STK’lara Gerek Kalmasa, Devlet Bu İşe Karışmasa…

Covid-19 salgını sebebiyle zamanımızı mümkün mertebe evlerimizde geçirirken, tefekküre ve kitaplarla hasbihal etmeye daha fazla vakit ayırma imkânı doğuyor. Maddi sıkıntılarla cedelleşmek zorunda olmayanlar ve ilmi çalışmalara, kendine vakit ayırmak isteyenler için beklenmedik bir fırsat adeta. Ancak diğer yandan, maddi sıkıntıların baş gösterdiği bir zaman dilimini işaretliyoruz şu günlerde.

Tam da bunun farkında oluşumuzun bir neticesi olarak, yardımlaşma ve vefa çağrıları yankılanıyor her taraftan. Yakın zamanda bir dostumuzla, ülkemizdeki âdet üzere zekât vermek için Ramazan’ı bekleyenlere, zekât verme işlemlerini biraz daha erkene almanın zararı olmadığını ilan etmenin faydalı olacağını konuşmuş, bunun üzerine çeşitli mecralardan paylaşım yapmıştım. Zaten bizim gibi düşünenlerin paylaşımlarına da ardı sıra denk gelmeye başladık. En fazla gündem olanı da tabiidir ki, Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın daveti oldu.

Cumhurbaşkanının yardımlaşma için açılan hesaplara bağışta bulunma daveti aynı zamanda zekâtların da gündeme alınması davetini içerince bazı sualler ortaya çıkmaya başladı. Malumunuz, zekâtın verileceği kimseler ve ulaştırılma yöntemlerine dair İslam hukuku açısından bazı şartlar var. İbtidai bir ilmihal kitabında dahi bulunabilecek detayları izah için yazıyor değilim bu satırları. Meselenin beni düşündüren boyutu bambaşka.

Eserlerinden çokça istifade etmeye gayretinde olduğum, kıymeti bilinmeyen bir mütefekkirimiz olan Abdurrahman Arslan’ın “Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm” isimli eserinde Sivil Toplum Kuruşları’na (STK) olan “itirazı”nı şimdi çok daha iyi anlıyorum. Neden mi?

Bugün zekâtı ulaştırmada yaşanılan problemin temelinde Müslümanların kendi işini kendisinin göremiyor olması yatıyor.  Oysa “bir vücudun azaları gibi” olan, “komşusu aç iken kendisi tok yatmaması gereken” Müslümanların STK’lara neden ihtiyacı olsun, neden devletin bir organizasyonunu beklesin ki?

Asr-ı saadette beytu’l malda toplanan paraların nerelere harcandığını, mü’minlerin emirine, halifeye soran Müslümanlar, bugün STK’lara verdiği paraların hesabını soramıyor. STK’lar kendilerini yalnızca devlete karşı sorumlu kabul ediyor ve gerektiğinde onlara hesap vermekle yetiniyorlar.

Bunun bireysel olan ilgilendiren yani bağışta bulunan Müslümanlara bakan yönü “elimizden geleni yaptık” diyerek, bir aracı kurum üzerine yıktıkları sorumlulukla rahatlamak oluyor. Bu vaziyetin Müslümanlara geri dönüşü, Müslümanlar arasındaki bağların iyice kopmasından başka bir şey olmadığı açık.

Komşum aç yatıyorsa ve bir vesile ilen onun içinde bulunduğu durumdan haberdar olmuşsam kapısını çalmak, derdiyle dertlenmek yerine, bir yardım kuruluşuna “onun için” telefon etmekle vazifemi hallettiğimi düşünüyorum. Camiye iki gün gelmediğinde, üçüncü gün “nerede falanca” sorusuna muhatap olan cemaatler kalkıyor, onun yerine sosyal medyadan STK’lara yapılan bağışların dekontları paylaşılıyorsa bir şeylerin ters gittiğini fark etmek lazım.

“STK’lar olmasın, devlet yardım organizasyonları düzenlemesin mi? Bunlara destek olmayalım mı?” sorusunun muhatabı ben değilim. Nitekim bu sorulara “evet, olmasın/olmayalım” denilecek olsa, bu defa “bu işleri kim yapacak” sorusuyla karşı karşıya gelmek kaçınılmaz.

Benim önerim ise şu: Müslümanlar öyle bir ruha bürünsün ve münasebetlerini öyle sağlam kursunlar ki, ne STK’lara ne de devlet eliyle yönetilen organizasyonlara gerek kalsın. Onlar kendilerine gerek olmadığını anlasın ve ortaya çıkmasınlar.  Yani cemaat olalım. Kastım cemaat deyince akıllara gelen ulusal ya da âlemşümul bağları olan, bir lider etrafında toplanan tarikat ya da diğer cemaatler değil. Onlar üzerine düşeni şu ya da bu şekilde yapıyor zaten.

Ben, “o nerede” diyebilecek kadar küçük, herkesin birbirinden haberdar olduğu, mahalle kültürünün yeniden ihya edildiği, kolumun uzandığı kadar çemberi “benim saham” olarak telakki ettiğim küçük toplulukları kastediyorum.

Biz böyle olursak, hesap soramadıklarımıza gerek kalmaz, kendi yağımızda kavrulur ama daha sağlam dururuz. Zira bu dayanışmada maddiyattan daha önemlisi, ruh var.

İdeal olan sizce de bu değil mi?

Öyle ise nereden başlayalım? Düşünerek, üzerine kafa yorarak. Bir şeylerin yanlış gidip gitmediğini sorgulayarak. Her bir fert bu düşünme ameliyesinin kıymetini bilmek zorunda artık. Başarabilir miyiz bilemem ama Mütefekkirlerin yerine, gazete köşelerini tarafgirlikle doldurmaya çalışan “aydın”lar boy göstermeye başladığından beridir, yanlış giden şeyleri insanların fark etmesini sağlayacak kimselerin olmamasıdır bizim ıstırabımız.

Salih Kartal
Musellem.net kurucu yazar...