Kur’ân-ı Kerîm’in İsimleri – 2

Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine verdiği isimlerden biri de ‘Kitâb’ ismidir. Bu ismin zikredildiği âyetler ve bu âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’in özelliklerine işâret ettiği hususları bu yazımızda izâh etmeye çalışacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’in en çok zikredilen isimlerinden biri Kitâb’tır. Bu isim, Kur’ân-ı Hakîm’in birçok sûre ve âyetlerinde geçmektedir. Kelâmullâh’ın “Kur’ân” isminden sonra en meşhûr ve zâhir olan ismidir. Kitâb, kelime ve âyetleri hat ve kitâbet yoluyla yazılmış olan demektir. Yüce Rabbimizin, kelâmına Kur’ân ve Kitâb isimlerini vermesinde bazı hikmetler vardır. Bu iki isim, Kelâmullâh’ın birleştirilip cem edildiğini gösterir. Zira Kur’ân; “harf ve kelimeleri birleştirmek” anlamına gelen “kıraat” kelimesinden türemiştir. Kitâb ise; “hat yoluyla harfleri birbirine bitiştirmek” anlamına gelen “kitâbet” kelimesinden türemiştir. Her ne kadar Allah’ın kelâmı asılda hat yoluyla bitiştirilmiş olmasa da ona istiâre yoluyla Kitâb denilmiştir.

Bu tarifler göz önüne alındığında, Kur’ân-ı Kerîm’in âyet ve kelimelerinin birbirine muntazam ve sağlam bir şekilde birleştirilmiş olduğunu mülâhaza ediyoruz. Cenâb-ı Hak, kendi ezelî kelâmına Kur’ân ve Kitâb isimlerini vererek, kelâmının son derece güvenilir bir şekilde toplanmış olduğunu ve her bir sûre, âyet ve kelimenin eksiksiz olarak muhâfaza edildiğini göstermeyi murâd etmiştir. Ta ki hiçbir Müslümânın kalbine Kur’ân’ın tahrîf, tebdîl ya da herhangi bir parçasının kaybolduğu düşüncesi ârız olmasın. Bundan dolayı Kur’ân’ın muhâfaza edilmesi, iki güvenilir yöntemle sağlanmıştır. Bunlar: Kıraat ve Kitâbet’tir.

Bu iki kelimeyi inceleyecek olursak, şunları söylemek mümkün olabilir:

1- Bu iki isim, Kelâmullah’ın tahrif ve tebdilden, Kur’ân ve Kitâb isimlerinin zımnen işaret ettiği “kıraat ve kitâbet” yöntemleriyle muhâfaza edildiğini gösterir. Yani Kelâmullâh’a Kur’ân isminin verilmiş olması, onun kıraat yöntemiyle muhâfaza edildiğine işâret eder. Zira Kur’ân kelimesi, “kıraat” kelimesinden türemiştir. Buna göre Kur’ân, nâzil olduğu ilk andan itibaren kıraat edilmek sûretiyle muhâfaza edilmiş ve bu özelliğinden dolayı ona Kur’ân yani “okunan” denmiştir. Bir diğer muhâfaza metodu da kitâbet yani yazıya döküp kayıt altına almaktır. Zira ilmî vesikaların muhâfaza edilme yöntemlerinin en etkili olanlarından biri de kitâbet yöntemidir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın ezelî kelâmına vermiş olduğu “Kitâb” ismi, “yazıya dökmek” anlamına gelen “kitâbet” kelimesinden türemiş bir isim olup Kur’ân’ın ilk andan itibaren vahiy kâtiplerince yazıya döküldüğüne işâret eder. Evet, Allah’ın kelâmı, her türlü şüpheden arındırılmış, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir kitâbtır:

الم ﴿١﴾   ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ

“Elif-Lâm-Mîm. Bu, kendisinde şüphe olmayan Kitâb’tır.. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara, 1/1-2)

2- Bu iki isim, kıymetli metinlerin muhâfaza edilme yöntemlerini göstermektedir. Zira bir metni muhafaza etmek isteyen bir kimse, öncelikle onu okuyup ezberler daha sonra onu yazıya dökmek sûretiyle kaydeder. Şayet ezberlediğini unutacak olursa, yazdığı sayfalara müracaat ederek yeniden hatırlar. Kur’ân-ı Kerîm de bu iki önemli metodla muhâfaza edilmiş, edilmeye de devam etmektedir. Kur’ân’ın nüzulüne şâhit olan ilk nesil içerisinde Kur’ân’ı ezberleyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. O dönemden günümüze kadar devam eden Kur’ân hâfızlığı, ilâ yevmi’l-âhir devam edecektir. Allah’ın izniyle Kerîm kitâbımız satırlardan silinecek olsa, sadırlardan asla silinmeyecektir!

3- Kur’ân-ı Kerîm, bu ümmet için en yüce ve en önemli metindir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu iki isimle, Kur’ân’ı muhâfaza etmenin iki önemli yöntemini mü’minlere öğretmiştir: Kıraat ve Kitâbet. Nitekim Müslümanlar, ilk dönemden itibaren bu iki yöntemi kullanarak Kur’ân’ı muhâfaza etmiştir.

Şunu da ifâde etmek gerekir ki: insanlık tarihi boyunca Kur’ân-ı Kerîm’den başka hiçbir kitap, kıraat ve kitâbet yöntemleri birlikte kullanılarak muhâfaza edilmemiştir. Yüce Rabbimiz, Kur’ân’ı koruyacağına dair verdiği vaadini böylelikle gerçekleştirmektedir:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9)

Kelâmullâh’a Kitâb isminin verildiği bir âyette Rabbimiz, kerîm kitâbını insanları küfrün karanlıklarından çıkarıp imânın aydınlığına ulaştırmak için indirdiğini bildirmiştir. Küfrün karanlık dehlizlerinden kurtulmanın yegâne yolu Rabbimizin Kitâbına tâbi olmaktır:

الَر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

“Elif Lâm Râ. Bu Kitâb, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve övgüye lâyık, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm, 14/1)

Yine Kur’ân’ın indiriliş gayesi, her şeyin bu kitâbta beyân edilmesi ve mü’minler için bir hidâyet ve rahmet vesilesi olmasıdır:

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ

“Ve sana, her şeyi beyan eden (açıklayan), hidâyete erdiren ve rahmet olan Kitâb’ı, Müslümânlara müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)

Nahl Sûresi’nde bulunan üç âyet-i kerîme (Nahl, 44, 64, 89), bu Kitâb’ın en önemli görevlerinden olan; her şeyi açıklamak (tibyân) ve beyân etme görevlerini saymaktadır. Yine bu üç âyet, Allah Rasûlünden bu görevleri eksiksiz olarak yerine getirmesini talep etmektedir. Tüm bu görevlerin bir arada anlatıldığı tek sûre Nahl Sûresi’dir. Nahl Sûresi genel olarak mahlûkâta verilen nimetlerden bahsetmektedir. Bu cihetten bakıldığında, tüm bu nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisi, hiç şüphesiz bu Kitâb’ın her şeyi açıklıyor olması, beyân etmesi ve bunların Hz. Peygamber aracılığıyla yapılmış olmasıdır. Yine bu üç âyet-i kerime incelendiğinde, Kerîm Kitâbımızın her şeyi açıklıyor olması (tibyân) bütün insanlara yönelik bir nimet; hidâyet, rahmet ve müjde olması da yalnızca mü’minlere has kılınan nimetler olduğu görülecektir. Zira bu üç nimet, (hidâyet, rahmet ve müjde) yalnızca imân ile var olan şeylerdir.

Yüce Rabbimiz, Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e, kendisine indirilmiş olan bu Kitâb’a karşı vazifelerini haber vermiştir. Bu vazifeler, hayata doğrudan etki eden çok mühim vazifelerdir. Bu vazifelerden biri, insanlar arasında hak ile hüküm vermektir:

اِنَّٓا اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِنينَ خَصيماً

            “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisâ, 4/105)

Bu âyet-i kerîmede, insanların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, davalar, tartışmalar karşısında Hz. Peygamber’in ve daha ziyade onun şahsında ümmetinin takınması gereken tavır, oynaması gereken rol ve uygulaması gereken muamele şekli açıklanmaktadır. Bu âyetin hedefi, sadece bir hadiseyi açıklamak ve hükmünü ortaya koymak değil, bu münasebetle Müslümanlara, kıyamete kadar uyacakları kaideleri detaylı veya çerçeve hükümler olarak açıklamaktır.

“Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye…” ifadesi “hakkı içeren kitabı indirme”nin gerekçesini açıklamaktadır. Kitâbın hakkı içermesi, gerçekleri, olanı ve olması gerekeni bildirmesi, “usul öğretme, genel ve özel hükümler koyma, bilgiler verme” şeklinde gerçekleşmektedir. “Allah’ın öncelikle peygamberine, sonra da onun aracılığı ile insanlara gerçeği öğretmesi” birinci derecede bu şekilde (Kur’ân vahyi ile) olmaktadır. İkinci derecede gerçeğin kaynağı Sünnettir. Sünnet hem mâna ve hükmün Allah tarafından bildirilmesi hem de Hz. Peygamber’in, içinde ictihada dayalı olanların da bulunduğu bütün tasarruflarının ilâhî kontrol altında bulunması bakımından bu özelliği taşımaktadır. Böylelikle Sünnet, bu Kitâb’ın ayılmaz bir parçasıdır.

Yine bu âyet-i kerîmede “Hainlerden taraf olmak, onları savunmak” yasaklanıyor. Bu hüküm ve irşad özellikle iki meslek erbabını muhatap alıyor: Hâkimler ve avukatlar. Âyetlere göre bunların asıl vazifeleri hakkın yerine gelmesi ve sahibini bulması için çalışmaktır. Davacının mevkii, şöhreti, serveti, rütbesi, sağladığı menfaat ne olursa olsun hâkim ve vekiller haksız olduğu hâlde onun tarafını tutmayacak, hükmün onun lehinde çıkması için özen göstermeyeceklerdir. Özellikle avukatlar bilgi ve becerilerini, haksız da olsalar müvekkilleri lehine hüküm almak için değil, hakkın ortaya çıkması ve sâhibini bulması için kullanacaklardır. Avukatların bu anlayış ve ahlâk içinde hareket etmeleri yani haklıların davalarını savunmaları ve haksızların davalarında sulhu aramak, cezada ve tazminatta adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesine katkıda bulunmak gibi hedefler için çaba sarf etmeleri halinde avukatlık mesleği meşruiyet temelini korumuş olacaktır. (Kur’ân Yolu Tefsiri)

Kur’ân-ı Hakîm, Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ümmete Kitâb’ı öğretme vazifesine işâret ederek, Hz. İbrâhîm ve İsmâîl (alyhima’s-selâm)’ın bu husustaki duasını bizlere aktarmaktadır:

رَبَّنَا وَابْعَثْ فيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّيهِمْ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ

“Ey Rabbimiz! Soyumuz içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir elçi çıkar! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi.” (Bakara, 2/129)

Hz. İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) duasında, kendi soyundan seçilip gönderilmesini dilediği elçinin ifa edeceği başlıca işlevleri şöyle sıralamıştır: Halkına Allah’ın âyetlerini okuyup bildirmesi, onlara Kitâbı, hikmeti öğretmesi ve onları temizlemesi. Kuşkusuz bir peygamberin daha birçok görevi varsa da burada anılanlar, elçilik ve rehberlikle ilgili temel işlevler olması bakımından özellikle kayda değer görülmüştür. Müfessirler buradaki “Âyetler”i kısaca “vahiy, Allah’ın varlığını, birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan deliller”; “Kitâb”ı “Kur’ân-ı Kerîm”, “Hikmet”i “Peygamber’in Sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “Tezkiye”yi de “temizleme yani inkâr ve şirkle kötü huylardan ve günah kirlerinden arındırma” şeklinde açıklamışlardır.

Allâh-u Teâlâ, Kitâbını “bereket” olarak isimlendirmiş ve bizleri bu bereketten istifâde etmeye davet etmiştir. Bereket; bereketli olan, sürekli artan demektir. Bu da Kur’ân’ın hayrının her asırda katlanarak arttığı anlamına gelir. Onun bereketi her alana şâmildir; O kaynağında, kendisine nâzil olanda, onu hıfz edende, hacminde, ilimlerinde, delâlet ve manalarında kıyâmete dek sürecek bir berekete sâhiptir. (Salah Abdulfettâh el-Hâlidî, Tasvîbât)

Her iki yurdun saadeti ondadır. Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi ve bitmez tükenmez hazineler ondadır. (Kâsımî, Mehâsinu’t-Te’vîl)

O Allah’ın sapsağlam ipidir. Doğru ve yanlış bilgiyi ayıran bir öğüttür. O, sırat-ı müstakimdir. Onunla beraber olan gönüller kayıp sapkınlığa düşmez, diller onunla sürçüp batıla bulaşmaz, âlimler ona doymaz, tekrar tekrar okunmakla eskimez, usanılmaz, mucize yönleri bitip tükenmez.’ (Tirmizî, Fedâilu’l Kur’ân, 14)

Onu okuyup içindekilerle amel eden, hayatında bereket bulur. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr)

Bu Kitâb’a hizmet eden, hiçbir yerde bulamayacağı hayırlara nâil olur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Kur’ân-ı Kerîm’de, bu Kitâb’ın üç grup tarafından mirâs olarak alındığı zikredilmiştir. Lâkin bu üç grup Kitâb’ı mirâs almakta, bu mirâsa sâhip çıkmakta eşit derecede değildir. Onlardan kimi, Kitâba karşı vazifelerini yerine getirmeyerek kendine kötülük eder, kimi hayır işlerine gereği gibi yönelmemek sûretiyle orta bir durumdadır, kimi de Allah’ın izniyle hayır işlerinde yarışarak kurtuluşa ermiştir.

Bu Kitâb’ın rehberliğinde, hayırlarda öncü olup kurtuluşa erenlerden olmak duâsıyla…

 

 

Ömer Çınar
Musellem.net yazarı. Diyanet İşleri Başkanlığı, müftülük görevlisi..