bu durumda muhtevasının da muhdes olduğundan söz edebilirsiniz. Keza siz Kur’an vahyinin hem lafız hem mana olarak değil de temelde genel bir mana ve mesaj perspektifi olarak inzal edildiği fikrini benimser ve vahiy sürecinde Hz. Peygamber’in zihin ve fikir dünyasının da etkin ve işlevsel olduğunu kabul ederseniz, bu takdirde, sözgelimi, toplum düzeni ve hukuki alanla ilgili ayetler bağlamında yeni içtihadî hükümler üretmekte sakınca görmezsiniz.

Bu açıdan bakıldığında, Fazlur Rahman’ın tarihselci yaklaşımının temelde vahiy ve nübüvvetle ilgili görüşlerinin mantıksal sonucu olduğu anlaşılır. Nitekim gelenekçi çevrelerin Fazlur Rahman’ı en çok eleştirdikleri konu da vahiyle alakalıdır.”[5]

Mustafa Öztürk, siyasî baskılar sebebiyle görüşlerini açıkça beyan edemeyen Fazlur Rahman’ın bulamadığı boş meydanda vahyin mahiyetine dair görüşlerini şöyle açıklar:

“Bizim (bu konuyla ilgili) tercih ettiğimiz (Zerkeşî ve Suyûtî gibi Sünnî âlimler tarafından ikinci sırada nakledilmiş olan) görüşe göre Cebrail, Kur’an vahyini özellikle salt manalar (mefhumlar) olarak indirmiş; Rasûlullah bu manaları bellemiş ve Arap dilinin ifade kalıplarına kendisi döküvermiştir.”[6]

Zerkeşî ile Suyûtî Karşısında Öztürk’ün Kanaati

Mustafa Öztürk, vahyin mahiyetine dair görüşlerini ifade ederken; el-Cüveynî, ez-Zerkeşî, es-Suyûtî ve ed-Dihlevî gibi âlimlerin görüşlerine atıfla ifade ediyor. Bu noktada bilhassa vahyin sadece âyet-i kerîmelerle sınırlı olup olmadığı hususuna temas etmek gerekiyor. Bu konuyla ilgili olarak Öztürk’le aramızda bir görüş ayrılığı yok. Fakat âlimlerin vahy-i ğayr-i metlüv/vahy-i hafî/vahy-i bâtın olarak ifade ettikleri vahiy türü ile vahy-i metlüv/vahy-i celî/vahy-i zâhir, arasında Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm’e veya Sünnet’e aidiyet noktasında bir ayrıma gitmiyor. Dolayısıyla, ulemanın bahsettiğimiz türden vahiyle alâkalı olan görüşünü, sanki vahy-i metlüvü de kapsayan bir görüşmüş gibi takdim etmiş oluyor.

Meselâ, es-Suyûtî rahimehullâhdan nakil yaptığı el-İtkân adlı eserde İmam es-Suyûtî rahimehullâh, evvelâ vahy-i metlüv ya da vahy-i ğayr-i metlüv ayrımına gitmeksizin vahyin mahiyeti ve inzâl keyfiyeti hususunda genel görüşleri naklediyor. Daha sonra ise maddeler hâlinde, âyet-i kerîmelerin inzâl keyfiyetini naklediyor ve Öztürk’ün “Kabul ettiğim inzâl keyfiyeti” diyerek takdim ettiği kabulün; sünnet, yani vahy-i ğayr-i metlüv olduğunu söylüyor.[7]

Netice olarak burada yapılan şey, Ali-Cengiz oyunundan ibaret bir durum…

Fazlur Rahman’ın Hristiyan Olan Oğlu

İfsadı geniş kitlelere yayılanların kabir ve ahiret azaplarının yanında bir de dünyada açığa çıkan ağır veballeri söz konusudur. Böyle bir duruma Fazlur Rahman da maruz kalmıştır.

Turan Kışlakçı’nın anlattığına göre, Fazlur Rahman ömrünün son demlerindedir ve Londra’da hemşerisi Ahmed Mahmud Gazi ile karşılaşır. Fazlur Rahman’ın çok münkesir (son derece üzgün) hâli, hemşerisinin dikkatini çeker ve aralarında şöyle bir konuşma gerçekleşir…

Ahmed Mahmud Gazi, Fazlur Rahman’a neyinin olduğunu sorar, Fazlur Rahman,
— Öyle bir vartaya düştüm ki, sorma! Oğlum Hristiyan oldu, der. Ahmed Mahmud Gazi,
— Nasıl olur bu ya? diye hayretle sorar. Fazlur Rahman cevap verir,
— Çok ısrar ettim, çok çabaladım çok gayret ettim ama döndüremedim. Sonunda bana şöyle dedi,
— Baba, sen değil misin, Yahudiler ve Hristiyanlar da cennete gidecek diyen? Bırak yakamı, cennete gideceksem ha Müslüman olarak gitmişim ha Hristiyan olarak. Ne fark eder ki?

Fazlur Rahman ruhunu eğer tevbe etmeden teslim etmişse, yükleneceği azabın derecesi büyük olacaktır. Yüklendiği vebalin bu dünyadaki karşılığı, oğlunun Hristiyanlığı kabulü şeklinde izhâr olmuştur. Bakalım, Mustafa Öztürk’ün yüklendiği vebal ne şekilde açığa çıkacak?..

Küçük Bir Tavsiye Listesi

Fazlur Rahman’ın görüşlerine ciddi manada eleştiri yönelten isimlerin başında Ebubekir Sifil Hocaefendi gelir. Nitekim Mustafa Öztürk de bu konuyla ilgili şöyle demektedir:

Fazlur Rahman’ın hadis ve sünnet konusundaki görüşleri özellikle İbrahim Hatiboğlu ve Ebubekir Sifil tarafından eleştirilmiştir. Hatiboğlu’nun daha ziyade hadis-sünnet eksenli eleştirileri anlamaya çalışmaktan ziyade peşinen yargılamaya yöneliktir. Bu değerlendirme Sifil’in hadis-sünnetin yanında Kur’ân, vahiy, içtihad, kelâm, tasavvuf gibi konuları/alanları da muhtevi Fazlur Rahman tenkitleri için de geçerlidir. Öyle ki Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi I-II isimli bir eser dizisine dönüşen eleştirilerinde, Fazlur Rahman’ın hiçbir konuda/alanda sahih ya da isabetli denebilecek bir tek görüş beyan etmediğini kanıtlamaya cehdetmiş gibidir. Bu tenkit tarzı, “yeminli Fazlur Rahman muhalifliği” denebilecek bir anlayışın doğmasına yol açmıştır.”[8]

Ebubekir Sifil Hocaefendi’nin Fazlur Rahman’ın görüşlerine reddiye olarak kaleme aldığı Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi (2. Cilt) adlı eserin dikkatle okunması büyük fayda sağlayacaktır.[9]

Konu mealist ve tarihselcilerin görüşlerine yönelik reddiyeler olduğunda, merhum Salim Öğüt Hocaefendi de akla ilk gelen isimlerdendir. Nitekim Modern Düşüncenin Kur’ân Anlayışı/Bir Zihniyet Eleştirisi adlı eser, tarihselci ve meâlistlerin Kur’ân-ı Kerîm’e yönelik yaklaşımları ve müktesebat üzerinde yapmış oldukları birtakım çarpıtmalara reddiye niteliğindedir. İhsan Şenocak Hocaefendi’nin Kur’ân-ı Kerîm Müdafaası adlı eseri de, bilhassa başlangıç için uygun bir eserdir. Bu meyanda, aynı hocamızın katılmış olduğu muhtelif televizyon programlarındaki konuşmaları da oldukça müfiddir.

Ebubekir Sifil Hocaefendi’nin, İslâmî Bilincin İhyâsı seminerlerinde, Mustafa Öztürk ve Ömer Özsoy’un iddialarını ele aldığı oturumlar dinlenilmelidir. Bu oturumlarda, Mustafa Öztürk’ün katılmış olduğu televizyon programlarında sıklıkla ortaya attığı Haram Aylar, Zihar, Hazreti Ömer ve Müellefe-i Kulub’a Zekât Mevzuu, İmâm Mâtürîdî ve İctihâdî Nesh söylemi, Zıhar vb. gibi konular ve tarihselci yaklaşımla neshin birbirine karıştırılmaması gerektiğine dair ayrıntıların tamamı yer alıyor.  Ayrıca, her Çarşamba Uluçınar Vakfı’nda tertip edilmekte olan seminerlerde de bu konunun ele alınacağına yönelik duyurular yapılmış durumda. Onları takip etmek de faydalı olacaktır. [10]

Müstefid olmanız dileğiyle…

Dipnotlar


[1] Mustafa Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm Meali/Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2. Basım, 2014 (Aralık), s. 18.
[2] Mustafa Öztürk’le Fazlur Rahman üzerine söyleşi – 26 Temmuz 2015, http://mustafaozturkarsivi.blogspot.com/2015/07/soylesi-modern-hayatta-musluman-kalmaya.html (e.t. 16.12.2018).
[3] Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi-2, Rıhle Kitap, 2013, 5. Baskı, s. 3, 5, 8-9 vd.
[4] A.y.
[5] Mustafa Öztürk’le Fazlur Rahman üzerine söyleşi – 26 Temmuz 2015, http://mustafaozturkarsivi.blogspot.com/2015/07/soylesi-modern-hayatta-musluman-kalmaya.html (e.t. 16.12.2018).
[6] Mustafa Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzâl Keyfiyetine Dair Görüşüm”, Karar Gazetesi, 15.12.2018,  http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675# (e.t. 16 Aralık 2018).
[7] İmam es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Trc. Heyet, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1987, c. 1, s. 104.
[8] Mustafa Öztürk, “Tarihselcilik ve Fazlur Rahman”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, Zeytinburnu Belediyesi, 2013, s. 206-207.
[9] İlgili kitabı buradan tedarik edebilirsiniz…
[10] Dinleme ortamlarına aşağıdaki adreslerden erişim sağlayabilirsiniz…
Bahsettiğimiz İslâmî Bilincin İhyâsı Seminerlerini konu başlığı tasnifatıyla buradan dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/playlist?list=PLndck28KMKrzUAPFEcBllazwtwYdobaJx

Ebubekir Sifil Hocaefendinin, konuyla ilgili muhtelif zamanlarda kaleme almış olduğu makale arşivine ulaşım adresi: https://ebubekirsifil.com/dosya/tarihsellik-ve-hermenotik/

Yücel Karakoç
Musellem.net yazarı, yazı işleri...