Müslümanların Siyasetle İmtihanı

Kâinatta var olan, devam eden her ne varsa mutlaka ve muhakkak belli bir kural ve kaideye bağlı olarak görevini yürütmektedir. Kuralsız ve kaidesiz hiçbir şeyin var olması ve bir görevi ifa etmesi mümkün değildir.

İster haram olsun, ister helal olsun her işin, her amelin dayanağı ve ortak noktası mutlaka bir kurala bağlı olmasıdır.

Beşeriyet, kâinatı yaratan Allah Teâlâ’nın yaratma sıfatını kabul edip, kanun koyma sıfatını kendi sınırlı aklı ile gasp etme cüretinde bulunalı beri, kurallar ve kaideler de asıl mecrasından çıkarak başkalarına tahakküm etme aracı haline geldi.

Genel geçer bir kuraldır, herhangi bir konuda kural koyucu siz değilseniz, o halde koyulan kurallara uymak zorundasınızdır.

Krallıkların yıkılıp ülkelerin yöneticilerini seçimle belirlemeye başladıkları tarihi süreci izlediğimizde genel de dünya, özelde Türkiye de ki Müslümanların bu alanda koyulan kurallara uyarak nasıl bir değişim yaşadığını görüyoruz.

Ülkemizde çok partili sisteme geçilmesinden sonra, kısmi olarak siyasi arenaya çıkan Müslümanlar maalesef başkalarının koyduğu kurallar ile yabancı oldukları, hatta cevazında dahi şüpheye düştükleri bir alanda mücadele etmeye başladılar. Yabancı oldukları bir alana giren Müslümanlar partilerin durumunu, yasa koymayı, oy kullananların durumunu tartışırken, köprünün altından sular hızla akıp geçti. Oy kullanmanın cevazını tartışanlar, oy kullanmanın gücünü keşfedince önce mahalli yönetimlerde sonra genel yönetimde iktidar olma fırsatını yakaladılar.

İlk başta mesafeli durdukları hatta onun şerrinden Allah’a sığındıkları bu sistemin getirdiği imkânlara bakınca, yavaş yavaş onu benimsemeye, yorumlamaya, hatta ona artık “İslami” bir kimlik kazandırarak onu bir hizmet aracı olarak kullanmaya başladılar.

Ancak unutulan bir şey vardı, her ne kadar samimi duygularla hareket etseler de bu sistemin kurallarını onlar koymamışlardı, dolayısıyla uymak zorunda oldukları bu kurallar onları yavaş yavaş dönüştürmeye ve değiştirmeye başlamıştı.

Müslümanların hizmet yolunda bir araç olarak kullandıkları bu sistem, gerek sağladığı imkânlar gerekse kazancının çok olması dolayısı ile yavaş yavaş kendisini amaç haline getirdi.

Önce belediyelerin kazanılması ile değişim başladı. Bir devlet görevine gelmeden evvel, haram/helal terazisi hassas olan insanlar, önce davaları için başkalarından istedikleri bağış adı altındaki ekstraları bir müddet geçtikten sonra kendileri için istemeye başladılar. Aldıkları bu ekstraları savunurken “ ben almasaydım başkası alacaktı, niye almayayım ?” gibi şeytanın üflemesiyle savunma ürettiler.

Yaptıkları işi cihat kabul eden, mensubu oldukları parti, vakıf, teşkilat veya derneğin giderleri için samimi duygularla ceplerindeki son kuruşa kadar “infak” niyeti ile veren insanlar, beyt’ül mal hükmünde olan devlet parasından mensubu bulundukları bu yapılara harcamaya, bunu normal karşılamaya ve mazur görmeye başladılar.

Rüzgâr hızlı esiyor, dolayısıyla değişim ve dönüşüm de o nispette hızlı oluyordu. Arkadan esen rüzgâr nihayet yelkenleri şişirince tam yol ileri deyip büyük bir çoğunlukla genel yönetime de gelindi. Arkadan esen rüzgârın faydası olduğu gibi zararı da olacak, dolayısıyla savrulma daha hızlı ve daha şiddetli olacaktı.

Makamların, mevkilerin ve imkânların bir kısmı ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların elinde paçavra haline gelince bozulma hızlandı, değer yargıları değişti, sorgulamama veya normal görme yaygınlaştı. Bu insanların hepsi mi kötüydü? Elbette hayır, içlerinde kaliteli, işinin ehli, samimi insanlar da vardı, ancak bir kasada bulunan bir çürük meyve ayıklanmadığı zaman nasıl ki kasada bulunan bütün meyveleri çürütüyorsa, ehliyetsiz ve liyakatsiz insanlar da geriye kalan insanları çürütmeseler de gayretlerini ve azimlerini kırarak olumsuz yönde etkilediler.

Müslümanların başında bir otorite olmadığı için her alanda olduğu gibi siyasi alanda da bölünmeler, parçalanmalar yaşandı. Başka bir siyasi hareket başlatan veya mevcut yapı içerisinde farklı bir düşünce beyan edenler en ağır şekilde eleştirildi, kalpleri kırıldı ve yapının dışına itilerek pasif hale getirildiler. Sevginin, saygının, hoşgörünün timsali olan bir inanca mensup Müslüman kardeşler, kendi inançlarından olmayan insanlara gösterdikleri hoşgörüyü ve saygıyı kendileri ile aynı inancı paylaşan ancak, aynı yapıda olmayan kardeşlerine çok gördüler.

Kendisine isyan eden haricilere ağır laflar edenleri duyan Hazreti Ali (radıyallahu anh) “onlar bize isyan etmiş kardeşlerimizdir” diyerek ötekileştirmenin, kamplaştırmanın bir çözüm olmadığını, aksine yanlış bile yapsa insana kucak açıp söyledikleri dinlendiği ve uygun bir dille doğrular anlatıldığı zaman ikna edilemeyecek kimsenin olmadığını göstermiştir.

Siyaset yaşantımıza öylesine nüfuz etti ki, her şeyi onunla ölçer olduk. İnsanların itikatlarını, hatta Müslüman olup olmadıklarını siyasi tercihlerine bakarak belirler olduk. Bir insan ilmi ile hizmetleri ile bu ümmet için gecesini gündüzüne katsa da eğer kendi siyasi görüşümüzü paylaşmıyorsa, ilmini de, hizmetlerini de yok saydık. Diğer tarafta itikadı bozuk, sapık fikirler savunsa da ağzı laf yapıyor diye, sadece kendi siyasi görüşümüzü savunuyor diye zararlı fikirlerini bir kenara koyup “bizden” diyerek başköşeye oturtulduğunu gördük.

Toptancı bir mantık ile 99 doğru 1 yanlış olanı atıp, 99 yanlış 1 doğru olanı baş tacı ettik.

Bu arada siyasetin kirine ve pasına bulaşmamak için çaba sarf eden, ellerindeki imkânları hem ülkemizde hem de dünyadaki mazlumlara yardım için kullanan, İslam’a hizmet eden cemaatlere mutlaka bir tarafı tutmak zorundalarmış gibi tazyik edildiğini gördük. Bu cemaatlerin, birbirleri ile konuşmaktan ve uzlaşmaktan aciz, memlekette uğraşacak başkaları yokmuş gibi birbirleri ile mücadele eden Müslüman siyasetçilere taraf olmaya zorlandıklarını, bu olmayınca da ağır hakaretlere maruz kaldıklarını gördük.

Geriye dönüp baktığımız zaman, bir araç olarak kullanmamız gereken siyasetin Müslümanlara ne denli kayıplar verdirdiğinin acı tablolarını görüyoruz. Amaç haline gelen ve her yolun mubah görüldüğü bu sistemin Müslümanlara verdiği yaraların tedavisi çok uzun zaman ve gayret gerektirdiği aşikâr bir durum.

Müslümanların siyasete harcadıkları emek, gayret, insan gücü ve maddi imkânların yüzde onu kadar eğer ilim adamı yetiştirmeye veya ülkemizde mevcut Müslüman grupların birleştirilmesi için kullanılsaydı, zannederim bugün olduğumuz yerde değil, gerçek manada ümmetin ümit bağladığı, gözlerinin içine baktığı bir durumda olurduk.

Yaptığı işi cihat kabul eden, ancak bağlı bulunduğu yapının dışında olanların tamamını sapıklık, delalet hatta küfür ile itham eden, ağzından hakaret, küfür, gıybet eksik olmayan, İslami bilgisi yetersiz, abdestsiz, namazsız insanlara hayırlı çalışmaların yapılması ve bu çalışmalardan ümmeti ilgilendiren sonuçların çıkması mümkün değildir.

Eğer bir medeniyet derdimiz varsa ki olmalı, dünyaya söyleyecek sözümüz varsa, evvela evimize dönerek kendi eksikliklerimizi ikmal ederek, savunduğumuz davanın esaslarını en ince ayrıntısına kadar öğrenmeli ve öğrendiklerimiz ile amel etmeye mecburuz.

Bir medeniyet kurma derdimiz varsa, önce o medeniyetin süsleri ile süslenmeliyiz. Unutmayalım bir şeyi yaşayarak anlatmak, konuşarak anlatmaktan daha etkilidir. Savunduklarımızı önce biz yaşayacağız, sonra insanlara anlatacağız. Bunun tersini yaptığımızda nelerin yaşandığını ve nasıl bir netice aldığımızı bugün çok acı bir şekilde görüyoruz.

Yazdıklarımızı okuyup yılların siyasi tecrübesinden, devasa teşkilatlardan, seksen yılda yapılmayan işlerin kısa sürede yapıldığından bahsedenler olursa onlara tavsiyem, geriye dönüp siyaset yoluyla kaç tane “adam” yetiştirdiğimize bir bakın derim.

Son olarak; kurallarını biz koymadığımız bir sistem içerisinde mücadele ederken unutmamamız gereken kuralların varlığını hatırlatmak ihtiyacı hissediyorum.

Evet, bu sistemin kurallarını biz koymuyoruz, ancak ezelde konulmuş kurallara inanıyoruz. Mademki bu yolda yürüyeceğiz, o halde öncelikle bizim bağlısı bulunduğumuz kurallara uymak zorunda olduğumuzu bileceğiz. Bu kuralların en önemlilerinden biri “Müminler kardeştir” kuralıdır. Bu ümmetin dertlerini çözmek istiyorsak, birlik ve beraberlik içerisinde olmaktan başka çaremiz olmadığını bilmek durumundayız. Yanlış yapan, hataya meyleden insanları uyaran, ıslah etmeye çalışarak kazanan olmalıyız, zira kaybedecek bir ferdimizin bile olmadığını idrak etmek zorundayız.

Yeniden öze dönerek siyasi mekanizmayı amaç değil araç olarak kullanmanın gerekliliğini savunuyoruz. Müslüman siyaset yapıyorsa bu topraklarda düşen bayrağı yeniden kaldırarak hak ettiği yere dikmek için yapmalı, birilerinin makam, mevki ve koltuk hevesi için değil.

Kaybedecek zaman yok. Ya bir olur ümmetin kurtuluşuna vesile oluruz veya birbirimiz ile didişerek hem kendimizi hem de ümmetin ümitlerini tüketiriz.

Raif Koçak
Yüzakı Dergisi'nde Yazar