Fetö ve Cemaatler Meselesine Dair

İşin esas sâhibi, planlayıcı üst akıl olarak  beynelmilel istihbârat örgütleri olsa da mâlum olduğu üzere 15 Temmuz ihânetinin taşeronu Fethullahçı Terör Örgütüdür. Eğer meş’ûm teşebbüs püskürtülmeseydi memleketin yeni idârî kadrolarını da yine bu örgüt mensupları oluşturacaktı.

Neyse ki sıyânet-i ilâhî ve nusret-i rabbânînin tecellisi olarak bu necip milletin destansı kıyâmı  ve silahlı kuvvetler içindi darbeye karşı direnen unsurların ölümü göze alarak sergiledikleri kahramanlıklar ile bu açık işgal girişimi akîm kaldı ve devletimiz belki başka türlü hiçbir şekilde yapamayacağı bir temizlik fırsatı buldu.

O gece ve devamında olup bitenler bir istiklal mücâdelesi olarak meselenin siyâsî vechesiyle alâkalı. Fakat yaşanan travmanın bir de  dînî-ictimâî  ciheti var ki en az siyâsî tarafı kadar ve hatta daha dikkatli tahlîl edilmelidir. Zîrâ siyâset daha sathî ve ânî müdâhale ve tedbirler ile rayına oturtulabilir. Ancak meselenin dînî-ictimâî  yönü  bu basitlik ve sür’atte ele alınır da derin ve doğru tahlil ve tespitler yapılmazsa milletimizin din telâkkîsi ve bunun ictimâî zemine aksedecek neticeleri cemiyet içinde ciddî kırılmalara sebep olacak ve biz tanzîmattan beri yaşamakta olduğumuz kimlik krizini hâlâ atlatamamışken başka bir krizle daha yüzleşmek zorunda kalacağız.

Şöyle ki;  bu topraklarda ilk defa (tabanına nispetle söylüyorum) kendini Sünnî İslâm ile refere eden ve bu sebeple adına “hizmet hareketi yahut cemaat” denen bir grup, siyasi hedeflerine ulaşmak için (yine tabanı itibariyle) hayat tarzı kendisi gibi olan Müslüman din kardeşleri dâhil tüm bir millete silah doğrulttu, yetmedi savaş uçakları/helikopterler ve tanklar ile halkını bombaladı. Kan döktü.

Vitrine konan hatiplere, hitaplara, kitaplara, islâmî görünümlü faâliyetlere aldanan ve bu sebeple mezkur hain yapıya hüsn-ü zan ile destek olmuş, teessüsüne omuz vermiş, evladını emanet etmiş milletimiz ağır bir travma yaşadı, yaşıyor.

Bu oluşumun dünya üzerinde farklı ülke ve coğrafyalardaki  Türk  ya da Müslüman unsurlara İslâmî hizmet, dil, kültür ve yardım götürdüğü zannında olan ve bu sebeple kendilerine hep destek olan devletimiz de arkasından hançerlendi. ”Yüzü kıbleye dönüyor, alnı secdeye gidiyor, hakka hukuka riayet eder” nazarıyla  bakılan nice bürokratın ve devlet memurunun,  müstakbel hedefleri için  bünyeye sızma ve kadrolaşma faaliyeti yaptığı ve bu gâye için  her türlü alçaklığa ve takiyyeye tenezzül ettiği gün yüzüne çıktı.

Tabi durum bu olunca yaşadığı şoku halen tam olarak atlatamamış olan milletimiz ve devletimiz cemaatlerin faydalı ve lüzumlu yapılar olup olmadığı hususunda ister istemez bir tereddüt yaşıyor. Bu konuda milleti  mazur  görebiliriz belki ama istihbarat birimi bulunan bir devletin dînî cemaatlerin hedef ve faaliyetlerine  dâir  bilgi zafiyeti yaşaması ve buradan hareketle ülkedeki tüm İslamî cemaatler hakkında tereddüde düşmesi makul görülebilir mi diye bir süal takdir edilirse  buna istemesek de “evet” cevabı vermek zorundayız. Nitekim eğer mezkûr istihbârat yeterli olsaydı 15 Temmuz hiç yaşanmaz, devlet buna daha erken refleks gösterebilirdi. Dolayısıyla uhrevî vaatlerle motive edilmiş, dışa sıkı surette kapalı oluşumların hala muttalî olunamayan gizli hedef ve projeleri olabileceğini düşünmek devlet açısından elbette mâkul görülebilir.

Bu sebeple bir yılı aşkın zamandır tartışma programlarında ve siyaset zemininde devlet- cemaat, din-cemaat ilişkisi noktasında müzakereler yapılıp mütâlaalar paylaşılmakta fakat mevzû izleyici önünde her iki ilişki açısından da berraklaştırılamamaktadır. Hadiseye son derece ön yargı ile bakan taraflar arasındaki bu müzâkereler  peşin kabullerin dillendirilmesinden öte bir keyfiyet kazanamadığı için cemaatler adına ya tamamen nefyedici ya da tamamen sahiplenici iki tavır arasında bir kör dövüşüne evrilmektedir.

Halbuki bu hassas mevzûda doğru bir âmâl-i fikriyyede bulunabilmek için cemaatler meselesinin hem dînî hem târîhî vechesinin net bir şekilde bilinmesi hem de mezkur tarihî vetirede siyâset ile olan temas yahut diyaloğunun doğru analiz edilmesi gerekmektedir.

Böyle bir tahlile başlamadan önce şu iki hususta önbilgi vermek mefhum kargaşasına sed çekmek adına faydalı olacaktır.

  • Bu yazıda geçen “cemaat” mefhumu tarafımca, ne “Namazda imama uyanlar” anlamına gelen fıkhi ıstılah, ne de “ekalliyet teşkil eden yabancı din mensupları” manasındaki hukuki ıstılah olarak kullanılacaktır.  Zira hukuki terminolojide “Cemaat”  Lozan muahedenamesinde de geçtiği üzere Hristiyan cemaati, Musevi cemaati  Ermeni Cemaati, Süryani Cemaati gibi gayr-i müslim azınlıkları ifade eder.
  • Yine mevzumuzun odak noktası olan “cemaat” mefhumunu bu yazıda istimal ederken aşağıda verilecek tarifin de bir gereği olarak ayrıca “dînî cemaatler” şeklinde lüzumsuz bir sıfatlamada bulunmayacağımı da belirtmek isterim. Zira dînî mahiyet ve keyfiyette olmayan sosyal birlikteliklerin vakıf, dernek, sendika, sivil toplum kuruluşu gibi dînî vasıf bildirmeyen isimlerle ifade edilip, “cemaat” mefhumunun umumi olarak gönüllülük esasına müstenid dînî teşekkülleri ifâde için kullanıldığı maruf ve müsellem bir husustur.

CEMAAT-DİN İLİŞKİSİ

Bu ilişkinin keyfiyetini belirleyebilmek için bazı suallerle yola çıkmak meselenin müşahhaslaşması adına faydalı olacaktır. Öncelikle “Cemaat” nedir? Dinimizde yeri yani meşrûiyeti var mıdır? Cemaatler tarihte hangi dini fonksiyonu icrâ ettiler, bu gün hangi fonksiyonu icrâ etmektedirler?

a) Cemaaat nedir?

Bizi ve bu yazıyı ilgilendiren mânâsıyla Cemaat, “müşterek dînî bir gâyenin tahsilini belirli bir usul takip ederek gerçekleştirmek için bir araya gelmiş insanların tümüne birden verilen isim” olarak tanılanabilir. Burada “dînî gaye” uhrevî noktadan rızâ-i ilâhî, dünyevî planda ise îlây-ı kelimetullâh, bir başka ifâdeyle daha çok insanın hidayetle buluşmasını temindir.

“Belirli bir usul” ile kasıt ise o cemaatin müessisleri tarafından vaz olunan ve tâbîlerce riâyeti lâzım gelen mücâdele ilkeleridir.

b) Cemaatin dini meşrûiyeti var mıdır?

Yukarıdaki çerçevede târif edilmiş “cemaatleşmenin” meşrûiyetine dair dînî kaynaklardan delil aramaya esasen lüzum yoktur. Zîrâ fert fert mes’ul olduğumuz kulluk vazifelerimizi  teâvün, tesânüd, müsâraat düsturlarına istinâden önderler ve refikler edinerek yapmaya gayret etmenin ayrıca meşrûiyetini aramak  abesle iştiğaldir. Zaten böyle bir istidlâl için edille-i asliyye ve feriyyeyi taradığımızda şunu görüyoruz ki âyet ve hadislerde ifade edilen “cemaat halinde olma” emir ve teşvîki bir bütün olarak İslâm cemaatinin tamamına racidir. Bu ayet ve hadisler esasen bizim mefhum dünyamızda “ümmet” kelimesine tekâbül eden  ve İslam cemaatinin yekûnunu ifade eden bir siyâk ve sibâkta nâzil ve vârid olmuşlardır. Dolayısıyla bu günkü anlamıyla cemaatleşme için nasslardan meşruiyet devşirmeye çalışmak çok sağlıklı neticeler vermeyecektir.

Adına “Ümmet” denen aslî ve en büyük cemaat bünyesinde yer alıp,  İslamın ferdî ictimâî sahada tahakkukunu hedeflediği gâyelere, fertleri birbirine daha yakın ve sıkı irtibatlı bir grubun iş bölümüne ve yardımlaşmaya dayalı müşterek mesaisiyle varmak isteyen ve bu niyette  bir birliktelik teşkil eden “cemaat” hakikat ve tecrübesinin gayr-i meşru olması için hiçbir aklî ve naklî gerekçe bulunmamaktadır. Bilakis hem ferdî dînî hayatta hem emr-i bil’maruf ve nehy-i an’ilmünker yapmada cemaatin şevklendirici, gayretlendirici ve nihâî olarak semereyi artırıcı cihetini inkâr inatçılıktan başka bir şey değildir.

 “Sâdıklarla beraber olunuz”, “rükû edenlerle birlikte rükû ediniz” gibi ayetler direkt  olmasa bile tâlî anlamları ile bir ferdi olduğumuz büyük cemaat kadar içinde yaşadığımız kendi sosyal muhîtimizde de bir seçicilik ve birliktelik emretmektedir.

Her nefsin kendi kesbine rehnolunduğunu beyan eden Müddesir Suresi 38. Ayeti müteakiben 39. Ayette “ashab-ı yemin”in bundan istisna edilmesinin hikmeti olarak  Elmalılı Hamdi Yazır merhumun söyledikleri ise tam bizim anladığımız mânâda cemaatin meşrûiyetinden öte merğûbiyetine ,makbuliyetine işâret etmektedir.

“İkincisi yemîn, ahd ve mîsak ma’nasına olmasıdır. Çünkü mîsak-ı fitrî ile ahd-i ilâhîye dâhil olmuş ve yemînlerine sadık kalmış kimseler kesblerinden mes’ul ve müstefid olmakla beraber netice i’tibariyle yalnız kesiblerine bağlı olmayıp kesiblerinden çok fazla ni’met ve saadetlere irerler ki bunun misali bir ferdin tek başına çalışmasiyle,  içtima’î bir mukaveleye merbut olarak cem’iyyet halinde çalışması arasındaki farktır. Zira cem’iyyetle yaşayanlar yalnız kendi kesiblerinden değil, cem’ıyyetlerinin kıymetine ve mukavelelerindeki sadakatlerine göre yekdiğerinin müşterek ve mütekabil mesa’isinden yüksek bir surette istifade ederler. Dağınık kesiblerin zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir yemîn ve mîsaka bağlanarak muhtelif kesiblerini sadakatle birleştirmiş ve amellerinin tevzi’ ve iştîrâk noktalarına hep bir ruh ile sarılarak cemaatle yürümüş olanlar her biri kendi kesbinden müstefid olmakla beraber yekdiğerin kesiblerinden de mütezâyid bir surette nasîb alırlar. Ve işte Allaha ve Resulüne ve Âhıret gününe iyman edip de Sekarden korunarak hak yolunda ruhlarını ve mesa’ilerini tevhid etmiş olan ve aynı kıbleye müteveccih olarak yürüyen hâlıs iyman sahibleri kendi kesiblerine bağlanmakla kalmayıp fadl-i ilâhîden müstesna bir surette nasîb alan ashab-ı yemîndirler”

İşte bu tefsir cemaat pratiğinin en kestirme ve mâkul îzah biçimidir. Böyle bir telakkîden fırkalaşma ve ayrışma değil dinin umumî gayelerine kolektif bir ruhla semereli tarzda hizmet eden esasta bir, usulde muhtelif müstekîm dînî müesseseler  çıkar.

c) Cemaatler tarihte hangi dînî fonksiyonu icrâ ettiler, bu gün hangi fonksiyonu icrâ etmektedirler?

Bu süâli cevaplamadan önce şu hususu netleştirmemiz gerekir ki yazıda ele aldığımız manasıyla cemaat kelimesi Cumhuriyete geçiş  sonrasında 1946’ya kadar devam eden tek partili siyasi hayatın bitişi yani dini manevi sahada uygulanan baskının kısmen gevşemesi neticesinde Müslümanlara hizmet faaliyetleri ile tekrar görünür hale gelmiş tarikat ve tasavvuf ekollerinin yeni ismi ve ifade biçimidir. Zîrâ cumhuriyeti kuran idarenin dînî manevî değerlere karşı sert tutumu Osmanlı siyasî ve ictimâî yapısında mühim bir yer tutan tarîkat şeyh ve müntesiplerinin bir kısmının kelle korkusuyla dînî vazifeleri tamamen terk etmelerine, bir kısmının da âmiyane tâbirle “yer altına çekilmesine” sebebiyet vermiştir. İşte Demokrat Parti ile kısmen de olsa geri gelen serbestiyet neticesi bu tarikatlar “cemaat” ismi altında yeniden talim, tedris, terbiye ve teslik hizmetine başlayabilmişlerdir. Mezkûr nedenle “cemaatler dinen ne fonksiyon ifa eder” demek esasen  “tarikat ve tasavvuf ekolleri ne yapar”  demektir.

Peki böyle ise  (b) bendinde neden tarîkatlerin değil de cemaatlerin dînî meşruiyeti değerlendirildi diye bir haklı süal tevcih edilebilir. Bu durumu şöyle izah edebilirim: bu makalenin mevzuu tarîkatlerin cumhuriyet sonrası cemaatleşmesi meselesinden ibaret olduğundan yukarıda sadece “cemaat” mefhumunun meşruiyeti ele alınmıştır. Tasavvuf yahut tarikat geleneğinin dini meşruiyeti burada kısaca değerlendirilemeyecek kadar geniş ve derindir.

Süâlin  îzâhına avdet edecek olursak meseleye şuradan başlamak gerekir: tarikat müntesibi bir müridin îtikad ve fıkıh (amel) açısından, her hangi bir tarikatla irtibatı olmayan Müslümandan hiçbir farkı yoktur. O sadece kalbini mânevî hastalıklardan, nefsini inkâr ve inattan kurtarmak ve rabbine mânen daha hâs ve yakın bir kul olmak için irşât ve terbiye hususunda salâhiyetli olduğuna inandığı bir mürşîdi amelen ve ahlaken taklit etmekte ve onun nevâfil, evrâd-ü ezkâr hususlarındaki tâlimlerini ve başkaca tarif ve tavsiye ettiği mânevî vazifeleri ifâya gayret etmektedir. Bu sebeple icrâ ettikleri hizmet açısından mürşitler, ulemaya nispetle halkla daha yakın temas halinde olduklarından irşâdî faaliyetlerinin devam ettiği bölgenin dînî manevî hayatına birebir tesir etmişler ve dolayısıyla geniş avam kitlelerin nazarî ve tatbîkî İslam telakkîlerinde ulemâdan daha belirleyici olmuşlardır.

Zaten siyâsî târihimize nazar edildiğinde görülmektedir ki tarikat, tekke ve zâviyeler  Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok mühim rol oynamışlardır. Bu etki ve faydanın farkında olan Selçuklu ve Osmanlı idâreleri, bu müesseseleri  mâlî açıdan desteklerken, idârî açıdan da her türlü imkanı sağlamış ve bu desteklerini  devletlerinin inkırâzına  kadar da sürdürmüşlerdir.

Cumhuriyete geçişle sâdece tekke ve zâviyeler değil medreseler de kapatıldığı için mezkur tarîkat ve tasavvuf ekollerine bir vazife daha tevzi olunmuştur. Asıl işi tâliplerin  terbiye ve teslîki, mekârim-i ahlâk ile tezyîni olan tarîkat şeyhleri dinini neredeyse unutma noktasına getirilmiş Müslüman halklara din ilimlerini  tâlim ve tedrise sarf-ı mesâyi etmek zorunda kalmışlardır. Zira şerîatın esasları ikâme edilmedikçe ve din sahih bir îtikad ve amel zemininde yaşanmadıkça tasavvufî tecrübenin hiçbir faydası olmayacaktır. Yâni tasavvuf işin kemal noktasını hedeflemiş olsa da ortada asgarî ilmihal bilgisine sahip Müslüman bulmak dahi zorlaştığından iş bu tarikatler birinci derecede  mesâyilerini ehem ve elzem olana sarfetmişledir. Hususiyle Nakşibendiliğin zaten zâhir-i şerîate olan sıkı inkıyâdı ve bu minvalde din ilimlerinin tahsîlinde gayret ve ideâl sahibi olması bu vazifeyi üstlenmekte tereddüd göstermemesine ve ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira saltanatın ilgasını tâkiben  yeni rejimin din aleyhtarı tavrı Osmanlı medreselerinde müderris olarak hizmet etmekteyken bir anda işsiz kalan ulemâ zümresini korkutmuş ve sindirmiştir. Can ve ekmek derdine  düşen devrin islam âlimlerinin ekserisi dini ilimlerin talim ve tedrisi vazifesini  şartlar dahilinde gizli de olsa yapma cesaret ve fedakarlığını göstermeyince iş mânâ önderi olan mürşidlere kalmış, onlar da bu vazifeyi 50’li yılların başına kadar kelle koltukta hakkıyla yaparak imânî ve İslâmî kıpırdanış ve uyanışın fitilinin ateşleyicisi olmuşlardır.

Tüm bunlardan çıkan netice şudur ki, Cumhuriyet sonrası cemaatler adını alan tarikatler hem Selçuklu, hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet döneminde dini hayatın ihyâsı için değişen şartlara göre mühim vazifeler icrâ etmişlerdir. Bunu inkâra kalkmak tarihini bilmemek, tarihten ders almamak, belki de Müslümanlığımızı borçlu olduğumuz o devâsa kametlere, o gönül sultanlarına vefâsızlık etmektir.

Türkiye’de tarikat temelli cemaatlerin bu gün yaptığı hizmetler de devam eden süreçte üç kategoridir.

  • İslamî ilimlerin talim tedrisi faaliyetleri, bidat ve müfsit cereyanlara kaşı mücadele.
  • Mürîdânın manevî seyr-i sülukuyla alakalı programların icrası.
  • Bu hizmetlere finansman oluşturma noktasında Müslümanların dînî mahiyetteki (kurban-umre/hac-neşriyat-helal gıda) ihtiyaçlarını fıkıh ilminin gereklerine uygun surette gidermelerini sağlama.

Şimdi tarihte tekke/tarikat, günümüzde cemaat olarak Ümmet-i Muhammed’e sunulan bu hizmetler ülkemizin ve coğrafyamızın manevi kimliği ve sahih dînî yaşantısı için hayatî ehemmiyeti hâizdir. Eğer cemaat olgusu tartışılırken meseleye bu tarihî ve dînî arka planla bakılmazsa cemaatlerin ve hatta mezheplerin Müslümanları ayrıştırdığı gibi zâhiren süslü ve sathî, temelde ise tamamen yanlış ve derinliksiz neticelere varılması kaçınılmaz olacaktır.

Feto ve Cemaatler (2)

CEMAATLER – DEVLET İLİŞKİSİ

1. Osmanlı Dönemi

Osmanlı dönemi tekke ve devlet ilişkileri meyânında devletin öncelikle bir temel tercih yaptığı görülmektedir. O da “Ehl-i Sünnet Akâididir.” Bu akîde çerçevesinde müesseseleşen  tekke, zâviye, dergâh, ve hankâhlara devlet sahip çıkmıştır. Şeriyye Sicillerinin tetkikinde genel olarak Devletin tekkeleri “vakıf’ ve “miri hazine” gelirleri ile mâlî açıdan desteklediği, idârî  açıdan da her türlü kolaylığı sağladığı, hazineden aynî nakdî tahsîsatta bulunduğu ,İrâd bağladığı, vergi muâfiyeti sunduğu, tekkelerin bazı tâmirat ve tâdilat işlerinin devlet kasasından yapıldığı görülmektedir.

Ehl-i Sünnet çizgiyi benimsemeyen tarikat merkezleri ve tekkelerin ise  tâkibe alındığı ,bu takip ve teftişlerin Sultan Abdülaziz dönemine kadar resmî değil fiilî olarak yapıldığı görülmektedir. Sayın Yrd. Doç. Rifat ÖZDEMİR’in “Osmanlı Devletinin Tarikat, Tekke Ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset”  başlıklı makalesinde yer alan bu tâkibatlarla ilgili değerlendirmeyi aynen aktarmaktayım;

“Devlet, değişik zamanlarda yaptığı bu teftiş ve murâkabe sonucunda, çeşitli tarîkat ve dinî cemaatlar hakkında belirli bir bilgiye sahip olmakta, onların akîde ve felsefesini öğrenmekte, “Ehl-i Sünnet”  ve “Ehl-i Sünnet Dışı”  inanış ve fikirlerini öğrenmekteydi. Bunların içinden “Ehl-i Sünnet”  görüşünü benimseyenleri desteklerken, devlet ve toplum hayatını tehdid eden (veya etmesi muhte- mel olan) “Şamanizm, Mazdeizim, Budizim, Zerdüştlük, Putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık” vb. gibi din ve inanışların tesiri altında kalan “Babaîlik, Abdallık, Bektaşîlik, Hurûfîlik, Kızılbaşlık, Kalenderîlik, Haydarîlik, Melamîlik” vb. gibi “Şiî ” ve “Bâtını” inânışı bulunan tarîkat ve dînî cemaatlerden desteğini  çekmekte, zaman zaman onları tâkibata almaktaydı.

Bu takibat sonucunda, bazı “Ehl-i Sünnet Dışı” tarîkat ve dînî inanış temsilcilerinin yargılandığı,  bazıların ise îdam edildiği görülmektedir. Selçuklu döneminde  “Babaî”  hareketinin, 1414 (veya 1420)’de “Şeyh Bedreddin“in idam edilmesi,  1417m. (820h.) (veya 1404, 1408, 1418 m./807, 811, 821 h.) tarihinde “Hurûfî Halîfesi Seyyid Nesîmî“nin (1339-1344 m./740-745 h.) Haleb’te derisi yüzülerek îdam edilmesi, “Molla Kâbız” adlı kişinin “Hz.İsa“yı, “Hz. Muhammed” den (a.s.) üstün tutması, “Şeyhülislam Ibn-i Kemal”le yapılan ilmî münâkaşada Islamî hükümlerde hatâ yaptığı, hatâsının kendine anlatılması, hatâsını kabul etmesine rağmen fikrinden dönmemesi üzerine îdam edilmesi, “Melâmî” ve “Vahdet-i Vücut” nazariyesini savunan Oğlan Şeyh, Bosnalı Şeyh Balı, Şeyh Sütçü Beşir Ağa, İsmail Maşukî, Şeyh Bünyamin Ayaşi, Haşimî  Seyyid Osman, Şeyh Hüsameddin” vb. gibi tarikat “şeyh” ve “ulu”larının çeşitli cezalara çarptırılmaları veya îdam edilmeleri, XVII. yüzyılın başlarında (IV. Mehmed ve Köprülüler döneminde) tarikatlara karşı tavır sergileyen Birgivî Mehmed Efendi’nin yolunu izleyen “Kadı-Zâdeliler” ile “Ustüvânî Mehmed Efendi“nin, tarikatları savunmada “Sivasilerle yürüttükleri mücadelelerde, devletin her iki tarafa da müdahale ederekek otoriteyi sağlama cihetine gitmesi bu konuda açık örnekler olarak sayıImaIıdır”

Sultan Abdülaziz döneminde 1866 yılında “Meclis-i Meşâyıh” kurularak devletin -bazı Nakşibendî tekkeleri ve Konya merkezli MevlevÎ tekkesi müstesnâ- bu teftiş ve murâkabesi resmî bir hâl almıştır. Zira bazı tekkelerin başına müntesiplerinin istikametine zarar verebilecek, onları bâtıl inanış ve yaşayışa sürükleyebilecek nâehil kimselerin geçmesi devlet için tedbir alınması îcap eden mühim bir tehlike doğurabilirdi. Bu sebeple devlet büyüyen ve gelişen tekke gerçeğine karşı tedbir alma cihetine gitmiştir.

Bu durumun müşahhas bir numunesi olarak Sultan II. Mahmud tarafından neşredilen fermanın mevzumuzla irtibatlı kısmını yine aynı makaleden müdahale etmeksizin buraya dercediyorum.

“…Memalik-i Anadolu ve Rumeli’de tekâyâ ve zevâyâ ashâbından biri fevt oldukta mahlûl olan tekke ve zâviye yine kadîmden mensub olduğu tarîk-i ricâli ve hülefâlarından aslah ve erşetlerine verilmek ashâb-ı tarîk-i âliyye beyninde usul-i kadîme-i meriyyeden olarak  bigâne ve ecânib makûlelerinden vikaye oluna gelmesi …” usulden olduğu halde, son günlerde “Post-Nişin Şeyh”lik makamı boşalan bazı tekke ve zâviyelerin başına “nesebi” ve “silsilesi” belli olmayan kişilerin geçtiği veya bu gibi kişileri “Kâdîler”in merkeze teklifi ile eski uygulamanın bozulduğu belirtildikten sonra “….Zenâdık tâifesinin tekâyâ ve zevâyâ zabtıyla erbâb-ı ehliyet(in) açıkta … ” kaldığı belirtilmektedir.

Fermanın devamında, bu bozulan sistemin yeniden inşası için, “…Şu hususun bir hüsn-i surete rabtı vacibeden olduğuna binaen fî- mâ-bad Anadolu ve Rumeli’de vakî tekâyâ ve zevâyeden biri mahluûl oldukta o mahallin yine tarik-i ricâli ve hülefâsından ahkâm-ı şer’iyyet-i mutahhara ve esrâr-ı tarîkat-ı aliyyeye ârif ve mürîdîn ve sâlikîni terbiye ve teslîk usûl-i serîfine vâkıf her kim bulunur ise o mahalde olan meşâyih ve dervişânın inzimâm-ı rey’i ve ittifaklarıyla ona tevcih-i der-bâr-ı şevket-i karareme arz-u inha olunmak ve bunun içün zinhar kuzzât ve nüvvâb taraflarından harç-ı ilam mütâlebesiyle rencide olunmamak ve bundan böyle hükkâm-ı şer’î taraflarından tekye mahlûl tevcihi zımnında hilaf-ı şürût olarak nâ-ehl yedlerine îlâm verilecek olursa muâheze olunacağından başka ol îlâm mamul-bih olmayarak cihet-i mahlûle Der-Saâdetimde bulunan meşâyih ve dervişâne reyi ve ittifâkan ve inhâlarıyla ehil ve erbâbına tevcîh kılınmak üzere düsturu’l-amel tutulması hususu Der-Saadetimde genç güzidâr-ı işâret olan tarikat-ı aliyye-i Kadiriyye ve Nakşibendi ve Sümbiliye ve Halvetiye ve Sadriyye âsitâneleri meşâyih-i mefahirü’ş-Şuyûh ve’l-mukakkikîn ve’l-meşahiyyuhân-ı fehem taraflarından memhur-ı arz takdimiyle istîdâ olunarak ol babda bi’l-fiil Şeyhulislam ve müftüyü’l-enâm olan Mekki-Zade … Mevlana Mustafa Asım … işaret etmeleriyle işaretleri mucebince amel-ü hareket olunması hususuna irade-i Seniyyem müteallik ..” olduğu belirtilmektedir•

Ehemmiyetine binaen bir çok yerini iktibas halinde verdiğimiz “Ferman”dan açıkça anlaşıldığı gibi devlet, çeşitli tarikatlara ait tekye, zâviye ve hankâhlardaki yükselmenin, tarikatlara hâs mânevî seyir içinde olmasını, buna kimsenin müdâhale etmemesini “Şer’i Şerîfin” kâideleriyle, tarîkat kâide ve kurallarını bilmeyen câhil, ahlaksız, îtikâdı bozuk, nesebi ve silsilesi belli olmayan “Zındık”  kimselerin Şeyh”lik  makamına geçmemesini,  bunun için hiçbir  “Kâdî”nin  ilam-ı Şeri” yazmamasını, eğer tarikat ricâli ve halîfeleri bu kuralı uygulamaz veya uygulamada âciz kalırlar ise, İstanbul’da bulunan Kadiriyye, Nakşibendi, Sümbiliye, Halvetiye ve Sadriye tarikatlarının bilgili, Şerîate uyan, ahlaklı, tarîkat kurallarını bilen genç müridIerin “Şeyh” olarak gönderileceği açıkça belirtilmektedir. 

Bir devletin manevi şahsiyetinin olması, akılla ve ciddiyetle idâre edilmesi bu murâkabe ve müdâhaleleri gerekli kılmıştır ki hepsi son derece yerinde olup devlet-i âliyyenin nasıl 6,5 asra yakın tüm dünyada hüküm sürdüğünün de izâhıdır. Azıcık akıl ve iz’ân sahibi bir insan sadece bu îdamları ve fermanı okuduğunda bile 15 Temmuzda başımıza ne geldiğini hiç tefekküre gerek duymadan anlayabilir. Bu gün eksik olan şey devletimizin, milletin mânevî şahsiyetinden kopuk kimliksizliği ve gerekli vakar ve ciddiyetle idare edilmemesidir.

2. Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyet Türkiye’sinde cemaatler ve devlet ilişkilerine bakıldığında  meselenin çok partili hayat öncesi ve sonrası olarak iki bölümde ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

Çok partili hayat öncesinde Cumhuriyetin îlânını müteâkiben gerçekleştirilen; Şer’iyye Ve Evkaf Vekâletinin ve dolayısıyla Meclis-i Meşâyihin  lağvı (1924), tevhîd-i tedrîsat(1924), tekke ve zâviyelerin kapatılması(1925)  gibi inkılaplar ile dînî olan her şeyi milletin hayat ve hâfızasından kazımak şeklinde  tatbik edilen  lâiklik ilkesi Osmanlı sosyal yapısında büyük ve mühim bir yer teşkil eden tarîkatleri tamamen içe kapanmaya ve gizlenmeye itmiştir. Zîrâ Cumhuriyetin îlânının akabinde sert bir sûrette fiiliyâta geçirilen bu inkılâplarla tekkeler resmen kapatıldığı için  Sultan Abdülaziz  döneminden bilitibar resmîleşen; devletin tekke, zâviye ve dergâhları  teftiş ve murâkabe etme ve hatta Der-saadette bulunan âsitâneler vâsıtasıyla buralara resmî icâzetle şeyh tâyin etme gibi müspet müdahaleleri sona ermiştir. Meclis-i Meşîhatin  tekkeler üzerindeki îdârî ve evkâf nezâretinin mâlî denetimi de ortadan kalkınca bu saha tamamen sivil insiyatife terkedilmiştir.

Çok partili hayata geçilmesi ile birlikte baskı ve tâkibatın eski şiddetini yitirmesi ve  mücâdele döneminin pes etmeyen gizli kahramanlarının canhıraç gayretleriyle filizlenen îman ve İslam tohumları fidan olmaya başlamış ve bu zor dönemde feyz aldıkları hocalarının gayret, teşvik ve himmetleriyle Ümmet-i Muhammed’in îman nuruyla yeniden buluşması için topyekün bir seferberlik başlamıştır.

Süleyman Hilmi TUNAHAN, Ahıskalı Ali HAYDAR, Abdülaziz BEKKİNE , Mehmet Zait KOTKU, Esad ERBİLİ , Mahmut Sami RAMAZANOĞLU , Abdülhakim ARVASİ, Hüseyin Hilmi IŞIK,  Şeyh SAİD , (kaddasallahü esrarahüm) gibi zatlar gayretleri nispetinde bu yüce hizmetin muhâtaralı zamanlarının büyük nasiplileri olmuşlardır. Ayrıca doğu ve güney doğuda yaygın müntesipleri bulunan Haznevî ve Cezerî şeyhleri de dahil olmak üzere tüm bu isimlerin tamamı Cumhuriyete geçişle faâliyetlerine nihâyet  verilen tarîkatlerin son dönem şeyhleridir.

(Bir tarikat geleneğine yaslanmamış olmakla birlikte Said-i Nursî, Gönenli Mehmet Efendi, Ahmet Davudoğlu, Ermenekli Saffet Efendi, Bekir Haki Efendi gibi zevâtı da bu zor zamanda yaptıkları büyük hizmetler sebebiyle hayırla yâd etmek vefâlılık ahlakının bir gereği olacaktır.)

Genel olarak Nakşibendîlik merkezinde Nakşî-Müceddidî- Hâlidî ağırlıklı bu tarîkatler, şeyhleri  ve sâdık müridleri ile yıkılmaya yüz tutmuş din müessesesinin tahkîmi için seferber olmuşlar, ağır bedeller ödemişlerdir. Zamanın şartları  bu zâtları, tarîkat nispetleri ile ifâdeye müsâit olmadığından kendi isimlerine yahut cihâdî faâliyetlerini yürüttükleri câmilere veya mekânlara izâfe olunan “cemaat” kelimesiyle iştihâr etmişlerdir. Süleyman Efendi Cemaati, Mahmut Efendi Cemaati, İskenderpaşa Camati, Erenköy Cemaati, İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati gibi tesmiyeler hep bu şartların mahsûlü olup geri planda bir tarîkat geleneği barındırmaktadır.

Said-i Nursî merhûmun çoğu mevkuf ya da sürgünde ve yahut göz hapsindeyken yazdığı ve dinin temel akâid meselelerini izah sadedinde kaleme alınmış risâleleri etrafında da bir dava kardeşliği teşekkül etmiş ve mezkûr zâtla birlikte ilk halka talebeleri o dönem takdirle hatırlanması gereken zorlu bir mücadele vermişlerdir.

(Bu zatların yaşadığı ve yılmadan baskılara göğüs gerdiği dönemde tek parti iktidarı tarafından  Müslümanlar ve islâmî hizmet yapma gayretinde olanlar hakkında nasıl bir tavır alındığının misallerini görmek isteyenler Dr.Ali DİKİCİ’nin Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivini tarayarak farklı başlıklar halinde kaleme aldığı “Millî Şef İsmet İnönü Dönemi Laiklik Uygulamaları” isimli makâlesine göz atabilirler.)

Şu an gelinen noktada ise dîn-i celîl-i islâmın bütün bir milletin kalbinden ve hayatından silinip gitmemesi için kelle koltukta verilen bu mücadeleler unutulup, FETÖ bahane edilerek tüm cemaatlere kötü gözle bakılmak istenmekte, cemaatlerin ayrıştırıcı mâhiyette, gizli ajandası olan ve aynı zamanda Müslümanların manevi duygularını paraya tahvîle çalışan holdingler olduğu halka kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.

Bu art niyetli kişiler Fetö’nün diğer cemaatler gibi her hangi bir tarikat ve tasavvuf geleneğine dayanmadığı gerçeğini, bu yapının (başlangıçtaki hüviyetine itibarla) kendisi gibi Risale-i Nur etrafında teşekkül etmiş diğer nur halkalarınca da –darbenin çok öncesinden beri- ehl-i sünnet olmayan bir topluluk olarak görüldüğünü milletten gizlemektedirler.

Halbuki mesele gayet açıktır:

  • Evvelâ devletin lâik yapısından kaynaklı mânevî kimliksizliği ya da başka bir ifadeyle tebasının kahir ekseriyetinin sünnî âidiyetini ve tarihten günümüze  sosyal yapısının dâimâ sünnî kalışını dikkate almayışı,
  • İkinci olarak da mezkur tarafsızlıktan nâşî ehl-i sünnet akîdeye uymayan ya da ondan inhirâf eden yapılara karşı umursamaz duruşu, bu ülke Müslümanlarını her türlü siyâsî operasyona müsâit hâle getirmektedir.

İskender EVRENOSOĞLU, Haydar BAŞ, Adnan OKTAR, Mustafa İSLAMOĞLU ve emsali kişilerin Diyânet İşleri Başkanlığının mevcûdiyetine rağmen ehl-i sünnete aykırı tüm ifsât ve idlâl edici faâliyetlerini rahatlıkla tv ekranlarında ve sürekli icrâ edebiliyor oluşları, bizim 15 Temmuz FETÖ kıyamı gibi hâdiselerle tekrar karşı karşıya kalma ihtimâlimizi artırmaktadır. Mefsedeti def ,menfaati celpten evla iken ve bunu en iyi bilmesi gereken müessese, milletin sahih din telakkisinin bekçisi mevkiindeki Diyânet kurumu olmalıyken , başkanlığın, sadece emr-i bil maruf ile -ağır aksak- meşgul olup, münkerden nehyetmeyi külliyen terk etmesi  bu milleti İstihbarât örgütlerinin dini tahrif için husûsî yetiştirdiği zındıkların kucağına bırakmaktır.

Yıllarca kürsülerdeki sahtekar ağlak tavrı, gerek kitap sahîfelerinde gerek şifâhî beyanâtlarında edebî süslemelerle kamufle ettiği ehl-i sünnet  akîdeye aykırı fikirleri ile dinin harîmine gözler önünde kast eden Fethullah GÜLEN’in fısk ve fücûrunun bu süreçte değil de siyâsî makamlara tâlip olduğunda farkedilmesi ya da ciddîye alınması büyük bir şuur ya da samîmiyet problemidir. Hele Diyanet İşleri Başkanlığının, darbe teşebbüsünün hemen akabinde bu yapının sapkın ve istismarcı bir yapı olduğuna dâir kitap ya da rapor neşretmesi bu kurumca siyâsî idârenin hatrının dînin ve Yaratıcı’nın hatrından daha üstün tutulduğunu göstermesi bakımından mânidardır.

1400 yıl öncesinden nasların sarih beyânıyla sâbit olmuş ve mâhiyeti gereği değişmesi mümkün olmayan akâid umdelerimiz bir tarafa bırakılarak  Hristiyan batı dünyasına şirin görünme adına girişilen Dinler Arası Diyalog faaliyetlerinin, cemaat görünümlü mezkur örgütün ihanetinden sonra ilmî sahâda tenkît edilmeye başlanması, akademik câmiamızın keyfiyet ve samimiyet seviyesini  gözler önüne sermesi noktasında ibretliktir.

Maârif müfredâtıyla devletin ve tüm icraatlarıyla Diyânet İşleri Başkanlığının bu vaziyette olduğu bir vasatta mezkur boşluğu doldurma gayreti için ömrünü dînî hizmetlere vakfetmeye hazır islâm mücâhitleri yetiştiren cemaatleri hedef tahtasına koymak, elde olan yegâne panzehiri lavaboya dökmek kabîlinden ahmaklıktır.

Devletimiz, Osmanlı tecrübesinde olduğu gibi bir sahih din tasavvurunda karar kılıp, propagandasını yapan ve müesseseleşen her dînî hareketi buna göre murâkabe etmez ve  gerekeni yapmaz da bu yapılarla siyâsî ittifaklara ya da pazarlıklara yeltenirse hurûç kuvveti bulan her dünya heveslisi ile taht kavgası yapmak zorunda kalacaktır.

Hâl-i hazırda islâmla müşerref olma nimetini gayret-i dîniyyelerine borçlu bulunduğumuz cemaatlerin, kendi bünyeleri içinde hatâ ve kusurlarının var olduğu kabul edilip  bu hatâlara sâhip çıkmak aslâ söz konusu olmasa bile şu husus net olarak bilinmelidir ki devlet-fetö harbinde en masum yapılar şüphesiz bu cemaatlerdir.

Hulâsâ olarak ; bize her şeyden önce kimlik, şahsiyet ve ciddiyet, sonra da Osmanlı Devlet Aklı gerektir.

Allahü a’lemü bis’savab

Burhanettin Çağırıcı
Musellem.net yazarı, avukat