Rasûlullâh (s.a.v) Bâzı Âyetlere Dair Yanlış Anlaşılmaları Düzeltiyor

Rasûlullâh (sallalâhu aleyhi ve sellem)’in tüm gâyesi; Allah kelâmını Müslümânlara eksiksiz bir şekilde beyân etmek, onlara kapalı kalan yerleri îzâh etmek, hatalı anladıkları bâzı âyetleri düzeltmek ve onlara doğru manayı takdim etmek idi. Bu hususta Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“(Habîbim) biz sana da Kur´ânı indirdik. Tâki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın ve tâki onlar da iyice tefekkür etsinler” (Nahl, 16/44)

Hatta Hz. Peygamber’in vazifesinin, Müslümânlara Kur’ân âyetlerini açıklamak olduğunu ve Kur’ân’ın nüzulündeki maksadın Kur’ân’ın insanlara beyân edilmesi olduğunu doğrudan ifâde eden âyet-i kerîme nâzil olmuştur:

وَمَآ أَنزَلْنَا عَلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ إِلَّا لِتُبَيِّنَ لَهُمُ ٱلَّذِى ٱخْتَلَفُوا فِيهِ  وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

“(Ey Resûlüm!) Biz, sana bu kitâbı (Kur´ân’ı) sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve îmân edecek topluma bir hidâyet, bir rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl, 16/64)

Bu âyet-i kerîmelerin Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e yüklediği vazifeden ötürü Resûl-i Ekrem Efendimiz, bâzı sahâbe-i kirâmın hatalı anladığı âyetleri düzeltmiş, onlara kapalı kalan yerleri hakkıyla îzâh etmiş ve böylece sahâbe-i kirâma müşkil gelen hususları izâle etmiştir.

Burada şunu ifâde etmek gerekir ki; bâzı sahâbe-i kirâmın âyetleri hatalı anlamış olmaları, kesinlikle onların su-i niyetlerinden ya da Kur’ân’ı tefsîr etmek için gerekli olan şartları taşımadıklarından kaynaklanmamaktadır. Bilakis onların bu durumu, ilim ve marifette hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, hiçbir insanın hatadan ve beşerî zafiyetten masum olmadığını gösterir. Nitekim Kur’ân’ı tefsîr etmek için gerekli olan tüm şartları taşıdığı hâlde, bâzı âyetleri fehmetmekte hata yapmak ile Kur’ân tefsîri nedir bilmeksizin âyetler hakkında bilgisizce yorum yaparak hataya düşmek arasında büyük bir fark olduğu aşikârdır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâm tarafından yanlış fehmedilen bâzı âyetleri düzelttiği kaynaklarımızda mevcuttur. Bu yazımızda bu konuya ilişkin birkaç örnek zikredeceğiz:

1. Adiy bin Hâtim et-Tâî (radiyallâhu anh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ

“Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucunuzu geceye kadar sürdürün.” (Bakara, 2/187) âyeti inince, biri siyah, diğeri beyaz iki tane ip alıp, bunları yastığımın altına koydum. Sahurda bunlara bakıyor, birbirinden ayırt edilecek kadar tan yeri ağarınca yemeği içmeyi bırakıyordum. Sabah olunca, Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e gidip yaptığım şeyi ona haber verdim. O, şöyle buyurdu:

“Senin yastığın ne kadar da büyükmüş! Âyette kastedilen, gündüzün beyazlığı ve gecenin siyahlığıdır. Bunları bir yastığın altına nasıl sığdırırsın’!” (Buhârî, Savm, 16).

Bu hâdiseden anlaşıldığı üzere Adiyy bin Hâtim (radiyallâhu anh), mezkûr âyetteki beyaz ve siyah iplikleri zâhirine göre anlamış ve bu ipliklerden maksadın gerçek iplikler olduğunu fehmederek, biri beyaz diğeri siyah iki iplik bulundurmuş ve ipliklerin renklerini birbirinden ayırt etmek sûretiyle imsak vaktini tayin edebileceğini düşünmüştür. Bundan dolayı da yastığının altında iki iplik bulundurma gereği duymuştur. Rasûlullâh Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bu hatalı fehmi düzeltmiş ve âyet-i kerîmede zikredilen ipliklerin gerçek iplikler olmadığını, bilakis onların ‘gündüzün beyazlığı ve gecenin siyahlığı’ olduğunu beyân buyurmuştur. Efendimiz bu düzeltmeyi yaparken, çok latîf ve nükteli bir üslûb kullanarak muhâtabına Kur’ân tefsîrini sevdirmeyi amaçlamıştır.

Aralarında Fahreddîn er-Râzî’nin de bulunduğu bâzı müfessirler, bu hâdisenin gerçekte vuku’ bulmadığını düşünmektedir. Nitekim onlara göre, âyette مِنَ الْفَجْرِ (Fecirde) kaydı olduğu hâlde, Adiyy bin Hâtim gibi zeki bir sahâbînin, böyle bâriz bir hataya düşmesi aklen mümkün değildir. Ancak bu itiraz ulemâ nezdinde kabul görmemiş ve bu itiraza şöyle cevap verilmiştir:

Adiyy bin Hâtim’in âyeti hatalı anlamasının sebebi, mezkûr âyet ilk indirildiğinde, âyette مِنَ الْفَجْرِ (Fecirde) kaydı bulunmamasıdır. Bâzı sahâbîler âyeti anlamada hataya düşünce, مِنَ الْفَجْرِ (Fecirde) kaydı âyeti açıklayıcı olarak daha sonra nâzil oldu.” (Salâh Abdulfettâh el-Hâlidî, et-Tasvîbât fî Fehmi Ba’di’l-Âyât)

Bu hâdisede bizler için ders niteliğinde büyük bir ibret vardır. Adiyy bin Hâtim (radiyallâhu anh) gibi büyük bir zât, mezkûr âyette bahsi geçen iplikleri zâhiri anlamına göre anlamış, bazılarının yaptığı gibi hemen tevile ve felsefeye müracaat etmemiştir. Bu da bizlere, âyet-i kerîmelere nasıl yaklaşmamız gerektiği hususunda etkili bir derstir.

2. Ebû Hureyre (radiyallâhu anh)’den rivâyete göre, o şöyle demiştir: “Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir” (Nisâ, 4/123) âyeti nazil olunca bu hüküm Müslümanlara biraz ağır geldi ve bu durumu Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e yakındılar. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Orta yolda gidin doğruyu araştırın. Mü’minin başına gelen her sıkıntıda mutlaka günahlarına kefâret olma durumu vardır kendisine batan bir diken ve çektiği her güçlükte bile…” (Tirmîzî, 3038)

Bu rivâyete baktığımızda, sahâbe-i kirâm’ın nâzil olan âyetlerle nasıl sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu ve âyetleri tam bir teslimiyetle nasıl kabul ettiklerini görüyoruz. Sahâbe-i Kirâm, “kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır” âyeti kendilerine ulaştıktan sonra müthiş bir korkuya kapılmış ve hemen bir kurtuluş arayışı içerisine girmişlerdir. Yine bu rivâyet bize; sahâbe-i kirâmın bazen hata işlediğini, hataya düştüğünü, günahlara karşı masum olmadıklarını ve Rableri huzurunda tam bir tevazu ile durduklarını göstermektedir.

Sahâbe-i Kirâm, söz konusu âyette geçen cezalandırmayı, âhiretteki ceza şeklinde anlamış ve kendilerinden günah işleyen herkesin kıyâmet günü azap göreceğini dolayısıyla hiçbir Müslümân’ın Cehennem ateşinden kurtulamayacağını düşünmüşlerdir. Bu düşüncelerini Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e bildirdiklerinde ise Allah Rasûlü onlara âyetin doğru anlamını açıklamış ve kendilerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır. Rasûlullâh’ın yaptığı açıklamaya göre; âyet-i kerimede bahsi geçen cezalandırmanın, Yüce Allah’ın kendileri hakkında hayır murad ettiği kimseler hakkında dünyada gerçekleşeceğini öğreniyoruz. Yani kişinin dünyada başına gelen küçük-büyük her türlü musibet, hatta ayağına batan diken bile günahlarına kefâret olacak dolayısıyla kendisini âhiretteki cezadan kurtaracaktır. Bu örnekte de gördüğümüz üzere; sahâbe-i kirâmın yanlış anladığı bir âyeti, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz düzeltmiş ve onları teskin etmiştir.

3. Abdullâh ibn Mes’ûd (radiyallâhu anh) anlatıyor: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 6/82) âyeti indiği zaman bizler:

            — “Yâ Rasûlallah, hangimiz nefsine zulmetmez” dedik. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):

            —  “İş, sizin dediğiniz gibi değildir: “İmânlarına zulüm karıştırmayanlar” demek, şirk karıştırmayanlar demektir. Sizler Lokmân’ın kendi oğluna söylediği şu sözü işitmediniz mi: “…Oğulcağızım, Allah ‘a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür” (Buhârî, 3429)

Görüldüğü üzere sahâbe-i kirâm, âyet-i kerimedeki zulmü, günah ve isyan olarak anlamıştır. Onlar, kendilerinin günahlara karşı masum olmadıklarını bildikleri için: “Yâ Rasûlallah, hangimiz nefsine zulmetmez” diyerek, Allah Resûlü’nden kendilerine bir çıkış yolu göstermesini istemişlerdir. Bu husus bizlere, bu kutlu neslin, Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl iç içe bir hayat sürmüş olduğunu göstermektedir. Onlar hayatlarının her anında Kur’ân’ı merkeze almışlardı. Bu yüzden âyetlerin verdiği mesajları tüm benlikleriyle karşılamış ve hayatlarını bu mesajlar doğrultusunda yaşamaya çalışmışlardır.

Allah’ın Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalpleri korku ve endişeyle dolan ashâbını rahatlatmak için onlara âyetin doğru anlamını izah etmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu izahı, başka bir âyet-i kerîme ile yaparak, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirine güzel bir örnek vermiştir. Bu tefsire göre söz konusu âyette geçen zulümden kasıt, ashâbın anladığı gibi günahlar değil, Allah’a şirk koşmaktır. Bu hususu Hz. Lokmân (aleyhi’s-selâm) oğluna verdiği nasihatlerde zikretmiştir.

Buraya kadar zikrettiğimiz bu üç örnekten de anladığımız üzere sahâbe-i kirâm, Kur’ân merkezli bir hayat yaşamaktaydı ve her bir âyet mutlaka hayatlarına tesir ediyordu. Kur’ân’ın ahkâmına uyuyor, vaadiyle seviniyor ve vaidiyle korkuya kapılıyorlardı. Kendilerine zor gelen hususlarda ise doğrudan Allah’ın Rasûlü’ne müracaat ediyorlardı. Bu kutlu neslin ortaya koyduğu bu müthiş örneklik, bütün ümmetin öğrenmesi ve hayatlarına tatbik etmesi gereken bir örnekliktir.

Yüce Rabbimiz bizleri, gökteki yıldızlar mesabesinde olan bu kutlu ashâbın yolundan giderek kurtuluşa eren ve Kur’ân merkezli bir hayat yaşayan bahtiyarlardan eylesin!

Ömer Çınar
Musellem.net yazarı. Diyanet İşleri Başkanlığı, müftülük görevlisi..