İran’a Umumî Bir Bakış; Devrimden Sonra…

  1. Giriş

1979’da Humeynî öncülüğünde “İslâm Devrimi” yapıldığı günden bugüne, kimi çevreler bu gelişmeyi müsbet bir vakıâ olarak tahlîle tâbi’ tutsa da, -meselâ Said Havva gibi[1]– kimileri de Humeynî’nin (ya da halkın) yaptığı bu devrimi “Şii Devrimi” olarak görmüştü. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra birçok İslâm beldesinde İslâmî ahkâma riayet edilmez olmuştu ve bu beldelerdeki halk inançlarının, örf, âdet ve an’anelerinin tersi istikamette yaşamaya, şu ya da bu şekilde, başlamıştı. Öte yandan, bu gidişâta “Dur!” diyenler, hiç olmazsa demeye çalışanlar da yok değildi. Ne ki, kökleşmiş, kemikleşmiş bir takım kaideler vardı Âlem-i İslâm’da… Humeynî’nin yaptığı, bu noktada, devrime yöneltilen esaslı eleştirileri paranteze alarak söyleyelim, birçok Müslümana da emsâl olmuştu bir bakıma. “İran İslâm Devrimi”nin elbette birçok farklı iç dinamikleri var ve bunların üzerinde durulması devrimin mâhiyetini anlama noktasında olmazsa olmazımız. Bu yazıda, devrim öncesi sosyo-kültürel, sosyo-politik duruma atf-ı nazar edecek, devrimi –adetâ- hazırlayan esbâbı tahlîl etmek suretiyle nihayet 1979 yılına, daha sonra –umumîyetle kronolojiye riayet ederek- günümüze geleceğiz. Yazımızın nihayetinde umumî bir tahlile girişip mevzuu toplayacağız, nasibse.

  1. Devrim Öncesine Umumî Bir Bakış
  • Soğuk Savaş Öncesinde İran

Köklü bir maziye sahip olan ve şüphesiz ki –bugün- Ortadoğu olarak adlandırdığımız bölgenin en köklü medeniyetlerinden biri olan İran’da tarih boyunca birçok devletin kurulduğunu biliyoruz. Filhakika, “Medler”, “Pers İmparatorluğu”, “Sasaniler” ve “Safeviler” gibi önemli devletlerin kurulduğu İran’da birçok Türk Devleti de hüküm sürmüştü. Pehlevî idaresinin işbaşına gelmesine kadar İran coğrafyasında “Türk” baskınlığından/etkinliğinden söz etmek mümkündür. “İran” adınınsa Sasaniler değil de Selçuklular devrinde kullanıldığını, Kaçarlar döneminde ise ülkenin resmî adının “Memâlek-e Mahruse-ye İran” (İran Korunmuş Ülkeleri) olduğunu biliyoruz.[2] 1796 yılında Safevî Hanedanlığına son veren Kaçarlar[3] İran’ın jeopolitik durumu nedeniyle İngiltere ve Rusya’nın bölgedeki rekabetine muhatap olmuş, daha sonra İngiltere ile petrol anlaşması yapmak durumunda kalmıştır.[4]

Bugün İngilizlerin marifetiyle “Ortadoğu” olarak tesmiye edilen coğrafyada I. Cihan Harbi’ne tekaddüm eden günlerde ve sonrasında dengelerin nasıl ve ne şekilde değiştiği üzerinde durulması gereken bir nokta. Mamafih, biz, yerimizin darlığı dolayısıyla ve pek tabii mevzuun dağılmaması kastıyla hâdiselere kısaca temas etmek istiyoruz.

Evvela; Cihan Harbi’nde İran’ın kuzeyini işgal eden Rusya’nın 1917 Ekim’inde ihtilal gerçekleşip Bolşevikler iktidara geldikten sonra hem savaştan, hem de İran’dan çekildiğini biliyoruz. Rusya’nın mevcut zafiyetinden faydalanmak ve Bolşeviklere karşı verdiği mücadelede İran’ı üs olarak kullanmak isteyen İngiltere, bölgedeki petrol ve diğer çıkarlarını korumak amacıyla 1919 yılında İran Şahı ile anlaşma imzalamış, bu sayede amaçlarına ulaşmıştı.[5] Fakat ülkede artan yabancı etkisine karşı milliyetçilerin harekete geçtiği ve 21 Şubat 1921’de General Rıza Han yönetimindeki Kazak garnizonunun başkentte kontrolü ele geçirdiğini biliyoruz.[6] Aynı yıl içerisinde İngiltere ile yapılan anlaşma fesh edildiği gibi, İran, Bolşeviklerle, Sovyetler Birliği’ne ülkesi üzerinden gerçekleşecek saldırıları engelleyememesi mevzu bahis olur endişesiyle belki, Rus askerlerinin ülkesine girebilmesini de muhtevî olan dostluk antlaşması akdetmiştir.[7] 1921 yılında Tahran’da yönetimi kontrol altına aldığını bildiğimiz Rıza Han, aynı yıl ordu komutanı, 1923 yılında gerçekleştirdiği darbe ile ordu komutanlığının yanı sıra başbakan ve nihayet meclisin aldığı kararla 1926 yılında İran Şahı olmuş, İran’da Pehlevî Hanedanlığı vetiresi bu şekilde başlamıştır.[8]

İran’ı modernleştirmeye dâir girişimlerde bulunan Rıza Şah dış politikada da etkin olmaya çalışmış, başta Türkiye olmak üzere bölgedeki diğer ülkelerle ilişkiler tesis etmek için girişimlerde bulunmuş ve 1927 yılında, 1921’de Sovyetler Birliği ile imzaladığı antlaşmayı uzatmak suretiyle –tâbir yerindeyse- İran’daki Sovyet etkisini artırmıştır. William Knox D’arcy’ye tanınan imtiyazlarda iyileştirme yapılması yolunda hareket eden Şah’ın esasen buna mecbur kaldığını söylemek mümkündür.[9]

İngilizler ve Sovyetler arasında denge politikası kurmak sûretiyle ülkesinde bu iki devletin nüfuzlarını azâmî derecede azaltmaya çalıştığı görülen Şah, Hitler’in 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle aradığı fırsatı bulmuştu. Hitler’in iktidara gelmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler fevkalade müspet bir gelişim göstermiş ve hatta II. Cihan Harbinde tarafsız kalmasına rağmen, İran, Alman eğilimli bir politika izlemiştir, demek doğruya uzak bir kanaat olmayacaktır. İran’ın Almanlarla bu denli yakın bir politika izliyor olması İngilizler ve Rusların dikkatlerini tekrar İran’a tahvil etmelerine sebep olacak, ayrıca İngiltere müttefiki olan Sovyetlere daha rahat yardım yapabilmek amacıyla, iki ülke tarafından İran işgale maruz kalacaktır. Rıza Şah ise tahtından oğlu Muhammed Rıza Şah lehine feragat etmek durumunda kalacaktır.[10]

Sovyetler ve İngilizler 1941 yılında İran’ı işgal ettikten sonra 1942 yılında İran’la bir ittifak antlaşması imzalamış ve İran’da bulunmasına izin verilen Sovyet ve İngiliz askerlerinin savaşın nihayete ermesinden sonra ilgili antlaşmanın 5. Maddesine göre 6 ay içerisinde çekmeyi kabul etmişlerdi.[11] Fakat antlaşmadaki maddelere riayet edildiğini söylemek mümkün değildir. Zirâ, savaş bittikten sonra Sovyetler işgal ettikleri bölgelerden çekilmediği gibi İran’ı bölecek faaliyetlere de girişmişler, bir takım sebeplerle özerklik talep eden Azerî ve Kürt grupları da desteklemişlerdir.[12] Bu desteğin ma’kes bulduğunu, 1946 yılında Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti ve Mahabad Cumhuriyeti adında devletlerin kurulduğunu biliyoruz. İran’ın toprak bütünlüğünü tehdit eden ve ileride kuşkusuz birçok başka sorunlara yol açacak olan bu keyfiyet Birleşmiş Milletlere taşınmışsa da netice elde edilememiş, bunun üzerine İran, çözümü Sovyetler Birliği ile aramış ve nihayet Sovyetler Birliği İran’a özerk Azerî bölgesini tanıtan ve İran’ın kuzeyinde Sovyetlere petrol ayrıcalıkları veren bir antlaşmayı kabul ettirmek suretiyle İran’dan çekilmiştir.[13] Daha sonra İran yönetimi bölgedeki özerk Azerbaycan yönetimini tanımadığı gibi Sovyetlere verdiği petrol imtiyazını da milliyetçi cepheden gelen yoğun baskı neticesinde kaldıracaktır.

İran, Sovyetlerle yaşadığı bu hâdiselerden sonra 1951-1954 yıllarında İngiltere ile karşı karşıya gelecektir. 1951 yılında başbakan olan Musaddık koltuğa geçer geçmez İngilizlere ait bütün petrol tesislerini millîleştirmeyi öngören kanunun meclisten geçmesini sağlamıştır. Musaddık’ın hamleleri İngilizleri haylice tepki göstermeye sevk etmiş ve İngiltere, İran karasularına savaş gemisi göndermiştir. Belirtmek gerekir ki, İngilizlerin daha ciddi adımlar atamaması Sovyetler Birliğinin duruma müdahale etmesi ve İran’da komünistlerin iktidarı ele geçirmesi korkusudur. Ayrıca, belirtmeden geçilemeyecek bir başka sebep de, İran ile krizinin yaşandığı bu dönemde Kore savaşının patlak vermesidir.[14] Fakat buna rağmen, İngiltere’nin etkili boykotu ve Musaddık’ın gerçekleştirdiği askerî, sosyal ve ekonomik reformlar İran’da tepkilerin artmasına neden olmuştu. Musaddık’tan kurtulmak isteyen İngilizler ve onların destekçileri olan ABD, Musaddık’ın askeri darbe ile devrilmesinde karar kılmış; CIA ve MI6’nın geniş desteği ile General Fazlullah Zahidi “Ajax Operasyonu” ile Musaddık’ı devirmiştir.[15] Musaddık’ın devrilmesiyle Fazlullah Zahidi başbakan olmuş ve 1954 yılında yapılan anlaşma ile iki ülkeyi karşı karşıya getiren mezbur sorun çözülmüştür.[16]

1953 yılında Musaddık’ın devrilmesiyle İngiltere İran’daki çıkarlarını azalmakla beraber koruyabilmiştir. Ayrıca, belirtmek gerekir ki, Amerikan petrol şirketleri de krizin ardından kârlı çıkmış ve bu vesileyle İran pazarına girmişlerdir. Bu (1951-1953) krizden en kârlı çıkan kişinin Şah Muhammed Rıza Pehlevî olduğunu söyleyebiliriz. Şah, 12 yıldır yönetiminde bulunduğu İran’da mutlak hâkimiyetini tesis edebilmiş ve ülkedeki muhalif hareketleri bertaraf edebilmek imkânına kavuşup tasfiye sürecine girmiştir. Artan petrol gelirleriyle “Beyaz Devrim” tâbir olunan modernleşme hareketlerini başlatmış ve Soğuk Savaş’ın tüm etkisini gösterdiği bu vetirede Batı ile ittifak kurma paralelinde politikalar izlemiştir, diyebiliriz. Fakat hemen ifade edelim ki, Musaddık’ın faaliyetleri halk tabanında ma’kes bulduğu için Şah’a karşı bir muhalefet/tepki ortamı tekrar neşv-û nemâ bulmuş, yukarıda işaret ettiğimiz “tasfiye” faaliyetleri neticesinde neş’et eden boşluğu “dinî referanslara atıfta bulunan” gruplar doldurmaya başlamıştır. İleride göreceğimiz gibi, Şahlık Rejiminin sona erdirilmesinde işbu gruplar etkin rol ifâ edeceklerdir.[17] Binaenaleyh, diyebiliriz ki, 1953’te gerçekleşen darbe, bir yönüyle 1979’daki devrimin tohumlarını bu münbit topraklara ekmiştir. Vakti gelince, açacak olan bu tohumları…

1-sah pehlevi devrim

              (Şah Rıza Pehlevî halka Beyaz Devrim’i anlatıyor. 1963)

  • Musaddık Darbesinden Şahın Devrilmesi

Muhammed Rıza Pehlevî, 1953 yılında Musaddık’ın devrilmesi ile İran’da otoritesini tesis etme imkânı bulmuş ve bu tarihten sonra reform hareketlerine girişmişti. İmzaladığı anlaşmalarla petrol gelirleri artmış ve reformlar için gerekli kaynak da bu vesile ile bulunmuştu. Bâhusus, 1973 yılında baş gösteren petrol krizi ile uluslararası piyasada petrol fiyatlarının yükselmesi İran’ın petrol gelirlerinde ciddi bir artışa neden olmuştu. Pek tabii ki, reformların hızlanmasına da…

Askerî, bürokratik ve içtimaî alanlarda reformlar gerçekleştiren Muhammed Rıza Pehlevî 1963 yılında “Beyaz Devrim”[18] adı verilen reform hareketlerine girişmiş ve toprak reformunu gerçekleştirmişti. Bu reformla; feodal, ayan, eşraf ve umde-i malik ( Büyük toprak sahibi kimse, toprak ağası.) gibi geniş topraklara sahip kimselerin ellerinden mülkleri alınmış, “ortakçılar” adı verilen gruplara transfer edilmiştir.[19] Bu reform hareketlerinden sadece geniş toprak sahipleri değil, aynı zamanda dinî vakıflar da etkilenmiş ve bu durum mollaların tepkisine neden olmuştu. Mollalar, bu reformları “anayasaya” ve “dine” aykırı olmakla tavsif edip tenkid ediyorlardı[20] Hükümetin vâki’ tenkidlere sert bir şekilde mukabele etmesi milliyetçilerin de, mollaların da muhalefetini artırmış ve fakat Tahran yönetimi 1975 yılına kadar muhaliflerin etkili olmasını engellemiştir.

Denilebilir ki, 1975 yılı ve sonrasına tekaddüm eden günler Pehlevî Hanedanlığının sonu getirecektir. Zirâ, bizatihi rejimin güvenliğini sağlamak, siyasi muhalifleri tasfiye etmek kastıyla her türlü işkenceyi yapmaktan geri durmayan İran istihbarat servisi SAVAK’ın faaliyetleri, 1975 yılında kurulan Diriliş Partisi’nin tutumu, kırsal kesimde yaşayan, yaşamaya çalışan halkın şehirlere göç etmeleri hengâmında çıkan sorunlar ve artan petrol fiyatlarına rağmen görülen enflasyon ve işsizlik halkın rejime karşı sesini daha gür çıkarmaya sevk etmiştir.[21] Bütün bunların yanı sıra, Şah’ın iki hamlesi bu mukadder sonu öne almıştı, diyebiliriz; çarşıyı ve çarşı esnafını hedef alan, ulemaya karşı giriştiği eylemler ve Humeynî hakkında çıkan makale.[22]

İran’da Şah’ın isteği üzerine kurulan Diriliş Partisi geleneksel olarak belirli özerkliğinin bulunduğunu söyleyebileceğimiz çarşıya karşı sert tutum almış ve çarşı esnafını çağ dışı kalmakla, çağa ayak uyduramamakla itham edip, suçlamıştır. Öte yandan, esnafın cebren partiye üye yapılmaya çalışılmasına ek olarak bu geleneksel sisteme yine cebren dayatılan yenilikler; bunun muktezası olarak da pazarların yıkılmaya başlanması ve nihayet SAVAK’ın gün geçtikçe artan eylemleri esnafı zor duruma sokmuştur. Esnaftan farklı olmaksızın, ulemaya da benzer ithamlar yapılmış ve Muhammed Rıza Pehlevî’nin bilgisi dahilinde gerçekleşen bu uygulamalar, kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen ve “mazlum” olduklarına inanan bu iki kesimi bir araya getirmeye taalluk eden bir mâhiyete bürünmüştür.

Şahlığın sonuna giden, sonunu getiren bu vetirenin bir diğer önemli ayağı ise 1978 yılında Humeynî hakkında neşredilen ve Humeynî başta olmak üzere onun fikriyatını temellük eden kimselerce gerçek dışı olmakla tavsif olunan makaledir. İlgili makaleyi protesto etmek amacıyla Kum kentinde toplanan öğrenci ve çarşı esnafına ateş etmek sûretiyle mukabele eden rejim bu vesileyle devrimin fitilini ateşlemiştir, demek doğruya uzak bir kanaat olmayacaktır.[23] Kum’da meydana gelen bu olaylardan 40 gün sonra, yani 18 Şubat 1978’de büyük şehirlerde toplanan gruplar Şahı ve rejimi protesto etmişlerdi. Ne var ki, Şah, bu protestoları da kanla, baskıyla ortadan kaldırmak yolunu tercih edecektir. Bu da çok sayıda insanın ölmesine sebep olmuş, ardından 18 Şubat eylemlerinde ölenleri anmak için 29 Mart’ta toplanan protestoculara yine aynı şekilde karşılık verilmiş ve bu gösterilerde ölenleri anmak için de 10 Mayıs’ta toplanmışlardır muhalifler. Netice, yine aynıdır…

Gelişen hâdiselerin seyrinden de anlaşılacağı gibi Şah’ın bu sert tutumları muhalifleri sindirmek bir kenara, muhalefet duygularının perçinlenmesi neticesini hâsıl etmişti. Şah bu tutumunu değiştirmeye çalışsa da sonuç alınamamış, 19 Ağustos 1978’de 1953 darbesinin yıldönümünde Abadan’da bir sinemada çıkan yangında 400 kadın ve çocuğun ölmesi ve bu hâdiseden SAVAK’ın mes’ûl tutulması; buna ek olarak 8 Eylül günü Jale Meydanı’nın kan gölüne çevrilmesi İran’daki bu hadiselerin kontrolden çıkmasına neden olmuştur.[24]

Muhammed Rıza Pehlevî’ye karşı asıl darbenin, muhaliflerin, hükümeti, askerlerin olaylardan uzaklaştırılmasına ikna etmesi olduğunu söylemek mümkündür. Zirâ, askerler kışlalarına geri dönmüş ve Humeynî’nin İran’a geri dönmesinin yolu açılmıştır. Bundan sonra, belki de sonunun geldiğini düşünen Şah, 16 Ocak 1979’da tatile gitme bahanesiyle İran’ı terk etmiştir. 1 Şubat 1979’da –bir Fransız uçağıyla; zirâ “onlar” tarafsızdırlar!- devrimin baş mimarı… Humeynî İran’a gelmiş, fiilen Şahlık devri bitmiştir. Şahtan sonraki boşluğu doldurmaya çalışan ve devlet yönetimini ele geçirmeye çalışan kişi ve grupları tasfiye etmekte başarılı olan Humeynî, 1979 yılının sonlarına doğru “velayet-i fakih”[25] mefhumunu da muhtevî anayasanın yapılan referandumda kabul edilmesiyle 30-31 Mart’ta fiili olarak İran İslam Cumhuriyeti’ni kurmuştur, diyebiliriz.

  • Devrimin Sonuçları

İran’da yakın tarihte Humeynî’nin önderliğinde… gerçekleşen bu devrim Ortadoğu başta olmak üzere küresel ölçekte bazı sonuçları da beraberinde getirmiştir.

  • İmparatorlukların dağılmasına yol açan Fransız İhtilali’nden sonra dünyayı –adetâ- kasıp kavuran milliyetçilik akımı Ortadoğu’ya da sirayet etmiş ve “seküler” Arap liderler “bağımsızlık” için mücadele etmiştir. Hususen, II. Cihan Harbi nihayetinde tam bağımsızlıklarını kazanan Irak, Suriye ve Mısır gibi Arap ülkelerinde meşru zeminde veya darbe ile iktidara gelen liderler İslâmî söylemlerden azâmî ölçüde istinkaf etmişler ve buna mukabil milliyetçi söylemleri asgârî ölçüde terviç etmişlerdi. 1948’de İsrail’in kurulması bahusus 1952-1970 yılları arasında Mısır’da iktidarda olan Nasır döneminde milliyetçiliğin hadd-i azâmîsini yaşamasına sebep olmuştur, denilebilir. Yine bu dönemde, sekülerleşme –tıpkı diğer birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi!- resmî ideoloji hâline gelmiş, karşı konulamaz bir hüviyet arz eder olmuştur… 1967 Altı Gün Savaşı’nda Arapların İsrailliler karşısında uğradıkları ağır hezimetin bu sekülerleşme ve milliyetçiliği sorgulamaya sevk ettiğini görüyoruz. Bu savaşı müteakip, muhafazakâr çevrelerin sesinin yükselmeye başladığını biliyoruz. İran İslâm Devrimi’nden sonra siyasal İslâm’ın iktidara gelmesi mezbur çevrelerin cesaretlenmesine, hatta radikal grupların kuvvet kazanmasına ve halk tabanında karşılık bulmasına sebebiyet vermiştir.
  • İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurulması tabii olarak komşu ülkeleri tedirginliğe sevk etmiştir. Bir halk hareketi neticesinde Şahlık rejiminin sona erdirilmesi monarşi ile yönetilen Arap devletlerinin yöneticilerini korkutmuştur. Öte yandan, açık bir şekilde “rejim ihracı” söylemlerinin büyük bir yankı uyandırması da bu korkuyu artırmıştır. 1979 yılının Eylül ve Ekim aylarında Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan’da çıkan Şii ayaklanmaları İran rejimine karşı düşmanlığın artmasının sebepleri arasında zikredilebilir.[26]
  • Muhammed Rıza Pehlevî döneminde İran – ABD ilişkilerinin üst düzeyde seyretmesine rağmen İslâm Devrimi’nden sonra ciddi yaralar aldığını söylemek mümkündür. (…) Şah devrinde ABD’nin İran’a askeriye olmak üzere birçok alanda destek vermesine mukabil, Humeynî’nin ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak tesmiye etmesi bu durumun ters-yüz olmasına sebebiyet vermiştir. Gerçekten, 1979 yılının sonuna doğru Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin basılması ve elçilik personeli dâhil Amerikalıların esir alınması iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına, gerilemesine sebebiyet vermiştir. Her ne kadar ABD bu hadiseye karşı askerî harekâttan evvel bir çok zorlamaya matuf tedbir alsa da bundan netice alınamamış olması askerî harekât düzenlenmesine sebep olmuş ve fakat netice fiyasko olmuştur. 1981 yılında rehinelerin serbest bırakıldığı tarihten bugüne değin ABD – İran ilişkileri düzelmemiştir. (…)
  • Öte yandan, Devrimle beraber İsrail ile olan ilişkilerin de darbe aldığını söylemek gerekir. Nitekim, İran tarafından, İsrail ile mücadeleye girişen Filistinli Araplara destek verilmesi ve Filistin meselesinin uluslararası siyasete taşınması da İsrail’in İran’ı tehdit olarak görmesine sebebiyet vermiştir…[27]
  • Değinilmesi gereken bir başka nokta ise, İran İslam Devrimi’nin bir diğer sonucunun, İran’ın, terör örgütlerine verdiği destektir. Hizbullah başta olmak üzere birçok terör örgütüne finansal, lojistik ve eğitim desteği veren İran’a uluslararası toplumun tepki göstermesi ve “yaptırımlar” uygulanması da bilinen bir “gerçek”tir…

İran İslâm Devrimi’nin tarihî sürecini ele aldığımız bu kısım, burada nihayete erdi. Pek tabiidir ki bu mesele müstakil eserlerin konusu olacak keyfiyette ve hacimdedir. Bizim yapmaya çalıştığımız, ana hatlar üzerinden gitmek sûretiyle konunun dışına alâ-kader’il-imkân çıkmadan sebep-netice ilişkisi bağlamında tarihî süreci ele almaktır.

  1. Devrim ve Sonrası

         2-Humeyni irana geliyor

(Humeynî’nin uçağı 1 Şubat 1979’da Tahran’a iniyor)

a. Anayasa

          Humeynî iktidarı ele geçirdikten sonra durmadı. Evvelâ bir geçici hükümet kurulmasına ve bu arada da “anayasa” hazırlanmasına dâir, emir verdi. Nitekim anayasa hazırlandı ve fakat Şah rejiminin (Şahın) dahi elinde olmayan yetkilerle mücehhez bir “ruhanî lider” teması gözden kaçmıyordu. Nitekim, kurulan Geçici Hükümet’in altı üyesiyle beraber Bezirgân Humeynî’ye bir dilekçe gönderdi ve anayasa maddeleri üzerinde bir takım değişiklikler yapılması gerektiğini, mevcut hâliyle bu anayasanın “ahundizm” (ak sakallılar, mollalar rejimi) vakıâsını temin edeceğini ve nihayet gelecek nesillerin bu arızaları “İslâm’ın eksikliği” olarak göreceklerini, ifade etti. Charles de Gaulle’ün Beşinci Cumhuriyeti’ni örnek alan resmi başbakan Mehdi Bezirgan ile “velayet-i fakih” kavramının kurumsallaşmasında kararlı görünen Humeynî arasında bir mücadeleye yol açan “anayasa” tartışması çifte hükümetin/çift başlılığın varlığına da işaret ediyordu nitekim. Şahı uzaklaştırmak isteyen Humeynî’nin bu geçici hükümeti kurması biraz da ricâl-i devleti tatmin etmek, belki, kuşkularını gidermekti. Yine de, Humeynî, Tahran’da “Devrim Konseyi” ve “Merkezi Komite” kurmuştu ki, ilki, Geçici Hükümetin –tâbir yerindeyse- bekçiliğini yapmaya memurdu. İkincisi ise ülke genelinde Humeynî destekçilerini “kanatlarının altına” almıştı. Öte yandan, Humeynî’nin başta “velayet-i fakih” kavramsallaştırması ve füru’a dâir bir takım kanaatlerine karşı çıkan dinî lider konumundaki –Şeriatmedarî gibi- kimselerin destekçileri de tasfiye ediliyordu. Ezcümle, Humeynî, Şahın tasfiyesine benzer bir şekilde, muhaliflerini ortadan kaldırıyordu. İleride, İran-Irak savaşının patlak vermesi, Humeynî tarafının “Dışarıda düşman ile savaşıyoruz; içerideki tenkidlerinizi tehir ediniz!” demesine bir sebep teşkil edilmiş miydi? Şüphe yok ki böyle yapıldı. Öte yandan Humeynî, ülke çapında yapılan geçici yargılamaları denetlemek kastıyla “Devrim Mahkemesi”ni kurmuş, bu sayede resmi devlete galebe çalmıştı. Nitekim Bezirgân, “Kâğıt üstünde yetki hükümetin elinde; oysa gerçekte yetkiyi elinde tutan Humeynî, onun Devrim Konseyi, devrimci komiteleri ve kitlelerle ilişkisi” diyecektir.[28] “Elime bir bıçak tutuşturdular, ama bu bıçağın yalnızca sapı bende. Keskin ucuysa başkalarının elinde.”

Humeynî ile Bezirgân arasındaki anlaşmazlıklar esasen ülkede İslâm Cumhuriyeti’nin kabul edilip edilmemesine dâir olan halk oylamasında halkın önüne konulacak olan “Evet” ya da “Hayır”ın yanına bir üçüncüsünün, “Demokratik İslâm Cumhuriyetinin” konulup konulmaması bağlamında yaşanıyordu. Humeynî ise bunu, “Ülkenin ihtiyacı olan İslâm Cumhuriyeti ne Demokratik Cumhuriyet, ne de Demokratik İslâm Cumhuriyetidir; batılılara ait olan ‘demokratik’ kavramının ağza alınmaması gerekir, bunu dillendirenler İslâm’a dâir hiçbir şey bilmiyorlar.” diyerek tenkid ediyordu.

Netice itibariyle, anayasa değişikliğinde reylerin %99 “Evet”i gösterecektir. 21 milyon seçmenin 20 milyona yakını rey kullanmıştı. Sonra, 73 kişiden oluşan Meclis-i Hibregân denilen Bilirkişiler Meclisi (bu meclis seçici meclisi idi) için zemin oluştu. Ağustos ayında ülke bu meclise girecek olan delegeleri seçmek için sandığa gitti. Buradan Humeynî’ye yakın kimselerin seçileceğini bilmek keramet olmayacaktır. On beş ayetullah, kırk hüccetü’l-islâm ve on bir tane de, din adamı olmasa da Humeynî’ye yakın olan kimse İslam Anayasası’nın taslağını hazırlamak için faaliyetlere başlamıştı. Humeynî’nin velayet-i fakih’i ile Bezirgân’ın Cumhuriyet Sistemi arasında bir karma düzenin ortaya çıktığını söylemek mümkün. İlgili belge 175 maddeden müteşekkil idi ve Humeynî’nin vefatını müteakip 40 kanun değişikliği daha yapılmıştı. Öte yandan, Mehdi gelene kadar yürürlükte olacağı ifade edilen belgenin girişinde Allah’a, İlahi Adalet’e, Kur’an’a, Kıyamet Günü’ne, Hz. Muhammed’e, On iki İmam’a, Mehdi’nin gelişine ve nihayet Humeynî’nin velayet-i fakih mefhumuna dâir inanç güçlü bir şekilde vurgulanıyordu. Humeynî için “pek kutsal sıfatların” da yer aldığı bu belgede o, ömür boyu Ruhani Lider olarak ilan edildi.

Anayasanın ruhani lidere tanıdığı yetkiler –abartı değil;- oldukça fazlaydı. “İslâm’ın çıkarlarını belirleme,” “politikaların uygulanmasını denetleme” ve “yürütme, yasama ve yargılama arasında arabuluculuk yapma” yetkilerinin yanı sıra, “af ilan etme,” “cumhurbaşkanlarını azledebilme,” “savaşa veya barışa karar verebilme” ve buna benzer çok temel konularda haylice yetkiye sahip idi. Abrahamian’ın deyimiyle, “Humeynî şahların bile hayal edemediği anayasal yetkilerle donatılmıştı.[29] Tüm bunlara ek olarak, anayasa metninde, demokratik bir takım maddeler de yer almıştı. Kadınların da dâhil olduğu seçmenlerin gizli ve direk oyla Cumhurbaşkanı başta olmak üzere birçok kimseyi seçebiliyor olması bu cümleden olarak zikredilebilir. Zirâ, devrim, yalnızca İslâmî söylemler ileri sürülerek yürütülmemiş, aynı zamanda demokratik haklara işaret eden “özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet” gibi taleplere karşılık olarak gerçekleşmişti, diyor Abrahamian.[30] Bunun yanı sıra, anayasada –tıpkı bize olduğu gibi- kendini güvenceye almak kastıyla belki, bir takım maddeler daha vardı ki, buna göre “Bütün yasa ve yönetmelikler İslâm’ın ilkeleriyle uyum içinde olmalı,” “Gözetim Konseyi bütün ilkeleri belirleme yetkisine” sahipti ve “Bütün yasalar ayrıntılı olarak incelenmek için Gözetim Konseyine gönderilecekti ve Gözetim Konseyi yasa mündericatının İslâmî kurallara uygunluğunu tahkik” edecekti. Bu, esas itibariyle yukarıda işaret ettiğimiz ahundizmin tezahürüydü.

Bu vetirede ABD başkanı Carter Şahın kanser tedavisi için ABD’ye girmesine izin verecek, bu hâdise bir darbe teşebbüsünün mukaddimesi olarak telakki edilerek 400 üniversite talebesi tarafından ABD Büyükelçiliği’nin kuşatılarak 444 gün süren meşhur ve maruf  “rehine krizine” sebep olacaktı. Bezirgân, bu hadiseler üzerine istifa etti. Meselenin iki ayağı vardı: dış politikada uluslararası bir kriz, içeride –şüphesiz politik tercihlere göre eğilip bükülmesi dolayısıyla- anayasa çekişmesi. Humeynî bu karışık ortamda anayasayı referanduma sunarken “Hayır” reyi verecekleri Amerikalılarla suç ortaklığına iştirak etmekle, İslâm Devrim şehitlerine saygısızlık yapmakla itham ediyordu. Bezirgân da, takipçilerine olası bir anarşinin önüne geçmek kastıyla “Evet” reyi vermelerini telkin etti. Netice de katılım azalmakla beraber referandum %99 “Evet” reyiyle sonuçlandı.

2-3 rehine krizi iran

(Rehine krizinde çekilmiş bir fotoğraf)

b. Güçlenme (1980 – 1989)

Belirtmek gerekir ki, İslâm Cumhuriyeti’nin uzun bir ömre sahip olmayacağı düşünülüyordu. Bunun bir takım dinamikleri de vardı elbette. Evvela, teokrasilerin uzun süre yaşayamayacağı kanısı neredeyse birçok kimsede kemikleşmişti. Öte yandan, solcular, laik milliyetçiler, aydın kesim… gibi referansları dinî olmayan birçok kimse asrın ihtiyaçlarına karşılık veremeyeceği, dolayısıyla “çağdaş/modern dünyada” yeri olmadığı gerekçesiyle molla sınıfına yukarıdan bakıyordu.

En fazla bir iki sene ömür biçilen devlet, yıkılması bir kenara, güçlenerek yoluna devam ediyordu. Evvelâ devlet kademelerinde tasfiye sürecine girildikten sonra halka yayılan, yani halkla bütünleşen ve fakat bu arada da kimi çıkar gruplarının söz sahibi olmak için rekabet ettiği bir arenaya dönüşen devlet, Şahlığın uygulayageldiği ayrıştırma, zulüm, infazları en azından keyfî olarak yapmıyordu. (…) Yaptıklarına dinî bir kılıf bulmakta ise tabiatıyla zorlanmıyordu! Ülke genelinde ekonomik durumu iyileştirecek birçok faaliyet yapıldı. Bunlar arasında, 5 yıllık planların haiz-i ehemmiyet olduğunu vurgulayalım. Öte yandan, memurların sayısı da gün geçtikçe artmış, bu sayede halka istihdam sağlanmıştır, denilebilir. Tabii bir de, 2000’li yıllara gelindiğinde 30 milyar getirisi olan petrol gelirlerini de zikretmek lazımdır.

Mayıs 1983’te Irak’ı püskürten İran, bu savaşta devlete genişleme gücü sağladı. Tıpkı rehine krizi gibi İran-Irak savaşı da rejime karşı birleştirici bir rol ifâ etmişti. Öyle ki, rejimle ilgili temel çekingenlikleri olanlar bile ulusal tehlike baş gösterdiği için hükümeti desteklemek noktasında tereddüt etmiyorlardı. Savaşla birlikte devlet hem kendi konumunu tahkîm ediyor, hem de büyüyordu. Şehitlerin filmleri çekilip moral takviyesi yapılıyor, Ekonomi Bakanlığı yoksulların gereksinimlerini karşılamak için envâi çeşit temel madde için karne çıkarıyordu. İşler, yolundaydı. Şah devrinde şu ya da bu şekilde servet biriktiren ailelerin listeleri –abartılı olmakla birlikte- yayınlandı. Bu aileler ise Şahtan önce ülkeyi terk etmişlerdi. Bu sayede devlet, kim bilir, halkı belki de ayrıntıda ayartıyordu… Sonuçta, devletin eline çoğu borçlu olsa da 2.000’den fazla fabrika geçmişti.[31]

Bütün bunların yanı sıra, “İslâmîleşme” zarfında bir takım icraatlar da geç kalınmadan yapılmaya başlanmıştı. Eski rejimin mahkeme sistemi temel itibariyle korunurken, laik tedrisattan geçmiş hâkimlerin yerine medrese tahsilli mollalar hâkim oluyor; anayasaya “kısas” gibi maddeler de bu arada ekleniyordu. İslâmî Rehberlik Bakanlığı ihdâs edilip Batı’nın kültür emperyalizmine karşı “Kültür Devrimi” yapılıyordu. “İslâm Devrimi’nin” sacayakları olduğu ifade edilen bu girişimler halk tabanında karşılık bulsun diye kavramsallaştırmalara hususen dikkat ediliyordu. Bunun kökenini eski rejimde aramak gerekir. Zira toprak reformuna her yeni madde eklendiğinde buna bir devrim diyen eski rejimdi. Belki de böylece mukadder tenkidlerin önü kesilmiş oluyordu.

Daha birçok ıslahat ve hatta inkılap yapıldı. Kadınların tesettüre riayet etmelerinden tutunuz, radyo-televizyon yayınlarına ve kitap neşirlerine; Bahailerin hükümet görevlerinden azli ve liderlerinin bazılarının idamından tutunuz, erkeklerin kravat takmalarının yasaklanmasına kadar, birçok alanda İslâmî referanslarla adımlar atıldı. Bu inkılaplar yapılırken bir yandan da ulema sınıfının göklere çıkarıldığı neşirler ve radyo-televizyon programları yapılıyor, hatta resmî pullara resimleri basılıyordu. Ezcümle, dört başı mamur bir devrimin emareleri görünüyordu, denilebilir. Türbelerden, rejim tarafından kurulan yarı resmî vakıflardan ve tabii olarak bunlara eski rejimden kalan mal varlığı aşağı yukarı devlet bütçesinin yarısına ulaşıyordu. Bu da, tabii olarak istihdamı artırmıştı. Humeynî gerek yayımladığı bildirilerde ve gerekse de ölmeden önceki nasihatinde “özel mülkiyete” karşı saygılı davranılması gerektiğini, pazarın ülke ekonomisine olan katkısını ve bunlardan önce de devrim yıllarında pazarın ekonomik katkılarını övmüştü. Bu, yeni rejimin ekonomiye bakış açısını da tayin ve tespitte mihenktir. Humeynî’den sonraki Ruhani Lider olan Ali Hamaney de aynı meselelere atıfta bulunarak bunu bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in överek teşvik ettiğini söyleyecektir.

Yeni rejim haczedilmiş 850.000 hektarı mütecaviz araziyi köylülere dağıttı. Bu, rejimin, tıpkı Pazar gibi kırsal kesime uzandığını da gösteriyordu. Tahıl fiyatları artırılmakla kalınmadı ve köylülere, birçok yardım yapılmaya başlandı. Elektrik, su, yol gibi ihtiyaçları karşılandı ve her köye sağlık ocağı götürülmeye başlandı. Öte yandan, hummalı bir okuma-yazma kampanyası başlatılmıştı. Belki de yeni rejim, halkı “eğitmek” sûretiyle kendi ideolojisine sâdık sâlikler yetiştirmenin başlıca yollarından birinin bu olduğunu, biliyordu. Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımadığı için –bu, elbette sadece yeni rejime has bir şey değildi- laik, solcu ve bilumum referansları dinî olmayan (olanlardan da “Şia”ya müstenid olmayan) kesimleri de susturuyordu. Takip eden on yıl içerisinde köylülerin refahı artmış, belki de evvelce sahip olmalarının mümkinâttan kabul edilmediği düşünülen şeylere de sahip olmuşlardı; motosiklet, pikap, radyo, televizyon, buzdolabı…

Rejim her ne kadar bu yaptıklarıyla meşruiyet zemini kuvvetlendirip kendisini güvenceye alıyorsa da, muhalifleri bitmeyecekti.  Bu vetire içerisinde hem mükafât ve hem de mücazât ile bağlılarını takdir ederken, muhalifleri sindiriyordu. Takvimler 1981 Haziran’ını gösterirken Cumhurbaşkanı Beni Sadr’ın da desteklediği söylenen Halkın Mücahitleri’nin darbe teşebbüsüne şahit olundu. Birçok yüksek rütbeli devlet adamının, ruhanî liderin –ki bunlardan biri de şuanda ruhanî lider olan Ali Hamaney idi- yaralandığı bu darbe girişimi suikast ile yapılmaya çalışılsa da rejim bu girişimi bertaraf etti ve faillere karşı oldukça acımasız davrandı. Abrahamian’ın deyimiyle, “Şubat 1979 ile Haziran 1981 arasında geçen yirmi sekiz ayda devrim mahkemeleri 49 siyasal muhalif hakkında ‘karşı devrimci’ oldukları ve ‘nifak tohumları ektikleri’ gerekçesiyle idam hükmü verdi.”[32] Üstelik 1985 tarihine kadar da 8.000’den fazla kişi infaz edildi. Şahlık rejiminin yaptıklarını aratmayan bir sürece girildiği intibaını tevlid eden faaliyetlere girişmişti rejim. Hatta, Humeynî’yi öldürmeye azmetmek suçlamasıyla Şeriatmedari’ye meslekten men cezası bile verilmişti.

c. Karşı Devrim (1989 – 2005)

Humeynî’nin 3 Haziran 1989’da ölmeden evvel atadığı yirmi beş üyeden oluşan Anayasal Reform Konseyi Hamaney’i bir sonraki Ruhanî Lider olarak tayin etmişti. Bu arada anayasa metninde de bir takım değişikliklere gidilmişti. Söz gelimi, “Meclis-i Milli” artık “Meclis-i İslâmî” olarak tesmiye ediliyordu. Öte yandan Bilirkişiler Meclisi’nin üye sayısı 86’ya çıkarılmış, yılda en az bir kere toplanma ve Ruhanî Lider’in “hem zihni hem de fiziki olarak zor vazifelerini ifa etmeye muktedir” olup olmadığını belirleme yetkisi verilmişti. Bu anayasa değişikliği Humeynî’nin vefatından yedi hafta sonra halk oylamasına sunulmuştu ve bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı. Bu seçime, kendisine karşı daha az tanınmış olan Hamaney’e karşı Rafsancani aday idi ve değişikliklere %97 oranında evet reyi verilmiş, Rafsancani reylerin %94’ünü alarak Cumhurbaşkanı olmuştu. Hatırlatmak gerekir ki, bu seçimlere katılım haylice azalmış, %55’in altına inmişti. Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo, iki başlı yönetimdi. Hemen ifade edelim ki, Rafsancani şu ya da bu şekilde liberal olmakla itham edilse de, bir sonraki seçimi kazanmasının esas nedenlerinden biri de buydu belki, halkın birçok kesiminin oyunu almak için türlü faaliyetlere girişmişti. Bu cümleden olmak üzere, kadınlara, üniversitelilere ve daha halkın birçok kesimine yakın durdu Rafsancani.

Hamaney ve Rafsancani el birliğiyle kâmilen olmasa da bürokrasiyi budadılar; sayısı yirmi beş olan bakanlıkların sayısını yirmi bire indirdiler, gıda ürünlerinin karne ile alınmasına son verdiler, fiyat kontrollerini gevşetip bütçeyi denkleştirmek yolunda adımlar attılar. Bunların yanı sıra, ekonomiyi, işsizliği iyileştirmeye çalıştılar. Hatta öyle ki, nükleer programı da yeniden devreye soktular.

Doğum kontrolünü de şekillendiren rejim, önceden teşvik ettiği doğumu artık İslâm’ın iki çocuğu tavsiye ve teşvik ettiğini ileri sürerek kısıtlama yoluna gidiyordu. 1989 yılında eski uygulamalarından geri adım atarak hususen kadınlar için doğum kontrolü klinikleri açıldı, prezervatif ve doğum kontrol hapları dağıtıldı. Geniş ailelere yapılan maddî yardımlar kısıtlanarak cinsel eğitim okul müfredatına sokuldu; yeni evlilere yönelik açılan kurslar mecburî hâle getirildi. Kadınlara yönelik bir başka uygulama ise, kocalarıyla evlilik anlaşmaları imzalamalarının önünün açılarak kocalarının ikinci eş almamalarını temin etmeleri ve boşanma (talak) vaki’ olduktan sonra malların eşit miktarda paylaşılmasını temin etmeye medâr olacak uygulamalardı. Böylece, İran’da, 1989 ile 2003 yılları arasında yıllık nüfus artışı 3,2’den yüksek iken yüzde 1.2’ye kadar gerilemişti. Tâbir-i diğerle, bir kadının doğurduğu çocuk sayısı ortalama 7 iken 3’e düşmüştü.

Her ne kadar Rafsancani ile Hamaney yukarıda işaret edilen uygulamalarda birlikte hareket etmişlerse de, Rafsancani’nin Pekin’e yaptığı resmî gezi dönüşünde ekonomik kalkınmada Çin’in örnek alınması fikrini ortaya atması iki liderin yolları ayıracaktır. Rafsancani dinî kuruluşlara yapılan yardımların kısıtlanmasından, gıda, yakıt ve gazyağında devlet desteğinin kesilmesinden; 1979’da devletleştirilen şirketlerin özelleştirilmesinden ve kârın serbest dolaşımına izin vererek yabancı ve sürgündeki sermayeyi İran’a çekmekten, Amerikan Conoco şirketiyle imzalanan 1 milyar dolarlık sözleşme gibi yabancı petrol şirketlerine bölgesel imtiyazlar tanınmasından söz ediyordu ki, buna sadece Hamaney değil, Gözetim Konseyi ve Meclis’teki ekseriya pazarın önde gelenleri de kaşı çıkıyorlardı. Öte yandan, Amerika’nın İran’a karşı yaptırım uygulamasını muhtevî yasası Amerikan Kongre’sinden geçti ve –şüphesiz başka etkenler de bulunmakla beraber- 1991’de varili 20 dolarken 1994’te 12 dolara düşen petrol fiyatları İran ekonomisini sarsması bir kenara, dış borlarını da artırdı. Bunlara ek olarak, işsizlik oranı % 30’a çıkmış; şeker, pirinç ve yağ fiyatları üçe, ekmeğinki ise altıya katlanmıştı. Belirtmek gerekir ki, hususen sürgünde yaşayanlar “İslâm Cumhuriyeti’nin” sonunun geldiğini düşünüyorlardı.

Rafsancani’nin iki dönemlik Cumhurbaşkanlığı nihayete erdi ve anayasa kanunu hükmünce tekrar aday olamıyordu. Gözetim Konseyi Seyyid Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı adayı olmasına izin verdi. Kültür Bakanlığından sessiz sedasız istifa etmiş bulunan Hatemi –Abrahamian’ın söylemiyle- “liberal” idi ve bu onun için bir artıydı. Öte yandan, Tahran Üniversitesi’nde Batı Siyasal Düşüncesi mevzuunda dersler veriyordu ve aynı zamanda Ulusal Kütüphane müdürüydü. Hatemi, yüzde 80’in üzerinde katılımın olduğu seçimlerde reylerin % 70’ini kolaylıkla aldı. Önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katılım oranı % 50’nin altında kalmasına rağmen Hatemi’ye destek haylice fazlaydı. Öyle ki, Kum Medreselerindeki talebeler de dâhil olmak üzere, Devrimci Muhafızlar da ona destek olmuş, onay vermişlerdi. Reform yanlısı Hatemi kısa sürede faaliyetlerine başlayacak, ülke içerisindeki “başarıları” gittikçe artacaktı. Hâdiseleri Abrahamian’dan dinleyelim; “Reform yanlıları 1997 zaferini aynı ölçüde önemli üç başka çarpıcı zaferle taçlandırdılar. İlk olarak, 1999 yılında yapılan ve içlerinde 5.000 kadının da yer aldığı 334.000 adayın vilayet, şehir ve köy meclislerindeki 115.000 sandalye için yarıştığı yerel seçimleri oyların yüzde 75’ini alarak kazandılar. Daha sonra, 2000 yılındaki parlamento seçimlerinde oyların yüzde 80’iyle Meclis’teki 290 sandalyeden 195’ini aldılar. (Hatemi’nin kardeşi Tahran’daki aday listesinin başındaydı.) Ve son olarak da 2001’de, Hatemi aldığı oy sayısını iki milyon daha artırıp seçmenlerin yüzde 80 desteğiyle ikinci kez Cumhurbaşkanlığına seçildi. Sandık başına giden seçmelerin oranı yüzde 67’ydi.”[33] Batılı gazete ve mecmualarda Ruhanîlere karşı bir reaksiyonun bulunduğu şayiası çok geçmeden yayıldı. Mollaların halk tabanında müsbet bir karşılığının kalmadığından söz ediliyor, reylerinin % 25 civarında seyrettiği dile getiriliyordu. Hatemi’nin Rafsancani’nin ağır tecrübelerini göz önünde bulundurarak hareket ettiğini söyleyebiliriz. İşçi sınıfını ve diğer başka kesimi karşısına almamak, yani reylerini azaltmamak için bazı kavram ve ifadelerden hususen kaçınıyordu. 1997’de 10 dolar olan petrol varilinin fiyatının 2003’te 65 dolara çıkmasıyla artan gelirleri farklı alanlara akıtarak devam etti yoluna. Devletin birçok alandaki faaliyetleri, eğitim, elektriklendirme, konut ve kırsal yapılandırmayla nükleer tesislerle alakalı kalkınma programları gibi, devam ediyordu. Bu arada, nüfusun % 94’ünün 2000 yılına gelindiğinde sağlık hizmetlerinden yararlanabildiğini, ifâde edelim. Okuma-yazma oranları da kat be kat artmış bulunuyordu. Doğumda ölenlerin sayısının diğer Ortadoğu devletlerine nazaran en az olduğu ülke de İran olmuştu.

Hatemi’nin faaliyetleri arasında belki de üzerinde durulması gerekenlerin en mühimi de dünya ile ilişkilerini iyileştirmeye yönelik olarak kampanya başlatmış olmasıdır. Madrid, Moskova, Roma ve Tokyo’ya ziyaretler geçekleştiren Hatemi, Rousseau, Zola ve Victor Hugo’nun mezarlarına çelenk bıraktığı Paris’i de ziyaret etmişti. Ruhanîler ve bağlıları tarafından hiç de hoş karşılanmadığını gördüğümüz söylemleriyle dış dünyada bir varlık zemini ihdâs etmeye çalışıyordu, denilebilir. Nitekim, mahkemelerin artık recm[34] cezası vermeyecekleri ve fiziksel cezalardan azamî ölçüde kaçınılacağı hususunda uluslararası hukukçulara güvence veriyordu Hatemi. Öte yandan, Amerika’ya olan hayranlığını gizlemeye ihtiyaç duymuyordu. Bahailer aleyhine yapılan uygulamaları gevşeten Hatemi’nin İsrail adına casusluk yaptığı iddia edilen bir grup Yahudi’yi bağışlaması için Hamaney’i ikna ettiğini biliyoruz. Humeynî’nin ölmeden önce yayımladığı bir fetva ile “mürtet” (dinden dönmüş) olarak ilan ettiği ve Britanya’da yaşayan Salman Rüşdü’ye dâir de İngiltereye güvence veren Hatemi, mezkur fetvayı uygulamak gibi bir niyeti olmadığını ifâde ediyordu. Bunun neticesi olarak İngiltere 1979’dan beri kesilmiş olan tam diplomatik ilişkileri yeniden başlatacaktır. ABD Başkanı Clinton ekonomik ambargoyu gevşetmek sûretiyle İran’a sağlık ve tarım ürünleri ihracatıyla İran’dan halı ve antepfıstığı ithalatına izin vermişti. Hatta yukarıda temas ettiğimiz 1953 darbesine dâir, ABD Dışişleri Bakanı, neredeyse özür bile diledi. Bileşmiş Milletler insan haklarını ihlal eden ülkeler listesinden İran’ın adını çıkardığı gibi Avrupalı 15 ülke İran’ı eleştiren beyanat vermekten imtina ettiler. Uluslar Arası Para Fonu (IMF) hususen denk bütçesi nedeniyle 2003 yılında İran’ın notunu yükseltti.

Dış politika bağlamında bu gelişmeler olurken, iç politikada Meclis’teki liberaller yüzden fazla reform taslağını yasalaştırmıştı. “Uyutmamak”, “gözleri bağlamak”, ve “hücre hapsi” gibi her türlü işkencenin ve fiziksel şiddetin yasaklanmasına ek olarak siyasal mahkûmların aileleriyle görüşmesinin önünün açılması, en az 15 yıl görev yapmış hâkimlerin başkanlığı altındaki mahkemelerde muhakeme olunmaları… gibi birçok mesele halledilmiş bulunuyordu.

Liberal mebusların kadınların desteğini almak için de kollarını sıvadığını görüyoruz. Devlet bursuyla yurt dışında eğitime devam etmelerinin önünün açılması, çarşaf değil de sadece başörtüsüyle okula gitmeleri ve renkli kıyafetler giymelerine de müsaade edildi. Öyle ki, bu icraatlar Şeriatın öngördüğü uygulamalara ters olarak, kadınların tanıklığının kabul edilmesi ve Müslüman olanlarla olmayanlar arasındaki ayrımların kaldırılmasına kadar vardı.[35] Kızların evlenme yaşının 15’e çıkarılması, boşanma hakkının verilmesi gibi birçok meselede yeni uygulamalara geçiliyordu. Sözü yine Abrahamian’a bırakacak olursak, o bu konuda şöyle diyecektir; “Daha önce Ortadoğu’da hiçbir ülke şeriatın temel ilkelerine böyle göz göre göre meydan okuyan özgür bir parlamentoya sahip olmamıştı. Birleşmiş Milletler’in Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmesi’ni bile imzaladılar.”[36]

Muhafazakâr kesim bu olup bitenlere karşı tepkisini ortaya koymakta gecikmedi. Elbette temel hareket noktaları “Şeriata uymamak” olacaktı ve nitekim öyle de oldu; reform yasası taslaklarını anayasaya ve şeriata mugayir olmakla itham ettiler, Muhafızlar Konseyi yine aynı gerekçelerle reform yasası taslaklarını veto etti. Öte yandan yargı organı daha fazla gazeteyi kapattı. Bunların sayısı altmışa yaklaşıyordu. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ne “velayet-i fakih” ve ne de “On iki imam”a dâir sârih bir beyânın bulunmadığını ifâde eden bir gazeteci hapse atılmıştı. Bu yasaklamalardan Rafsancani’nin kızının yayın yönetmenliğini yürüttüğü “Zen” (Kadınlar) gazetesi de nasibini almıştı. Tahran belediye başkanı mâli yolsuzluk ithamlarıyla muhakeme edildi.

Muhafazakârların yukarıda işaret edilen icraatlarına ek olarak, reform yanlılarının esasen beklenmedik bir darbe daha aldıklarının altını çizmek gerekir. Bu darbe ABD’den geldi. Şöyle ki, Başkan Bush 2002 Ocak ayında yaptığı bir konuşmada İran’ı “şeytan ekseni” olarak tavsif ve tesmiye etmişti. Bush, dünya barışına en büyük zararı veren ülke olarak İran’ı işaret etmiş, bu ülkeyi nükleer silahlar üretmeyi amaçlamak ve Birleşik Devletleri hedef alan uluslararası terörizme para yardımı yapmakla suçluyordu. Bush’tan sonra onun Ulusal Güvenlik Danışmanı da İran’ın “totaliter” bir kâbus olduğunu ilan etti. Bütün bu gelişmeler muhafazakârların eline koz vermişti şüphesiz. Bunu kullanmayı da bildiler. Komplo teorilerinin üzerinde durmadan söyleyecek olursak, muhafazakârlar bundan sonra 2003 belediye, 2004 Meclis ve 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandılar. Muhafazakârların bu seçimleri kazanmasında mühim bir rol ifâ eden şey de %20-25 arasında seyreden tabanlarını korumuş olmalarıydı. Öte yandan, ulusal güvenlik sorununa atıfta bulunmak sûretiyle bağımsızları kendi saflarına çekmek de muhafazakârların başarısının bir başka nedeniydi. Üstelik çok sayıda kadının, yüksekokul öğrencisinin ve orta sınıf kesimin sandık başına gitmemesi de bu cümleden zikredilebilir. Devrimden bu yana Meclis seçimlerine katılım en düşük orandaydı: % 51’in altında kalmıştı ve bu oran Tahran’da % 28 idi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerini pek de tanınmayan ve fakat ulusal güvenliği sağlamak ve Humeynî döneminin halkçı vaatlerini yerine getireceğini ifâde eden Mahmud Ahmedinejad kazandı. Yoksulluğu azaltmak, öğretmenler ve kamu işçilerinin ücretlerini yükseltmek, kötü konut koşullarını ve yoksulluğu azaltmak, yeni evlilere ikramiye dağıtmak ve savaş gazilerine sosyal adalet getirmek de Ahmedinejad’ın vaatleri arasındaydı. Bunlardan belki de en mühimi, rüşvetçileri ortadan kaldırmak, vaadi idi. Tabii bu hengâmede baş muhalifi Rafsancani’yi itham etmekten de geri durmadı. Onun, Petrol Bakanlığı’nı kendi çiftliği hâline getirdiğini ileri sürüyordu. Dolayısıyla, Rafsancani’nin ülkenin en zenginlerinden biri olduğunu da. Ahmedinejad’ın ikamet ettiği dairesinden yapılan bir televizyon yayınında orta seviyeli bir aile yaşamı sürdüğünün görülmesi bu söylemlerine bir ciddiyet ve itibar kazandırıyordu. Her ne kadar seçimlere katılım azalmış ve muhafazakâr kesim kendi tabanını kontrol altında tutmuş olsa da Mahmud Ahmedinejad’ın seçimlerden galip çıkmasının bir başka önemli sebebi ise reformcuların bölünmüş olmasıydı. Yani, seçimlere katılmamaları, bu heveslerinin kırılması…

d. Günümüzde İran

Petrol Üreten Ülkeler Örgütü’nde (OPEC) mühim bir role sahip olan ve hatta dünyanın üçüncü büyük petrol üreticisi konumunda olan İran’ın 21. Yüzyıla bölgesel olarak büyük bir güç olarak girdiğini söylemek mümkün. 70 milyonluk nüfusuyla bölgede en büyük ülkelerden birisi İran. Her ne kadar bir taarruz gücüne sahip olmadığı söylense de[37] İran’ın muazzam bir yurttaş ordusu var. Başta petrol gelirleri sayesinde vatandaşlarının ekseriyetine refah içerisinde bir hayat sürmelerini temin eden İran, bölgedeki diğer devletlerden bu gibi hasletleriyle belki, ayrılmaktadır. Bebek ölümlerinin azalması, yaşam süresinin artması; okuma-yazma oranlarının hızla artması ve ülke çapında –kadınlar dâhil- eğitimin hızla yükselmesi “Günümüzde İran” deyince aklımıza gelenler arasında zikredilmeye değer büyük ayrıntılar. Öte yandan,  buzdolabı, telefon, radyo-televizyon, otomobil gibi tüketim mallarının ülke sathında yaygınlaşmış olması da buna eklenmeli.

İran’ın, yakın tarihte başından geçen hâdiselerden dolayı “kenetlenmiş bir halkı” olduğunu da vurgulamak yerinde olacaktır. Farklı etnik kökenleri, köylüleri, kentlileri ve hatta Farsça bilmeyenleri bile aynı kimliğe sahip olmaya sevk eden hâdiseler. Belirtmek gerekir ki, bu “kimlik” Türkmenler, Kürtler ve Belucilerin yaşadığı Sünni bölgelerde sorgulanmaktadır.[38]

İran’ın bölgesel bir güç olarak ortaya çıkması şüphesiz bir takım arızaları da kendisiyle birlikte getirecektir. Başta, bölgedeki çıkarlarını korumaya yönelik faaliyetlere girişecek olan Batılı devletler olmak üzere İran ile aynı zeminde hareket etmeyen diğer bölge devletleri de bu arızanın baş aktörlerinden olacaklardır şüphesiz. İran’ın nükleer enerji politikasına karşı ABD’nin şiddetli tutumu ve bölgedeki devletlerde yaşayan Şii azınlığın İran’ı koruyucusu olarak görmesi de cabası.


 

Kaynakça

Abrahamian, E. (2011). Modern İran Tarihi. (D. Şendil, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Ahmed, Ş.-E. E. (2008). el-Mebsut. (P. D. Akşit, Dü.) İstanbul: Gümüş Yayınları.

Arı, T. (2012). Orta Doğu (Siyaset, Savaş ve Barış) (Cilt I). Bursa: MKM Yayıncılık.

Armaoğlu, P. D. (1984). 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1918 – 1980). Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Cleveland, W. L. (2008). Modern Ortadoğu Tarihi. (M. Harmancı, Çev.) İstanbul: Agora Kitaplığı.

Dabashi, H. (2008). İran: Kenetlenmiş Halk. (E. Ayhan, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

David Wise, B. R. (1976). Görünmeyen Hükümet CIA. (A. Bilgi, Çev.) Ankara: Onur Yayınları.

Gündoğan, D. Ü. (2011). Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme. Ortadoğu Analiz, III(29), 93-99.

Gürel, D. Ş. (1979). Ortadoğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

Kafkasyalı, D. A. (2011). İran Coğrafyasında Türkler. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.

Mansfield, P. (2012). Ortadoğu Tarihi. (Ü. H. Yolsal, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

Nirumand, B. (1988). İran’da Soluyor Çiçekler. (K. Kurt, Çev.) İstanbul: Belge Yayınları.

Sander, O. (1996). Siyasi Tarih (1918 – 1994). Ankara: İmge Kitabevi.

Taflıoğlu, S. (2010). Humeyni: İran İslam Devrimi (Şah Nasıl Mat Oldu?). Ankara: Kripto Yayınları.


Dipnotlar

 

[1] Said Havva’nın, Suriye’de yaşamış ve Mısır merkezli İhvan-ı Müslimîn hareketinin Suriye’deki öncülerinden birisi olması dolayısıyla, kaleme aldığı “Humeynicilik” kitabı meseleye doğrudan bir görgü şahidinin bakışı olarak değerlendirilebilir.

[2] Dr. Ali Kafkasyalı, “İran Coğrafyasında Türkler,” Bilge Oğuz Yayınları, İstanbul 2011, s. 22.

[3] Ervand Abrahamian, “Modern İran Tarihi,” çev. Dilek Şendil, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,  İstanbul 2011, s. 12.

[4] Detaylı bilgi için bakınız: Daniel Yergin; “Petrol,” çev. Kamuran Tuncay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2003, s.143 vd.

[5] Tayyar Arı, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset Savaş ve Diplomasi”, c. I (Ortadoğu), MKM Yayınları, İstanbul 2012, s.412. Ayrıca şu esere de müracaat edilebilir; Dr. Şükrü S. Gürel, “Ortadoğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri,” Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1979, s. 49 vd.

[6] Abrahamian, a.g.e., s. 85.

[7] Fahir Armaoğlu, “20. Yüzyıl Siyasî Tarihi” (1914 – 1980), İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1984, s. 208 – 209.

[8] Detaylı bilgi için bakınız: Abrahmian, a.g.e., 88 vd.

[9] Şükrü S. Güre, a.g.e., s. 50 vd. Ayrıca bak; William L. Cleveland, “Modern Ortadoğu Tarihi”, çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul 2008, s. 213 vd.

[10] Arı, a.g.e., s. 417 vd.

[11] Arı, a.g.e., s. 417.

[12] Arı, a.g.e., s. 147. Armaoğlu, a.g.e., 424-425.

[13] Oral Sander, “Siyasi Tarih,” (1918 – 1994), İmge Kitabevi, Ankara 1996, s. 234-235.

[14] Daha detaylı bilgi için bakınız: Armaoğlu, a.g.e., s. 454 vd.

[15] David Wise, B. Ross, “Görünmeyen Hükümet: CIA,” çev. Alaattin Bilgi, Onur Yayınları, Ankara 1976, s. 134 vd. Ayrıca bak: Yergin, a.g.e., 444 vd; Abrahamian, a.g.e., 157 vd.

[16] Bu anlaşmayla, Anglo-İranian %40, Shell %14, Fransız Petrol Şirketi (CFB) %6 ve beş Amerikan firması %8’er hisse almıştır. Yergin, a.g.e., s. 452.

[17] Abrahamian, a.g.e., 162 vd.

[18] Abrahamian, a.g.e., aynı yer.

[19] Abrahamian, a.g.e., 183 vd.

[20] Peter Mansfield, “Ortadoğu Tarihi,” çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yayınları, İstanbul 2012, s. 457.

[21] SAVAK’ın faaliyetleri için bakınız; Abrahamian, a.g.e., 167 vd.

[22] Ocak 1978’de hükümet yanlısı İttilaat gazetesinde çıkan makalenin muhtevâsına dâir, bakınız; Abrahamian, a.g.e., s. 207 vd.

[23] Cleveland, a.g.e., s. 472 vd.

[24] Abrahamian, a.g.e., s. 209 vd.

[25] İlgili meseleye ve devrime dâir bir çalışma olarak, bakınız; M. Serkan Taflıoğlu, “Humeyni: İran İslam Devrimi (Şah Nasıl Mat Olur?)”, Kripto Yayınları, Ankara 2010.

[26] Mansfield, a.g.e., s. 461 vd.

[27] Faraza, bir Asya ülkesi sahilinde ya da açıklarında batan İran gemilerinin haberlerine şöyle sath-i surette nazar eden kimse görecektir ki, İranlı yetkililer, “O gemi Filistin’e yardım götürüyordu…” açıklaması yapmaktadır… İnsan düşünüyor, burun buruna olduğu bir ülkede, körfezde gövde gösterisi yapan bir devlet, neden müessir bir rol ifâ edemez de “Kudüs Günleri” gibi slogan ve retorikten öteye geçmeyen söylemleri, eylemleri pazarlar Ümmete?

[28] Abrahamian, a.g.e., s. 213.

[29] Abrahamian, a.g.e., s. 215.

[30] Söylemek gerekir ki, bu ifadenin (ya da hükmün) kendisiyle mündemiç bulunan bir problem var; her ne kadar Şii itikadı ümmetin ekseriyetini oluşturan Ehl-i Sünnet itikadından farklı olsa da “İslâm”, özgürlüğe, adalete ya da eşitliğe set çeken bir din değildir. Meselâ “eşitlik” ne ile kâimdir? Bu gibi soruların cevaplanması bir bahs-i diğerdir. Fakat yukarıdaki cümleler bu ön kabulü bünyesinde barındırması cihetiyle iki zıt kutbun varlığını resmediyor, intibaı tevlid oluyor insanın zihnine. Mevzu ile alakası olmasa da, bunun burada belirtilmesinin yerinde olduğuna kaniyiz. 

[31] Abrahamian, a.g.e., s.229.

[32] Abrahamian, a.g.e., s. 235.

[33] Abrahamian, a.g.e., s. 244.

[34]  Recm: İslâmî esaslara uygun bir evlilik geçirmiş (muhsan) kadın veya erkeğin zina etmeleri halinde belli bir şekil üzere taşlanarak öldürülme cezasına çarptırılmalarıdır ki, İslâm Hukuku’nda yer almaktadır. Allah Rasulü’nün de bu cezayı infaz ettiğine dâir sahih rivayetler mevcuttur. Detaylı bilgi için bakınız: es-Serahsî, “el-Mebsut,” editör: Prof. Dr. Mustafa Cevat Akşit, Gümüşev Yayınları, İstanbul 2008, ilgili bahisler. (H.Y)

[35] Kadınların şahitliğinin kabul edilmesi meselesi, şüphesiz birçok sebep olmakla beraber, merhametlerinin galebe çalması ihtimaline binaen iki kadının şahitliğinin bir erkek gibi telakki edilmesi mevzuudur. Bunun detayları da olmakla beraber bir bahs-i diğer olması cihetiyle bu kadar izâhatla iktifa ediyoruz. (H.Y)

[36] Abrahamian, a.g.e., s. 247.

[37] Bu söylemin, son yıllarda Ortadoğu’da yaşanan hâdiselere bakıldığında sorgulanması gerekir. Zirâ, İran’ın Suriye’de, Yemen’de yaptıkları ve bunu nasıl yaptığı meçhulümüz değil. O halde asıl mesele, bu işin mâhiyetinin tartışılması olacaktır.

[38] Abrahamian, a.g.e., s. 253.