Tuzlu Denizde Tatlı Su Balığı: Hümanist Müslüman *

(*Başlıktaki Hümanist kelimesine yüklediğim mana ve yazı ile ilişkili kısmı aynen şu açıklamadaki gibidir :  Hümanizm terimsel tanım açısından “sevgi” içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı “insan-merkezcillik”tir. Yani tanrı-merkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insan-merkezcillik esas alınır.

Tuzlu denizden kasıt hiç şüphesiz modern zamanların batıl telkinleri)


İçinde bulunduğumuz hengâme, hakikatin kaynağından zaman olarak uzaklaşmışlığımızın bir neticesi olarak her geçen gün yeni fikirlerin önümüze konulduğu bir dönemi işaret ediyor. Mesafe öylesine açılmış ve zihinler öylesine bulanmış ki batılın batıllığını bir başka batıl ispat ediyor da, batıldan batıla sefer başlıyor sinelerde.

Tüm bu karmaşıklık içinde bir de modernitenin dayattığı düşünceler, son yüzyıllarda zuhur etmiş fikirler ve asırlardır varlığını devam ettiren batıllardan korunmak zorundasınız.

Dedik ya modern zamanlar ve telkinleri… Bizim  “tatlı su Müslümanlığı”na evrilmemizin en büyük büyük müsebbibi. Gayretimizi, cihad ruhumuzu elimizden alıp insana verdiğimiz değerin ustaca bir şekilde suistimal edilmesinin art niyetli oyunları.

Vakılar ortada. Örneğin PKK’nın bunca icraatından sonra onlara sempati beslemek, “ama onlar da insan efendi” demek, “insana kıymayın” demek mümkün müdür?  İhanetin cezasız kalması ihanetin devamının gelmesi zararından gayri bir fayda sağlamaz… Bunu pek ala biliriz.

Peki ya imanımız ve inancımızı zedeleyen meseleleri?

Dinler arası diyalogla “dinimize küfredenlere” kardeşim dedirtmeye çalıştılar bizleri.  Mü’minin inandığı Allah’a bir mü’min gibi inanmayıp, O Allah’ın mü’minler için hazırladığını söylediği cennete sokmaya niyetlendiler Hristiyanı, Yahudiyi..  Hatta bazen Budisti…

“İslam’ın sempatik görünmeye ihtiyacı yok efendi”  diyemedik haykıran seslerle.  Ya da avaz avaz bağırdık da anlatamadık derdimizi sürüklenen kitlelere… Bir mü’minin İslam’ı olduğunun dışında göstermeye ne yetkisi vardır ne de hakkı. Dinin sahibi de Allah’tır kural koyucusu da…

“Ver kurtul”culuğun baş gösterdiği onlarca meselemiz var “modern hocalar”ın söylemlerinde.  Batının hayat felsefesine uymayan her bir şeyi, “içinde bulunduğumuz bu zamanda açıklanamaz” diyerek reddeden, aslı yoktur diyerek İslam düşmanlarına “cici görünmek” isteyen, bundan sebep İslam’ı içten yıkan dirençsiz müslümanlar türedi her bir köşede.

Bu sempatik görünme ihtiyacından mı hasıl olmuştur, bilgi eksikliğinden mi bilinmez, ayyuka çıkmış bir söylenti aldı başını gidiyor son zamanlarda. İslâm savaşı saldırıya dair bir istihbari bilgi almadan ya da saldırı anında savunmak ihtiyacına mecbur kalmadan uygun görmez imiş!

Bu yaklaşıma kalırsak ilâ-ı kelimatullah davası için bir gayrimüslim toprağa gidip İslâm’a davet etmek, kabul etmediği takdirde İslam olmasalar dahi boyun eğdirerek cizye ödemeye mecbur kılmak, bunu da kabul etmezse onlarla savaşmak mümkün değildir!  Oysa bu İslam davasının bir gereğidir.  Sahabe-i Kiram döneminde de yukarıdaki yaklaşımın yanlışlığına dair örnekler mevcuttur. Örneğin Bedir muharebesinin vücut bulma sebebine bakmak, iddianın yanlışlığına bir delil olarak ortada durmaktadır.

Kimi zaman “bananecilik” vuruyor bizleri. 

Sefanın devamında ya da şahsi menfaatin aleyhinde bir mesele dair duyarsız olmadığımız kadar duyarsız kalınıyor “kutsallarımıza” laf edildiğinde… “Ben işime” bakarım deniliveriyor. Yarın kazanacağımız ekmek parasını düşünürken, ebedi yurdumuzun yegâne sermayesini çar-çur ediyoruz umursamaksızın.

Bilmem ki bilmezlikten mi, doğruyu doğru yöntemle anlatamadığımızdan mı her şey!

Örneğin siz İran’ı ve Şia’yı doğru dürüst anlatamadı iseniz çevrenize, geleceğe dair onlarla “ortak” planlar dinlerken bulabilirsiniz kendinizi. “Onlar da Müslüman, bize ne, ben işime bakarım” söylemine karşı içiniz içinizi yer.

Aslında anlatmanız gereken şey önce “Ana”dır, önce davadır, önce davanızın kahramanlarıdır, önce kutsalınızdır, önce kıymetlinizdir.  Siz bu değerleri onlara anlatmadığınız takdirde, Şia’nın Hz. Aişe “anamıza” ettiği iftiraları, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e ettiği hakaretleri, sahabenin kıymetlilerine ettiği küfürleri yüreklerini titretecek şekilde işleyemezsiniz. Aksi halde çokları için vaka-ı adiyedendir söyledikleriniz. Dikkat çekmez bile.

Ya da ihaneti anlatmalısınız. İyi belletmelisiniz hainliğin cezasını.

Yoksa sizin İran tarihinin bize hainliklerle kararmış olduğunu anlatmanızın pek kıymeti yoktur onlar için. Onlarla işbirliğinin hainlere destek olduğunu, bunun hainlikten pek farklı olmadığını belletemezsiniz. İçten ihanetin daha tehlikeli olduğunu anlatmadan, bunu iyice kavratmadan tehlikenin vehametini ispat edemezsiniz.

Onlarla ilişkinizin hiçbir zaman normal olmadığını iyi bilmelisiniz.  Onların Şii yayılmacılığı gayretinin bir devlet politikası olduğunu iyi anlatmalısınız. Ehl-i Sünnet olmanın onlar için şov malzemesi olarak kullandıkları İsrail ve ABD’den daha büyük düşmanlık sebebi olduğunu doğru okumalısınız.

Tüm bunların bizi götürdüğü bir yer var elbette. Hainlerin, kıymetlimize, itikad umdelerimize el uzatanların ellerinin kopartılması meselesi. Cezayı hak edene cezanın verilmesi hiç şüphesiz gerekliliklerin yerine getirilmesi demek. Bunu yaparken “iyi niyet elçisi” olup, hümanizm pozları kesmeye gerek yok.

Salih Kartal
Musellem.net kurucu yazar...