Mustafa Öztürk’ün Durumu Beyanındadır

 

Karar‘da karar kıldığından beridir takip etmeye çalışırım Öztürk‘ü. Hem altı, hem de üstü çizilecek ifâdeleriyle okuruna bir şeyler söyleyebilme imkânını hemen her yazısında birkaç filozof ve düşünüre atıfla kullanan Öztürk‘ün, tenkid ettiği kesim ve kitleleri sadece pejoratif değil, tahkîrâne bir üslupla tenkide yeltendiğini ibretle görmek için birkaç yazısını okumak yeterlidir.

İşin garibi, söz gelimi Meâlci tâbir olunan kesimden bahsederken onlara “tinerci” diyebilecek kadar “özgün” (…) ve geniş bir münekkid prototipi sunan Öztürk‘ün “tarikatçı”, “cemaatçi” yahud başka ifâdelerle kendilerine -evet, açıkça söylemek gerekir ki- “saldırdığı” kesimlerden ona bir mukabele-i bil-misil gelmeyegörsün, soluğu şekvâdan da öte, “ağlak bir üslupla” (“ağlak” ifâdesini pek kullanır) daha da saldırgan olmakta alır.

Tarihsellik iddialarını ve Kur’ân-ı Hâkîm’in mâhiyetine dâir söylediklerini tenkid etmek de bundan istisna edilmiş değil nitekim. Eğer usûl ve üslûb üzerinden bir tartışma yürüyecekse, evvelâ kendisini tenkid edenlere karşı kullandığı “ağlak oğlan”, “Samsunlu”, “X tinerci/si” şeklindeki çirkin ifâdelerini tashih etmesi gerektiğini hatırlatmakla işe başlanabilir.

Sünnet’i reddederek bir Kur’ân anlayışı geliştirmek isteyenleri olanca tahkîr edâsıyla mahkûm eden ifâdelerine rağmen, kendisine yöneltilen her tenkidi müsellem üslûbuyla savmaya azmediyor olmasını sanırım bir tek ben garipsemiyorumdur.

Öte yandan, ifâde hürriyeti naraları atarak Öztürk‘ün çalışmalarını desteklediklerini söyleyen kimilerinin, başta, meseleyi mihverinden -niyetleri Allah’a malûm- saptırdıkları da ayrıca delillendirmeye ihtiyaç duymayacak kadar açık. Kimse, Öztürk‘ün neşriyâttan, -evet- bâtıl fikirlerini ifâdeden geri durmak gibi bir yola davet etmiyor. Evvelâ; iddiaları, söylemleri -tıpkı onun yaptığı gibi- tenkid ediliyor. Bu yaptıklarını devlet destekli olduğu söylenebilecek bir kurum marifetiyle yapmasının neden yanlış olduğu söyleniyor; hata bunun neresinde?

Bendeniz, hususen Öztürk’ün son açıklamasının da üzerinde durulması gereken bir mahiyette olduğunu düşünüyorum. Ona yapılan bütün eleştirilerin mihverini saptıran bir metin var önümüzde zira.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca dinî grup ve cemaatlerin Diyanet ve İlahiyat gibi kurumlara “ayar verme” cesaretlerinin ilk defa böyle bir trende ulaştığına -kim bilir, belki de “üzülerek”- şahitlik ettiğimizi söyleyen Öztürk‘e birisi, gayet tabii birçok akademisyenin olmak istediği/isteyebileceği yerde olduğunu; kitaplarının Diyanet gibi bir kurumun gölgesinde neşriyâta devam eden KURAMER’ce neşredilebildiğini hatırlatsa bu, onun için bir şey ifâde eder mi?

Hele bir de, belli bir plan-program dâhilinde hareket ettiklerini iddia ettiği “grup ve odakların” seçim arefesinde siyâsî irâdeyi de tesirleri altına almayı fırsat bildiklerini iddia etmek, niyet okumanın da ötesinde, bir cürüm ve vebal değil midir? Kendisi, sadece seçim öncesi mi tenkid edilmektedir ki, ona yöneltilen tenkidlerin sadece seçim öncesine tarihlendiği şeklinde bir intiba uyandıran bu meş’um açıklamayı yapabilmektedir?

Türkiye’de dinî anlamda kimin neye inanacağını cemaatler ya da belli başlı şahıslardan başkasının tâyin etmediğine dâir ifâdelerine ne demeli peki? Onca kitabı, hangi cemaat ya da tarikattan izin alarak neşretmiştir Öztürk?

Cennet âyetleriyle âdeta dalga geçerek konuşmak noktasında gösterdiği “açıklığı” (!) kendisini eleştirenlere göstereceği “anlayış”ta görmek istememizi neden bu kadar yadırgar Öztürk, bunu anlayabilmek gerçekten güç.

Görüşlerini beyân etmesine değil, bunu resmî kanallarca desteklenen kurumların gölgesinde yapmasına karşı olduğumuzu -bilmiyorum kasten midir- “es geçerek” yurtdışında bir üniversitede çalışmayı ifâde hürriyeti açısından daha makûl ve makbul karşıladığına yorulabilecek ifâdelerine bakılırsa, duygusallığını heretik açıklamalarının önüne geçirmekten hiç de çekinmiyor. Oysa ilim, bütün bunlara müsaade etmemeli değil miydi?

Hâsılı kelâm, gerek Mustafa Öztürk‘ün, gerekse de onun bu durumunu “çalışmak”, “düşünmek” gibi sebeplerle müdafaa edenlerin, devlet imkânlarıyla, yani halktan alınan vergilerle kurulduğunun söylenmesinde bir beis olmayan kurumlar vâsıtasıyla bid’î inançlarını neşretmelerine karşı olmamızı mahzâ plan programla hareket eden cemaat ve grupların sinsî operasyonu olarak görmeleri hakikate yapılan bir zulümden başkası değil.

O da ne, “hakikat”, güzide memleketimizde altı oyulan, etrafı budanan, kendisine en çok zulmettiğimiz şey değil miydi?