Müslümanları Saran Belâ ve Musibetlerin Sebepleri Üzerine

Allah Teâlâ, kadîr-i mutlaktır. Bu hakikat, mahlûkatın yoktan var edilişi, işi ve işleyişi konusunda Allah Teâlâ’nın kudreti dışında herhangi bir şey bulunmadığının ifadesidir. Bu hakikatle beraber, Allah Teâlâ’nın ilminin olan ve olacakları kapsaması ve bu hususları emriyle yazdırması vardır ki, “kader” ıstılahı bunu ifade eder. Allah Teâlâ’nın kudreti ve yaratması, olan ve olacakları ezelî ilmiyle bilip yazdırması ve yazılı olanların meydana gelmesi “kader-kaza” mefhumlarının kapsamı içerisindedir. Dolayısıyla, başımıza gelen musibetlerin Allah Teâlâ’nın meşieti ile bir alâkasının bulunmadığını söylemek; ilâh inancı ve itikat esaslarında kırılmaların, imana taallûk eden müteselsil hataların neticesidir.

Zahirî Sebepler ve Batınî Sebepler

Musibetler çeşitli şekillerde ulaşabildiği gibi birçok insanı bir anda kuşatması bakımından daha çok afet formunda ulaşır. Dolayısıyla, konuyu değerlendirirken afetlerle ilgili boyuta ayrıca temas etmek gerekir. Bilhassa bilimsel bilgi ve tahminlerle değerlendirilebilen afetlerin sebeplerini zahirî ve batınî olmak üzere iki başlık altında ele almak icap eder. Depremler için fay hatları, seller için iklim değişikliği ve yağış miktarı gibi faktörler; erozyon, heyelân gibi diğer afetlerin her biri için çeşitli sebepler; hastalık ve salgınlar için çeşitli mikrop veya virüsler zikredilebilirse de, konunun batınî yönünü göz ardı etmemek ve ayrıca inceleyip araştırmak gerekir.

Günümüzde hassasiyet sahibi mü’minleri itham edenleri gaflete sürükleyen temel hata da; zahirî sebepleri mutlaklaştırıp, batınî sebepler olarak ifade ettiğimiz sebepleri yok saymalarıdır.

Din-Bilim Çatışması Söylemi

Afetlerin bilimsel yollarla belli oranda açıklanabilen sebeplerini inanç ve kabullerinin merkezine oturtanlar, bilimsel bilgiyi mutlak doğru olarak kabul etmeleri nedeniyle böyle bir vartaya sürüklenmektedirler. Bu yaklaşım; özellikle son iki asırda gündemi çokça meşgul eden, İslâm’ın terakkiye mani olduğu yönünde, Batılı adamların ve onları taklit eden yerli bazı şahısların ısrar ettiği din ile bilim arasında bir çatışma bulunduğu savına dayanır.

Konuyu bu cihetten incelerken, “Hangi bilim?” sorusunu sormak ve yapılan bilimsel çalışmaların niyet, gaye, yöntem, kabul ve neticelerinin dinî hakikatler ve nasslar karşısındaki konumunu ele almak evleviyetle yapılması gereken iştir. Muhakkak ki; niyeti ateist bir zemine oturan, gayesi dünyevî faydacılık veya farklı birtakım seküler akımlar ve çıkar odaklı ideolojilerle örtüşen türden bir bilimsel anlayışın İslâmiyet ile bağdaştığını kabul edebilmek mümkün olmaz. Yöntem itibarıyla pozitivist, yani muteber bilgi olarak sadece deneysel bilgiyi esas alarak bunun ötesini reddedip yok sayan; varılan neticeleri dinî esaslar ve nassların manalarını dikkate almadan değerlendiren bir yöntemin Müslüman nazarında kabul görebilmesi imkânsızdır.

Bu ölçüleri beyanın neticesinde, dinin aslında fenne karşı olmayıp bilâkis tefekkür gibi emir ve tavsiye içeren nassların ilmî çalışmaların yanında fennî alanlardaki çalışmaları da teşvik ettiği ama bunu yaparken; niyet, gaye, yöntem ve neticelerin tahlil ve değerlendirilmesi noktasında İslâmî inanç ve bilinçten taviz verilmeksizin yapılması gereği ortaya çıkmaktadır.

Tespitleri asırlardır takdirle karşılanan âlimlerin, ilim merkezi olarak temayüz eden pek çok bölge ve şehrin tarih üstü varlığının yanı sıra, fen ilimlerinin medreselerde okunup okutulduğu vakıası konunun bu yönünü şüpheye mahal bırakmayacak derecede vuzuha kavuşturmaktadır. Netice olarak, din ile bilim arasında çatışma olduğunu iddia edenlerin farklı bir amaca hizmet ettikleri açıktır.[1]

Müslümanların Maruz Kaldığı Musibetlerin Sebepleri

Daha önce temas etmiş olduğumuz bilimsel kabuller, gelişen her hâdisenin muhakkak maddî bir sebeple gerçekleştiğini ifade eden “nedensellik” ilkesine dayanır. Zahirî sebepler olarak zikrettiğimiz birtakım nedenlerin afetlere yol açtığı doğru olmakla beraber, bu tespit her şeyin bir sebebi olması gerektiği anlamına gelmez. Nitekim bilim de son gelişmeler vesilesiyle artık “nedensellik” ilkesini tartışmaya başlamıştır.

Dolayısıyla, Allah Teâlâ insanlığa muhtelif şekillerde musibetler indirebilir. Bunların istinasız hepsi zahirî birtakım sebeplerle ya da illâki kulların inanç ve fiilleri sebebiyle müstahak olmalarından dolayı meydana gelmek zorunda değildir. Allah Teâlâ dilediği takdirde, insanoğlunu imtihan ve terbiye etmek gibi hikmetlerle, hiçbir sebep yokken de salgın hastalık, belâ ve türlü musibetlere gark edebilir.

Deistler veya ateistler, Müslümanların birtakım musibetlere maruz kalışını, hatta yaşadıkları olumsuzlukları daima inanç yönünden eleştiri malzemesi olarak kullanırlar. Kendisini Müslüman olarak tarif etmesine rağmen seküler anlayışa sahip bazı kimselerin de bu tavırda onlarla ortak oldukları görülür. Öyle ki, koronavirüse karşı aşı geliştirmeleri için Tillo evliyasına çağrı bulunanına dahi şahit olabilmek mümkündür. Oysaki bu eleştirileri yöneltenler, Müslümanların inanmadıkları ya da savunmadıkları bir şey üzerinden, büyük bir çelişkiye düşerek eleştiride bulunmaktadırlar.

Mevlâ Teâlâ, Müslümanlara dünyada daimi huzur ve refah, musibetlerden muhafaza ve olumsuzluklardan mutlak koruma vaat etmemiştir. Bilâkis, dünyanın mü’minler için zindan olduğu ve dünya hayatının imtihandan ibaret bulunduğu hakikatini beyan buyurmuş, gönderilen peygamberler de bu hususları tebliğ etmiştir. Müslümanların büyük bir kısmı mezalim altında bulunurken, kâfirlerin hatta İslâm’a düşmanlığı ve Müslümanlara zulmü şiar edinmiş azılı küffarın büyük bir rahatlık içerisinde bulunuşunu, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir” hadîs-i şerîfinin fehvasınca anlamak gerekir.[2] Kâfirlerin dünyada belli dönemlerde zenginlik içerisinde bulunup güçlü olmaları ise, azaplarının artması noktasında kendilerine tanınan bir mühletten ibarettir.

Her Geçen Gün Daha mı Şerli Olacak?

Buraya kadar anlattıklarımız, «Sabrediniz! Çünkü bundan sonra üzerinize gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır. Ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabbinize kavuşuncaya kadar (asırlarca) böyle sürüp gidecektir.»[3] hadîs-i şerîfiyle birlikte düşünülerek mü’minlerin dünyada hiçbir zaman salâh bulmayacak ve refaha erişemeyecekleri şeklinde anlaşılabilir. Oysaki bu genel bir haber olmakla beraber, yeryüzünde yaşayan belli bir kesim bunun istisnası olabilir.

Mevlâ Teâlâ’nın; kullar tebliğe itaat ettikçe, emr-i bi’l-ma‘rûf ve cihadı terk etmedikçe, salih amel işlemeye devam ettikçe ve Kendisinin nizamını hâkim kıldıkları müddetçe emniyet içerisinde yaşayacakları vaadi haktır. Nitekim bu vaat, İslâm tarihinde, başta Ömer ibni Abdilazîz rahimehullah devri olmak üzere muhtelif zaman dilimlerinde vaki olmuş, Müslümanlar izzetli ve hiçbir olumsuzluğa maruz kalmaksızın refah içerisinde bir hayat sürmüşlerdir. Hadîs-i şerîflerde kaydedilen hakikatlere göre, Hazreti Mehdî’nin zuhurundan sonra da böyle bir devir yaşanacaktır.

Günah ve Masiyetin Karşılığı Olarak İnen Musibet ve Belâlar

Kaderi anlayamayan, her iş ve oluşun Allah Teâlâ’nın ezelî bilgisinde varlığını ve yine O’nun takdiriyle husule geldiğini fark edemeyenler, afetlerin musibet oluşunu da elbette anlayamazlar. Oysaki Kur’ân-ı Kerîm’de; kavimlerin sebepler dairesinde birtakım afetlerle gerçekleşen helâkinin, o kavimlerin işlemiş olduğu günahlar ve kendilerine tebliğ için gönderilmiş peygamberlerine itaatsizlikleri sebebiyle takdir edildiği açıkça anlatılmaktadır.

Musibetlerin, bilhassa afetlerin kaderle ve insanların yapıp ettikleriyle ilgisi olmadığı iddiasına en güzel cevabı Kur’ân-ı Kerîm şöyle vermektedir:
«Size isabet eden herhangi bir musibet, ellerinizin kazanmış olduğu (kötü) şeyler sebebiyledir. Yine de O, birçoğunu affetmekte (ve onlara ceza vermemekte)dir.»[4]

Bilhassa musibetlerin arttığı, deprem gibi afetlerin çoğaldığı dönemlerin arifesinde, halkın masiyete yönelişinde azımsanamayacak bir artış dikkat çeker. Bu durum karşısında, ümmetin yaptığı bazı işlerin böyle bir yoğunluğa sebebiyet verebileceğine dair üç veya on beş maddeli tasrihatla varit olan hadîs-i şerîfler önemle hatırlanmalıdır.[5]

Depremler, Afetler ve Salgın Hastalıklar

Nitekim bahsettiğimiz sebeplerin büyük kısmını metninde cem eden hadîs-i şerîflerden birinde şöyle buyurulmuştur: «Ey muhacirler cemaati! Beş şey vardır ki, onlarla müptelâ olacağınız zaman (hiçbir hayır kalmaz). Ben sizlerin o şeyler (dönemin)e erişmenizden Allah’a celle celâluhû sığınırım (O şeyler şunlardır): Bir milletin içinde zina-fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu aleni olarak işlediğinde, mutlaka içlerinde tâun hastalığı ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde vuku bulmamış hastalıklar yayılır.

Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarın zulmü ile cezalandırılırlar.

Mallarının zekâtını vermekten imtina eden her millet mutlaka yağmurdan men edilir (kuraklık cezasıyla cezalandırılır) ve hayvanlar olmasa onlara yağmur yağdırılmaz.

Allah’ın celle celâluhû ahdini ve Rasûlünün sallâllâhu aleyhi ve sellem ahdini (yani düşmanla yaptıkları antlaşmayı) bozan her milletin başına mutlaka Allah celle celâluhû kendilerinden olmayan düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekinin bazısını alır.

Ve imamları (yani devlet adamları) Allah’ın celle celâluhû kitabı ile amel etmeyip Allah’ın celle celâluhû indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe (yani diğer hükümleri uygulamadıkça) Allah celle celâluhû onların azabını kendi aralarında kılar (yani iç fitne, fesat ve anarşi gibi azaplarla tazip eder)[6]

Unutulmamalıdır ki, toplumun ekseriyetinin benimsediği masiyetler sebebiyle indirilecek olan musibetler, hiçbir ayrım gözetmeksizin temiz insanları da etkileyecektir. Şuurlu muvahhidleri, «Ey Rabbim! İçimizden o beyinsizlerin yapmış olduğu bir şey yüzünden bizi helâk mi edeceksin?»[7] yakarışına sevk eden de bu durumdur.

Gayretullâh’a Dokunmanın Bedeli

Allah Teâlâ, bazı hadîs-i şerîflerde “kıskançlık” ile sıfatlanmıştır. Muhakkak ki, kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’nın “gayretullâh” olarak ifade edilen bu sıfatı, “Kulu üzerinde ulûhiyyet hakkının sadece kendisine ait olmasından dolayı yalnız kendisine ibadet ve itaat edilmesini istemesi, bu konuda başka birinin ortak kılınmasına razı olmaması”[8] manasıyla, şanına ve azametine yakışır şekilde tanımlanmıştır.

Esasında “ahkâmda tevhid”, Allah Teâlâ’ya imanın şartlarındandır. Dolayısıyla, O’nun ahkâmını terk etmek ya da o ahkâma aykırı hükümler vaz’ edip uygulamak, gayretullâha dokunmak olup Allah Teâlâ’nın gazabına sebeptir.[9]

Sebep ve sonuçlar incelendiği takdirde afet ve musibetlerin, dünyayı saran ve pandemi ilân edilen bir salgının gayretullâha dokunuşun bir karşılığı olmadığını söyleyebilmek mümkün müdür?

Musibetler Karşısında Mü’mince Tavır

Kur’ân-ı Kerîm’de, insanların kulluk için yaratıldığı ve geçici dünya hayatı boyunca imtihan içerisinde oldukları vurgulanmış, bu imtihanların çeşitli şekillerde gerçekleşeceğine dair örnekler zikredilmiştir. Bugün imtihan denildiğinde bizim algı dünyamızda daha çok olumsuz ve zor koşullar akla gelir. Oysaki imtihan; olumlu şeyleri, nimet ve lütufları dahi kapsayan şümullü bir mefhumdur.

Sağlıklı, huzurlu ve mutlu, zengin ve geniş imkânlara sahip olmak da; hastalıklı, kederli, mutsuz, fakir ve temel ihtiyaçlara dahi sahip olamamak kadar zor şartlar altında yaşamak mecburiyeti de imtihanın birer parçasıdır. Burada mühim olan, ilk sırada zikrettiğimiz seri karşısında şükür, ikinci sırada zikrettiğimiz seri karşısında ise sabır ve rıza üzere bulunabilmektir. Konu bu noktaya geldiğinde, musibetlerin günahlara kefaret olduğunu müjdeleyen hadîs-i şerîfler de hatırlanmalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlerin musibetler karşısında tavrı konusunda mühim ölçüler zikredilmiştir. Nitekim Mevlâ Teâlâ, şükredenlerin beyânı üzerinden, «(Cennete girenler) demişlerdir ki: “Bütün hamdler O Allâh’a mahsustur ki, tüm üzüntüleri bizden gidermiştir! Gerçekten Rabbimiz elbette Ğafûr’dur; Şekûr’dur.”»[10] buyurarak, başta üzüntü olmak üzere her tür olumsuzluk karşısında hamd ve şükrün önemini vurgulamıştır.

«(Musibetlere ve İslâm’ı yaşama yolunda engellere) sabretmiş olmanız sebebiyle selâm olsun size! O (dünya) yurd(un)un akıbeti (olan cennet) ne güzel olmuştur!»[11] buyurarak da, sabredenlerin mükâfatını beyan yoluyla sabrın önemini ilân buyurmuştur. Bizi başta kulluk olmak üzere sayısız hikmetle yarattığını beyan eden Rabbimiz celle celâluhû, kulluğun en güzel şekilde nasıl yerine getirileceğini de tüm detaylarıyla öğretmiştir. Buna göre; bir musibete uğrayan mü’min her şeyden evvel “istircâ” etmelidir.

İman, İstircâ, Tövbe-İstiğfâr ve Kulluk

Maruz kalınan musibetleri Allah Teâlâ’ya sığınma vesilesi ittihaz edip sabırla karşılamak ve bunu tavsiye etmek günümüzde sanki cebrî bir anlayışmış gibi değerlendirilmekte, bunu tercih edenlerle istihza edilmektedir. Oysaki bu, Rabbimizin celle celâluhû emridir. Zannederiz ki bahsettiğimiz durum; lügatte “geri dönmek, verdiği şeyi geri almak” anlamlarına; ıstılahta ise, musibete uğrayan bir kimsenin “Kesinlikle biz ona dönücüleriz” şeklinde tercüme edebileceğimiz, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci‘ûn” ifadesini gönülden söyleyerek büyük bir teslimiyetle Allah Teâlâ’ya dönmek şeklinde tanımlanan “istircâ” sünnetinin günümüzde âdeta unutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır.[12]

Nitekim Peygamber Efendimiz’in sallâllâhu aleyhi ve sellem şiddetli rüzgâr[13] estiğinde ve gök gürleyip şimşek çaktığında[14] Allah Teâlâ’ya iltica etmesi, güneş ve ay tutulması gibi hâdiseler meydana geldiğinde namaz kılması,[15] mühim gelişme ve alâmetleri Allah Teâlâ’ya sığınma vesilesi ittihaz etmenin mü’mince bir tavır olduğunu göstermektedir. Hatta o, parmağına diken battığında, lâmbası söndüğünde, ayakkabı bağı koptuğunda, ölüm haberi aldığında ve çeşitli musibetler sebebiyle istircâda bulunmuş, bu sünneti ashâbına ve ümmetine tavsiye edip öğretmiştir. Nitekim bu anlayış, «Oysa Biz (mûcizeleri ve Kur ân’a âit) o âyetleri (âhiret azâbından) ancak büyük bir korkutma olarak göndermekteyiz.»[16] âyet-i kerimesinden de anlaşılacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm’in beyanıdır.

Sûfî Nazarından Belâ ve Musibetler

İkinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de Mektûbât’ında bu konu üzerinde önemle durmuş; 1. cildin 64. mektubunda, musibetlerin hikmetlerini; 3. cildin 19. mektubunda, musibetler karşısında mü’minlerin sabredip rıza göstermelerinin lüzumunu ve 2. cildin 99. mektubunda, musibetlerin inişinin seyyiat ile alâkası ve günahlara kefaret oluşunu açıklamıştır.

Dolayısıyla, bu konuda mü’minlerin hassasiyetiyle alay eden çevrelerin, imanlarını zaruriyat-ı diniyeye ait esaslar açısından kontrolden geçirip acilen tashih etmeleri elzemdir.

Belâlar ve bilhassa yoğunlaşıp sıklıkla tekrar eden musibetler karşısında yapılması gereken temel işler; zahirî sebeplerle ilgilenmekten daha önce topyekûn bir hâlde tövbe ve istiğfâra yönelmek, toplumun itikadî açıdan içerisinde bulunduğu eksiklikleri seferberlik ciddiyetinde izaleye uğraşmak ve Allah Teâlâ’nın rızasına aykırı olan tatbikatların tamamını ivedilikle terk etmektir. Bütün bunları yaparken, daha çok afet olarak ifade ettiğimiz birtakım hâdiseleri önlemeye yönelik tedbirleri gerek kurumsal gerekse bireysel olarak almak da sünnetullâha iman eden, tedbir-takdir dengesinin farkında olan mü’minler için mühim bir vazifedir.

Tedbir ve Takdir

Daha çok Cebriyyenin inancını yansıtan ve düşünce dünyasında “Fatalizm” olarak ifade edilen inanışta olduğu gibi tedbire ehemmiyet vermemek ya da bunda fayda mülâhaza etmemek, mü’minlerin inancına aykırıdır. Kur’ân ve Sünnet’te de daima tedbirli olmak gerektiği vurgulanmış, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem de bu noktada sünnetiyle bizlere en güzel örnek olmuştur.

Halk arasında konu tedbire geldiğinde genellikle önce deveyi bağlamak ve sonra tevekkül etmek örneği zikredilir ki; bu, hadîs-i şerîften alınma olup hakikaten de tedbir-takdir ilişkisini herkesin anlayabileceği şekilde açıklayan nebevî bir örnektir. Mevlâ Teâlâ, müşriklerin putlara yalvarışını misallendirirken,[17] «Ancak ağzına ulaşsın diye iki avucunu suya uzatan gibi (onlar da boşuna beklerler) ki, o (su) ona asla ulaşıcı değildir.»[18] buyurarak, onların yakarışlarının boşa çıktığını beyan etmekle beraber, fiilî olarak yapılması gerekenleri terk eden insanların tavrının da ne kadar boş olduğu gerçeğine dikkat çekmektedir.

Ayrıca, «Ey iman etmiş olan kimseler! (Düşmanlarınıza karşı savunma ve) sakınma (tedbir ve hazırlığı)nızı alın da böylece hemen dağınık cemaatler halinde (bölük bölük cihada) çıkın yahut toplu olarak (savaşa) çıkın!»[19] âyet-i kerîmesi her ne kadar sebeb-i nüzûlü açısından gazve hazırlıklarıyla ilgiliyse de, fiilî açıdan tedbir alınabilecek ve hazırlık yapılabilecek her işi kapsayıcı bir manaya sahiptir.

Birtakım musibetleri engellemeye yönelik tedbirlerin de; insanlara eza veren bir taşı yoldan kaldırmayı imanın şubelerinden sayan ve tebessümü dahi salih amel olarak gören dinimizce, amel-i salih kapsamında değerlendirildiği unutulmamalıdır. Burada mühim olan, kâinatta mutlak tasarruf sahibinin Allah Teâlâ olduğunu, zahirî sebepleri de halk edenin O olduğunu unutmamak, alınacak tedbirleri O’na sığınarak ve O’nun rızasını talep ederek almaktır.

Dipnotlar


[1] Bu konuda detaylı malûmat ve tahliller için bkz. Mehmed Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, TDV, Ankara, 2007, s. 1-21; Ebubekir Sifil, Sana Dinden Sorarlar, II/177-178 ve 218, Sözü Müstakim Kılmak, I/23-24, 42; Orhan Gazi Yüksel, “İslâm ve Bilim Çelişir Mi?”, İsmailağa Dergisi, Sy. 42 (Kasım/2019), s. 30-34 ve Sy. 43 (Aralık/2019), s. 34-38.

[2] Müslim, “Zühd”, 1; Tirmizî, “Zühd”, l6; İbn Mâce, “Zühd”, 3.

[3] Buhârî, “Fiten”, 6.

[4] Şûrâ Sûresi, 30.

[5] 15 maddeli hadîs-i şerîflerden biri için bkz. Tirmizî, “Fiten”, 38.

[6] İbn Mâce, “Fiten”, 22 (4019).

[7] A‘râf Sûresi, 155’ten.

[8] İmam el-Kuşeyrî, er-Risâle, Müessesetü Dârü’ş-Şa‘b, Kāhire, 1989, s. 428; Hayati Hökelekli, “Kıskançlık”, DİA, XXV/496.

[9] İlyas Üzüm, “Gazap”, DİA, XIII/434-435.

[10] Fâtır Sûresi, 34.

[11] Ra‘d Sûresi, 24.

[12] Bakara Sûresi’nin 156. Âyet-i kerimesine müstakîm mü’minlerin özelliği olarak ifade edilip öğretilen istircâ‘nın lügat-ıstılah manaları ve kapsamı hakkında detaylı malûmat için bkz. Hayati Hökelekli, “İstircâ”, DİA, XXIII/374-375.

[13] Müslim, “İstiskā”, 15

[14] Tirmizî, “De‘avât”, 49.

[15] Güneş tutulduğunda kılınan “Küsûf Namazı” ve ay tutulduğunda kılınan “Husûf Namazı” hakkında detaylı malûmat için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, Sad. İsmailağa Fıkıh Kurulu, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2015, s. 276-279.

[16] İsrâ Sûresi, 59’dan.

[17] Tirmizî, “Kıyamet”, 60.

[18] Ra‘d Sûresi, 14’ten.

[19] Nisâ Sûresi, 71.

Yücel Karakoç
Musellem.net yazarı, yazı işleri...