Lozan Gerçeği : Sevr ölüm, Lozan hayat!…

Yüzü Batı’ya dönük olan ‘Yeni Türkiye’nin temel taşı olan Lozan Muâhedenâmesi, Millî Mücâdele nihâyetinde İsviçre’nin Lozan şehrinde 24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilmiştir. Bir tarafta Türkiye diğer tarafta ise başta müttefikler yani İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan bulunmak üzere Romanya, Sırp-Hırvat-Slovenya (Yugoslavya) ve Polonya arasında cereyan eden müzâkereler, takriben 8 ay devam etmiş ve konferansın 4 Şubat 1923′te kesintiye uğramasıyla iki safhada gerçekleşmiştir.

Bu müzâkerelere Amerika ve Rusya müşâhid sıfatıyla katılmış, Bulgaristan ise, Ege Denizi’ne bir mahreç (çıkış yeri) talebi dolayısıyla zaman zaman dâhil olmuştur. Bu sûretle, Türkiye ve karşısındaki devletlerarasında cereyan eden müzâkereler sonunda tâ 1911 Trablusgarp Harbi’nden beri ihtilâflı olan pek çok mes’ele hallüfasl edilmiş ve karara bağlanmıştır. Ama nasıl? Maâlesef tâviz üstüne tâviz verilerek!

Yunan Harbi’nden sonra memleket dâhilinde tasavvur ettikleri inkılâp hareketlerine girişmek hususunda büyük bir acelesi bulunan ve bunlar için batılıların fiilî ve hukukî tastik ve tasvibini almak lüzumunu hisseden yeni Türkiye liderleri ve onların propagandacıları bugüne kadar devam eden bir “Lozan medih edebiyatı” nı mektep kitaplarına kadar aksettirmeye muvaffak olmuşlardır.

Bilhassa Şeflik Devri’nde “Takrîr-i Sükûn Kanunu” ile tedhiş resmîleştirilmiş ve talihsiz vatan çocukları “Sevr ölüm, Lozan hayat!” sloganıyla yetiştirilmişlerdir. Fakat aradan belli bir zaman geçtikten sonra, Lozan Muâhedenâmesi’nin çarpıklıkları gizlenemez hâle gelmiş, Kıbrıs, Adalar ve Musul gibi küllenen kayıplarımız, arzu edilmeyen bir takım tesirlerle gizlenemez hâle gelmişlerdir. Böylece Lozan’ın mükemmelliği hususunda Türk umûmî efkârında beliren şüphe gelişen hâdiselerin yardımıyla gitgide kuvvetlenerek günümüze kadar gelmiştir.

Bu yeni durum muvâcehesinde Lozan’ın bir kere daha ele alınması ve değerlendirilmesi şarttır. Ancak bu değerlendirme yapılırken bugüne kadar kullanılageldiği üzere “Sevr Sulh Projesi”ni miyar olarak kullanmak yanlıştır. Asıl miyar, “Misak-ı Millî”olmalıdır!
Sevr Sulh Projesi’nin Lozan’ın değerlendirmesinde kullanılmasının yanlışlığı şöylece hülâsa edilebilir: Lozan, usûlüne uygun olarak karşılıklı müzâkerelerle cereyan etmiş, ortaya çıkan muâhede metni murahhaslarca imza edildikten sonra iç hukuk kâidelerine göre alâkadar devletlerin parlamentolarında tekrar müzâkere ve kabul edilmiş ve devlet reisleri tarafından tasdik olunmuştur.

misaki-milli

Sevr ise, Türk murahhaslarına bilâ müzâkere müthiş bir cebir ve terör havası içinde zorla imzalattırılmış, Yunanistan hâriç hiçbir devletin parlamentosunda müzâkere ve devlet reislerince kabul olunmamıştır. Bu sûretle onu gayr-i mer’i kılan, sayısız itham ve iftiralara maruz bırakılmış son Osmanlı Padişahı Sultan Vahîdeddin‘in vatanperverâne mukâvemeti olmuştur. (Bkz. Ahmed Reşid Rey (H. Nazım) Gördüklerim, Yaptıklarım, İst.1945 Sh. 199)

Bu sebeple proje hâlinde kalmış olan Sevr’i Lozan’ın değerlendirilmesinde esas almak abesle iştigalden başka bir şey değildir. (Gariptir ki, Sevr’den proje olarak bahsetmek bize mahsus değildir. Ondan Sevr-Lozan mukayesesi suretiyle Lozan’ı temize çıkarmak peşinde olan M. Kemal (Bkz. Nutuk An. 1927 Sh.403-404) ve hatta Lozan baş murahhası İnönü de (Bkz. İnönü’nün Hatıraları, Ulus gazetesi 24 Temmuz 1968 tarihli nüsha) “Proje” sıfatını kullanarak bahsetmektedirler.)

“Müzâkere mi, Yoksa Hapsedilme mi?”

Sevr’e iştirak eden Murahhaslardan biri olan Operatör Cemil Paşa, hatıralarında bu hususta pek geniş tafsilât vermekte ve Sevr’in imzalanması şartını şöyle anlatmaktadır:

“Avrupa’ya eski Sadrazam Tevfik Paşa ‘nın riyâseti altında gönderilecek Murahhas Hey’etinin azâsı meyanında ben de vardım. Yola çıktık. Yanımızda İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin güya seyahatimiz esnasında muâvenet etmek üzere bize terfik ettikleri irtibat zâbitleri bulunuyordu. Üç hükûmetinde birbirine itimat ve emniyeti olmadığından, hepsi bu sûretle yanımıza birer tarassut (gözetleme) memuru koymuş bulunuyorlardı.

Göz hapsine alınmış bir halde ve yolda hiç kimse ile görüşmeden Paris’e vardık (1 Mayıs 192O). Fakat Fransızlar Hey’etimizi Paris’teki büyük istasyonda indirmediler. Herkes dışarı çıktıktan sonra treni tekrar hareket ettirdiler. Gerisin geri gittik. Diğer bir şimendifer yolundan adetâ mahfuzan Versay’a vardık. Orada “Hotel de Reservoires” denilen tarihî bir binaya indik.

Fransızlar, Alman murahhaslarını da galiba bu otelde misafir etmişler. İçeriye biz girdikten sonra, kapıya da süngülü bir asker konuldu. Bu sûretle Fransa, misafirperverliğini bizden esirgememiş oldu! Lâkin “misafirperverlik” sözü sizi yanıltmasın. Otel masraflarını biz ödüyorduk! Ve sıkı bir kordon altına da alınmıştık. Değil Paris’e gitmek, hatta yanımızda bulunan Versay Bahçesi’ne bile çıkmamıza müsâade etmiyorlardı. Nerede kaldı ki, herhangi bir şahısla münâsebette bulunalım ve görüşelim! Esâret hayatımız ertesi güne kadar devam etti. Fakat artık sabrımız kalmamıştı. Vaziyeti protesto ettik, irtibat zâbitlerine:

“Dünya siyaset tarihinde, şimdiye kadar bir hey’et-i murahhasaya bu tarzda muâmele yapıldığı görülmemiştir.” dedik. “Biz, buraya hapsolmaya mı geldik, yoksa sulh konferansında bulunmaya mı?” Nihayet, Klemanson ‘u lütfen bize eylediği müsaade neticesinde serbest olduğumuzu bildirdiler! Meğer Alman murahhaslarından bu hudutsuz âtıfeti de esirgemişler! Zavallılar, Fransa’da bulundukları müddetçe, aynı binada oturmak, fakat ne içeri ne dışarı çıkmamak ıztırarında kalmışlar! Ve ne de bir ferd ile görüşebilmişler! Eski hanlara benzeyen ve otel adı verilen nesne de güzel bir bina olsaydı, yüreğimiz yanmazdı! Orada her yer pis ve bütün eşya eski idi. İnsan, böyle bir binada uzun müddet oturmak mecburiyetinde kalsa, mutlaka çıldırırdı! Birkaç gün sonra, İtilâf Devletleri’nin murahhasları gene Versay’ın tarihî salonunda bizi kabul ettiler. Loyd Corc , Klemanson ve o devrin hemen hemen bütün diplomatları hazır bulunuyorlardı, içeri girdiğimiz zaman ayağa kalkmak nezâketini lütfen gösterdiler.

Çünkü Alman Murahhas Heyetini de aynı salonda, aynı vaziyette kabul etmişler; fakat kılını kıpırdatan bile olmamış (Bunu o zaman Fransız Hariciye Nezâreti Protokol Şefi olan Mösyü Fukiver söylemişti)!

Bize de aynı hakaret yapılmamakla beraber, hepimizi husûsî sûrette hazırlanmış ve salonun bir köşesine yerleştirilmiş bulunan kürsü gibi bir yere çıkardılar! Hâlbuki ben, sulh konferansı için ayrılmış olan salona girince, yeşil çuha örtülmüş büyük bir masanın etrafında toplanacağımızı, İtilâf Devletleri murahhaslarıyla karşı karşıya oturacağımızı ve muâhedenin her maddesi için ayrı ayrı müzâkere ve münâkaşada bulunacağımızı zannediyordum. Meğer bu bir hayalden ibaretmiş ve hakikat, acı hakikat başımıza inen bir tokmak gibi bu hayali silip süpürecekmiş! Nitekim heyet-i hâkime huzuruna çıkan bir maznun gibi muâmele görüyor ve muâhedelerin maddeleri etrafında münâkaşa ve müzâkere etmek yerine bir ültimatom alıyorduk!

Bakınız, kısa bir vakfeden sonra, elinde bir tomar kâğıt olduğu hâlde ayağa kalkan Klemanson ne diyordu: “Efendiler! Siz de harbe, sebepsiz girdiniz. Çanakkale’yi yıllarca kapattınız. Muhârebenin dört sene uzamasına, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiniz! Bundan dolayı, bugün size teklif etmekte olduğumuz muâhede şartları çok ağırdır, içindeki maddeleri asla müzâkere ve kat’iyyen münâkaşa etmeyeceğiz! Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz! Kül hâlinde ve aynen -birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz!” Klemanson ‘un bu sözlerinden sonra muâhede metnini, daha doğ rusu idam hükmümüzü hâvi dosyayı bize uzattılar. Tevfik Paşa ayağa kalktı, verilen bir deste kâğıdı eline aldı. Fakat zavallının zaten titrek olan vücudu zangır zangır oynamaya başlamıştı. (Operatör Cemil Paşa, Canlı Tarihler II, İstanbul 1945, sayfa 133-134′de)

Tamamen Farklı

Sevr’in ortaya çıkmasına âmil olan hâdiselerle, Lozan’ın imzalanmasına âmil olan hâdiseler, aynı değildir. Sevr, İttihatçılar’ın mütevâli (devam edip giden) ihânetleri neticesi mağlubiyete sürüklenmiş bir devletin murahhaslarınca imza mecburiyetinde kalınmıştır. Lozan’a giden Türk murahhaslarının ise, arkasında Anadolu’da kazanılmış olan zafer vardı. Bu itibarla her ikisinin şartları birbiri ile kıyaslanamayacak derecede farklıydı.

Bugüne kadar üzerinde yazılıp söylenenlerlede belli olduğu üzere Sevr hayal edilmeyecek derecede kötü bir anlaşma olduğuna nazaran, ondan daha iyi olmak, “daha az kötü olmak” demek değil midir? Şu mukayesenin mantıkî neticesi zarûreten budur.

lozan-1Asgarî Vatan

O halde, Lozan’ı değerlendirmede başka bir kıstasa istinad etmek şarttır. Bu da “Misak-ı Millî” den başkası olamaz! Peki, nedir Misak-ı Millî? Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Mondros Mütarekenâmesi’nin imzalanmasından sonra, Müttefiklerden pek kötü teklifler geleceğini tahmin etmiş ve buna karşı yapabilecekleri fedakârlıkların azamî hudutlarını çizmişlerdir. Buna göre, maddî ve manevî bütün mes’elelerde kabul edebilecekleri şartları “Misak-ı Millî”ismiyle 6 madde hâlinde tespit ve 29 Ocak 1920’de kabul etmişlerdir.

Vâki mağlubiyetler sebebiyle -realist olabilmek için- “asgarî vatan” kabul edilen bir hudut çizilmiş ve bundan fazla fedakârlığa razı olunmayacağı belirtilip üzerine yemin edilmiştir! İngilizlerin siyasî faâliyet merkezi olarak Ankara’yı ortaya çıkarmak maksadıyla Rauf Orbay ‘ın da teklifi üzerine (Feridun Kandemir tarafından kaleme alınan Rauf Bey’in hatıralarına bakarsanız O’nun İngilizler’e Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı bastırmakla iftihar (!..) ettiğini görürsünüz!)

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı basması neticesi mebuslar, yeniden seçilenlerle birlikte 23 Nisan 192O tarihinde Ankara’da toplandılar. Burada da ilk iş olarak, bu Misak-ı Millî’yi ele almışlardır. O zaman yapılan çeşitli teklifler arasında, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın hazırlamış olduğu metni eksik bulup, daha geniş hudutlar ihtiva eden yeni teklifler ortaya atıldığı görülmüştür. Ancak o anda da henüz bir zafer kazanılmış olmadığı için yine -realist davranmak- ve Müttefikleri tahrik etmemiş olmak maksadıyla Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kabul ettiği Misak-ı Millî’ye itibar olunmuştur. Bu demekti ki T.B.M.M’de Misak-ı Millî’yi rehber ittihaz etmiştir. Buna göre: 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütakerenâmesi’nin imzası anında, fiilen veya hukûken elimizde bulunan yerler “asgarî vatan”sayılıyordu. Lozan’a muzafferen gidildiğine nazaran daha fazlasını istemek lâzım gelirken, bu prensip kararına rağmen verilmiş olan tâvizler korkunçtur. Ancak şurası da belirtilmelidir ki; Lozan’da mâruz kalınan kayıplar sadece “maddî”değil, aynı zamanda “mânevî” dir de… Bu bakımdan biz Lozanın’ın kayıplar tablosunu “maddî”ve “manevî” kayıplar olmak üzere iki bölümde işleyeceğiz. Fakat önce bu kayıpıların fiilî ve psikolojik âmillerini zikredelim:

Akıl Hocası Bir Hahambaşı

Lozan Başmurahhası İsmet Paşa , böyle bir müzâkere için zarurî olan lisan bilgisinden ve tecrübeden mahrumdu. O derecede ki; bu aczini bizzat itiraf ederek Lozan’a gitmekten itizar ettiği M. Kemal Paşa ‘nın Nutku’nda bile kayıtlıdır. Ayrıca Lozan yıldönümlerinin birinde gazetecilere bu husustaki acemiliğini bizzat ifşa edercesine: “O güne kadar çizmeden başka hiçbir ayakkabı görmediğini, hiçbir diplomatik faâliyete katılmadığını, salona girerken ayrı bir elbise giyeceklerini sandığını” beyan etmişti. İnönü ‘nün kulakları rahatsızdı, iyi işitmiyordu. Bu bakımdan müzâkereleri takip edebilmek için bir aracı kullanıyordu. Aracılar müşâvirlerden seçiliyordu. Peki bu müşâvirler nasıldı? Beraberindeki Türk gazetecileri ile birlikte, yüzelli kişiye varan Türk heyeti içinde neler yoktu?.. Bunların arasında kadın ticâreti yapmaktan, petrol şirketleri aracılığı peşinde koşanlara kadar ne türlü şahsiyetlerin bulunduğunu anlamak için İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur ‘un büyük bir açık kalplilikle yazdığı meşhur hatırâtının “Lozan Bahsi” okunmalıdır!

Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayim Naum Efendi ‘nin bulunduğu ve bunun İsmet Paşa ‘ya akıl hocalığı yaptığı, Hilâfet pazarlığının bir numaralı âmili olduğu dikkate alınırsa muvaffakiyetsizliğin sebepleri biraz daha anlaşılabilir hâle gelir.

Gerek Başmurahhas İsmet Paşa ve İkinci Murahhas Rıza Nur ve gerekse heyetteki diğer eşhas, Avrupa karşısında aşağılık duygusuna kapılmış ve Türkiye’yi kendi millî şahsiyetinden vazgeçirerek bir an evvel Avrupa’ya teslim eylemek, her tâvizi verip bir an evvel sulhe kavuşmak ve içerdeki Batılı inkılâp hamlelerine başlamak arzusu bakımından Ankaradakilerden hiçbir farkları yoktu. Bu zihniyeti İnönü yıllarca sonra şu sözeri ile ne güzel ortaya koymaktadır:

“Şapka inkılâbından sonra diğer bir arkadaşımızın, Ankara Vâlisi Yahya Gâlip Bey ‘in bir ziyaretini hatırlarım. Aynı zamanda mebus olarak bulunan Yahya Yahya Gâlip Bey de çok yakınımızdı. Bir teklifi vardı.”

“”Nedir?” dedim.
“Şapkanın orta yerine bir ay yıldız koyalım; diğer milletlerden farkımız belli olur” dedi. Teklifi bu. Yahya Gâlip Bey ‘e:
“-Canım biz bunları farkımız olmasın diye yapıyoruz, sen ne teklif ediyorsun!” diye çıkıştım. (Bkz. İnönü’nün Hatıraları Ulus Gazetesi S. Nisan 1969 tarihli nüsha)

Peki Dr. Rıza Nur farklı mı düşünüyordu? Hayır. Bakınız o da bu istikâmetteki sayısız itiraflarından birinde: “Bizim şu komisyonda Hristiyanlar’ın evlenme, miras işleri v.s. hakkında Yunanlılar ve diğerleri kıyamet koparıyorlar. Ben bunlara Avrupa kanunî medenîsini tatbik etmek üzere olduğumuzu söyleyerek cevap veriyorum.” (Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım C. 3 sh.1056)

Türk murahhaslarının Lozan Konferansı metnini imza günü onları başlarındaki silindir şapka ile gösteren fotoğraf da bu temâyülün diğer bir delilidir. Henüz şapka inkılâbı yapılmadan şu gayretkeşliği başka türlü izah etmenin imkânı yoktur.

page-34lozani-zafer-diye-yutturmaya-kalkistilar34-diyen-erdogan-2-ay-once-34devletimizin-tapusudur34-demisti-490757521-640x360Dosyaları Bile Yoktu!…

Türk murahhas heyetinin davalarını ispat için hiçbir hazırlıkları yoktu. Müttefikler oraya muntazam dosyalarla gelmişlerdi. Bizimkiler ise, mevzubahis olan bir eski anlaşmanın metnini dahi temin etmekte güçlük çekiyorlardı. Bu durumu ikinci murahhas Dr. Rıza Nur şu şekilde itiraf ediyor:

“Bizde ne hazırlık var, ne dosya var. Hiçbir şey yok. Lord Gürzon gibi bir takım resmî diplomatlar burada, hem bunların mükemmel dosyalan vardır. Ne yapacağız!.. Heyet-i Vekile bize giderken bir ictimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir tâlimat verdi. Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir kenara çekti dedi ki:

“Esaslarınız budur, baktınız ki hatta ……… alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, ………….. sulhu yapın, icap ederse, ………………………………. hiç uğraşmayın!” (TCK’nın 5816 numaralı hükmüne takılabilme ihtimaline binaen alıntının bazı yerleri nokta nokta ile geçilmiştir.)

Mustafa Kemal’in de şifahî direktifi bu, hayret ettim. Trakya ile İstanbul’un bize terki mes’elesi olmuş bitmiş bir mes’ele gibiydi. Bu adamın fikri ne idi? Bilmem! Galiba ne olursa olsun, sulh istiyor. Doğrusu Trakya için zahmet çekmedik, kolay aldık, sadece Dimetoka’yı boşuna kaybettik. Fakal İsmet Lozan’da Musul için daima bana:

“Canım, gel şunu bırakalım da, sulh yapalım” der beni zorlardı. Ben:

“Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım.” derdim.

“Canım, sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız” derdi. Boca onun tâbiridir. Ne yapsın efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı onları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler. (Bkz. Dr. Rıza Nur adı geçen eser sh. 982)

Murahhas heyetindeki dağınıklık, aynı zamanda kifâyetsizlikten de kaynaklanıyordu. Bunun tipik misallerinden biri de, tâli komisyonda Türkiye nâmına bulunan Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun, Müttefiklerin Ege Denizi’nde nota teatisi sûretiyle bize re’sen ve bilâ münâkaşa terkettikleri dört adayı zapta geçirirken, üçe indirilerek koskoca Limni Adası ‘nı kendi müşâvirimizin hatası neticesinde kaybetmiş olmamızdır. O derecede ki, Lord Gürzon umûmî celsede “Herhalde bu adaya ihtiyacımız” olmadığı yolunda bir beyanla bizimkilerle alay etmiştir. Türk murahhas heyetinin muvaffakiyetsizliğinin bir diğer sebebi de, kendileri ile Ankara arasındaki diyalog kopukluğudur. Sulhten sonra Rauf Bey‘in başvekillikten istifasının belli başlı sebeplerinden biri de budur. Yazışmalar, Köstence üzerinden yapılmakta idi. İngiliz Başvekili Winston Churchil hatıralarında Türk Murahhas riyaseti ile Ankara arasındaki muhâbereye Köstence’de el konulduğunu, bunların Londra’da her sabah kahvaltısında müzâkere edildikten sonra serbest bırakıldığını alaylı bir dille anlatmaktadır. Şu şartlar muvâcehesinde Türk Murahhas Heyeti’nin muvaffak olmasının ve Lozan’dan yüz akıyla dönmesinin imkânı var mıydı? Nitekim de olmadı.

Kadir Mısıroğlu

Editör
Musellem.net editörü...