Kur’ân-ı Kerim Hidâyet kitabı mıdır yoksa bilim kitabı mıdır?

Zafer İshak Ensârî (Çev: Ömer Faruk Tokat)

Kur’ân-ı Kerim Hidâyet kitabı mıdır yoksa bilim kitabı mıdır?
Pozitif Bilimlerle Kevnî Âyetleri Uzlaştırma Çalışmaları
Kur᾿ân’ı Modern Bilimlere İndirgemenin Sakıncaları.

Baljon 1961 yılında yayınlanan “Kur᾿ân’ın Modern Tefsirleri” adlı kitabında “Kur᾿ân’ın bilimsel tefsirleri” konusuna müstakil bir bölüm ayırmıştır. 20. asrın yetmişli yıllarında Kur᾿ân-ı Kerîm’in bilimsel yorumlarını ön plana çıkaran başlıca üç tefsir çalışması öne çıkmıştı. Bu çalışmalar, kendi “tefsir” kitaplarında bilimsel boyuta büyük önem veren Zehebî, Şarkâvî ve Johnson‘a aittir.

Bu makale o çalışmaların bir değerlendirmesini yapacak, diğer âlimlerin değindiği konulara bir ölçüde değinecek ve geçen asrın son çeyreğinde boy gösteren bu bilimselci yönelimi inceleyecektir. Yazar Arapça, İngilizce ve Urduca bilmesi hasebiyle daha çok bu üç dilde yapılan çalışmalar üzerine yoğunlaşacak ve Arap dünyasından, Güney Asya’ya, oradan İngilizce konuşulan ülkelere uzanarak bu meyanda yapılan çalışmaların bir değerlendirmesini yapacaktır.

Kur᾿ân Hidâyet Kitabı mıdır Yoksa Bilim Kitabı mıdır?

18. asır, Müslümanlarla Avrupalılar arasında öteden beri var olan mücadelede bir dönüm noktasıdır. Fransızların 1798’de Mısır’ı işgal etmesi iki taraf arasındaki güç dengesini tersyüz etmiştir. Bu asır boyunca Müslümanlarla Avrupalılar arasında yoğun bir etkileşim ortamı oluşmuştur. Bu etkileşimin büyük oranda Müslümanların toprakları üzerinde gerçekleştiği malumdur. Zira Müslümanlar çok da hazırlıklı olmadıkları bir vasatta birden kendilerini Avrupalılarla karşı karşıya bulmuştu. Bu karşılaşma ve bunun doğal sonucu olan etkileşim yalnızca askerî saha ile sınırlı kalmayıp bilginler, doktorlar, mühendisler, tâcirler ve yöneticilere kadar toplumlara yön veren bütün iktidar gruplarını çekim alanı içine almıştı. Yine bu süreç içinde Müslümanların bazı Avrupa ülkelerini görmüş olmaları, hayat tarzları, müesseseleri ve yönelimleriyle ilgili düşüncelerinin kısmen de olsa biçimlenmesine sebep olmuştur. Müslümanlar, Avrupa uygarlığında hoşlanmadıkları unsurlara şahit oldukları gibi hoşlandıkları farklı yönler de bulmuşlardı. Modern Avrupa’nın genel gelişimi ve ilerlemesi hususunda Müslümanları en fazla cezbeden nokta, Avrupalıların güçlenmesinde ve gelişmesinde temel bir unsur olarak gördükleri, bilgi sahasında özellikle de bilim ve teknoloji alanlarında Avrupa’nın kaydettiği ilerlemedir.

Zaman geçtikçe Müslümanlardan artan sayıda bir topluluk modern Avrupa ilimlerinin özellikle de bilgi ve teknolojinin kavranmasının bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladı. Böyle bir ihtiyaç tespitinin teorik ve pratik çeşitli sebepleri vardı. Teorik itibarları bir tarafa bırakırsak, pratik açıdan modern bilginin elde edilmesi Müslümanlar için, sürekli artan askerî sahadaki acziyeti tersine çevirmek ve iktisadi durgunluğu ve geriliği aşmak için varolan yegâne araç olarak görüldü.

19. asır boyunca Müslümanlar arasında, “modern Avrupa biliminden faydalı gördükleri tarafları alma” temâyülü artmaya başladı. Müslüman düşünür ve yöneticilerden bir grup bunu hayatî bir ihtiyaç olarak gördüler. Sultan II. Mahmud (1839), Mehmed Ali Paşa (1849), Tunuslu Hayreddin (1889), Rifâ‘a et-Tahtâvî (1871), Cemâleddin Efgânî (1897), Muhammed Abduh (1905), Seyyid Ahmed Han (1898) bu akımın önde gelen isimleridir. Sayılan bu isimlerin hemen hepsi hararetli bir şekilde batılı bilgiyi teşvik ettiler ve batılı bilginin propagandasını yaptılar. Siyasi erki elinde tutanlar, ilmî sahadaki durumları iyileştirmek gerektiğini düşünenler ve Avrupa’da şahit oldukları görüş ve kurumlardan etkilenenler, reform uygulamalarının müstacelen başlaması gerektiğini ileri sürdüler.

Kur’ân-ı Kerim’in bilimsel tefsiri konusundaki modern yaklaşım –bize göre- Müslümanlar arasında pozitif bilimleri teşvik etmeyi hedefleyen tartışmalar doğurmuştur. Sözkonusu yaklaşımı benimseyenlere göre, “Kur’ân-ı Kerim’in bilimsel gelişmeler ışığında tefsir edilmesi Müslümanlar için hayatî önemi haizdir. Üstelik bu, kerih bir şey olmayıp övülmesi ve yaygınlaştırılması gereken bir iştir”. Zaman ilerledikçe, birazdan da göreceğimiz üzere, bu yaklaşımın gerekliliğini vurgulamak için yeni deliller ve gerekçeler buldular. Bu gerekçelerden biri, Kur’ân ve Sünnet’in, nüzul ve vurûdundan asırlar sonra, yalnızca modern dönemde keşfedilen birçok bilimsel gerçeği içeriyor olmasıdır. Bu akıma mensup aydınlar ve ilim adamları bilimsel gerçekleri içerdiği düşünülen âyetlerin Kur’ân’ın i‘câzının açık ve net delilleri olduğunu ileri sürdüler. Öne sürdükleri delillerden biri de şuydu: “Kur’ân evrenin yaratılışına ilişkin esasî hakikatleri büyük oranda içermektedir. Bundan da öte Kur’ân “big-bang” teorisi gibi devasa bilimsel kanunları ve gerçekleri muhtevidir.” Ayrıca Kur’ân’ın yalnızca sınırlı insan bilgisini içermeyip aynı zamanda ALLAH’ın nâmütenâhî/sınırsız bilgisini muhtevi olduğunun altını çizdiler.

Yukarda zikredilen hususlardan hareketle bazı Müslüman ilim adamları şöyle demeye başladı: “Kur’ân-ı Kerim yalnızca ALLAH’ı, âhiret hayatını, insan hayatını belirleyen esasları içeren bir kitap olmayıp aynı zamanda bilimsel bilgiler sahasında da itimat edilmesi gereken bir kaynaktır.”

Öte yandan 1400 yıllık süreç içinde yapılan Kur’ân tefsirlerindeki belirleyici hâkim tema ise Kur’an-ı Kerim’in, insanın dünya ve âhiret saadeti için ihtiyaç duyduğu hidayeti içeren bir kitap olmasıdır. Bu ise tefsir yaparken evleviyetle imana ve bunun gereği olarak da imanın muhtevasına odaklanmayı gerektirir. Klasik tefsirlerin merkeze aldığı diğer bir tema ise hayatta istikamet üzere yaşamaktır. Nitekim bildiğimiz gibi “İman edenler ve salih amel işleyenler” şeklindeki Kur’ân âyeti bu meyandaki birçok âyetin özetidir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in merkeze aldığı esas noktanın iman ve amel-i salih birlikteliğiyle oluşan sırat-ı müstakimi açıklamak olduğunu söylemek mümkündür. Zehebî, çalışmasında “kadim İslam aklı geleneği”nde “Kur’ân’ın bilimsel tefsiri”nin köklerini bulmaya çalışmış fakat bu akıma malzeme sunabilecek Gazzâlî, Celâluddîn es-Süyûtî ve Ebu’l-Fadl el-Mursî‘yi fark edememiştir. Ancak bu noktada şu hususun altını çizmek önemlidir: Mezkûr üç âlimin, Kur’ân’ın sınırlı bilimsel hakikatlerin bilgisi için bir kaynak olabileceği şeklinde anlaşılabilecek bazı ifadeleri olmakla birlikte bunlar kesin olmayan muğlâk ifadelerdir.

Müslümanların Geri Kalmasıyla Kevnî Âyetlerin İhmal Edilmesi Arasında Bağlantı Kurmak

Bilimsel tefsir akımı 19. asrın son yarısında Müslüman ilim adamlarının yaptığı bazı çalışmalarla kendisini ifade zemini buldu. Bu ilim adamlarından biri Mısırlı fen bilimcisi Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî’dir. el-İskenderânî,Keşfü’l-Esrâri ‘ani’n-Nûrâniyeti’l-Kur’âniyye fî mâ Yete‘allaku bi’l-Ecrâmi’s-Semâviyye ve’l-Ardiyye (Yeryüzü ve Gökyüzü Gezegenleriyle İlgili Kûr’ânî Nurların Sırlarının Keşfi)” adında 1880 yılında Kahire’de bir kitap yayınladı. Ayrıca 1883 yılında İstanbul’da “Tibyânu’l-Esrâri’r-Rabbâniyyeti fi’n-Nebâti ve’l-Me‘âdini ve’l-Havâssi’l-Hayevaniyye (Bitki, Maden ve Canlıların Oluşumuna Dâir Rabbânî Sırların Açıklaması)” adında başka bir çalışma yayınladı. Her iki kitapta da yazar, Kur’ân âyetleri ışığında fizik bilimleriyle ilgili meseleleri ele aldı.

Bu akımı Mısır’da “Riyâdu’l-Muhtâr” kitabının müellifi Gazi Ahmed Muhtâr, aynı zamanda bir tabip olan Abdullah Fikri Paşa,ed-Dinu fî Nazari’l-Akli’s-Sahîh” (Kahire 1323h.) kitabını yazan Muhammed Tevfîk Sıdkı (1920), “el-İslâmu ve’t-Tıbbu’l-Hadîs” (Kahire, 1938) kitabının müellifi Abdülaziz İsmail temsil etti.

Bununla birlikte bu akım Tantâvî Cevherî‘nin kitaplarıyla, özellikle de “el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm” (1940) adlı tefsiriyle tebellür etti. Bu kitap 26 ciltten oluşan hacimli bir çalışmadır. Cevherî Kur’ân’da evren fiziğiyle açıkça ilişkili olan 750 âyetin varlığından söz eder. Bunlara ilâveten doğrudan olmasa da yine bu sahayla ilgili başka âyetlerin olduğunu söyler. Cevherî ayrıca, hukuka ilişkin Kur’ân âyetlerinin sayısının yüz elliyi geçmediğini söyler. “Kur’ân’da merkezî bir yer tutan doğa bilimleri konusunu” bilmedikleri için Müslüman âlimleri kıyasıya eleştirir. Ona göre, Müslüman âlimler, fen bilimleri yerine ondan çok daha talî derecede olan şer’î ahkâm ile meşgul olmuştur.
Cevherî muhtelif vesilelerle ve hararetli bir şekilde Müslümanları önceliklerini değiştirerek fen bilimlerine önem vermeye çağırır. Aşağıdaki alıntı, Cevherî‘nin bu konuyla ilgili görüşlerini ve duygularını ifade ederken ne kadar hamasî davrandığını göstermektedir:

“Ey Müslümanlar!

Mirasla ilgili birkaç âyet vardır ve bunlar da matematiğin sadece bir bölümüyle ilgilidir. Peki, dünyanın bütün harikalarını toplayan 750 âyeti ne yapacaksınız? Bilgi çağındayız. İslam’ın nurunun bütün berraklığıyla parladığı bir asırdayız. Kur’ânî ilerleme zamanındayız. Neden kozmik yapıyla ilgili âyetlere eslâfımızın mirasla ilgili âyetlere önem verdiği kadar değer vermiyoruz? Ancak artık şunu söyleyebiliriz: ALLAH’a şükürler olsun ki bu tefsirde, bilimlerin özünü okuyacaksınız. Şüphesiz bu bilimleri okumak ahvâl-ı şahsiyye bilgilerini okumaktan daha yücedir. Çünkü kozmik bilimler bilgiyi artırarak imanı derinleştirmeyi hedeflediğinden her ferd için zorunlu olan bir farz-ı ayndır. Hâlbuki ahvâl-i şahsiyye bilgileri farz-ı kifâyedir.”

Güney Asya âlimleriyle kıyasladığımızda Kur’ân’ın bilimsel tefsirine çağrı hususunda Mısırlı âlimlerin daha önde olduğu anlaşılmaktadır. Güney Asya’da Seyyid Ahmed Han pozitif bilimler sahasına dalmıştı. Dinî görüşleri o günkü konjonktürün egemen bilimlerinin izlerini taşımaktadır. Doğrusu dindaşlarına göre o bu eğilimde büyük mesafe kat etmişti. Öyle ki o zaman Seyyid Ahmed Han’ı alaya alarak “nûhârî (doğacı)” lakabını taktılar. Seyyid Ahmed Han, Kur’ân âyetlerinin çoğunu pozitif bilimler çerçevesinde tefsir etmişti. Mucizeleri anlatan âyetlerin hepsini bu minvalde yorumlamıştı. Ayrıca o, ilmî hakikatlere ulaşmak için temel olarak semâvî kitapların ayetlerinin yerine bilimsel yönteme tâbi olunması gerektiği sonucuna varmıştı. Bu yüzden Ahmed Han din-bilim çatışmasından doğan meselelerle uğraşmak durumunda kaldı ve din-bilim paralelliğini sağlayan kaideler vazetme hususunda yorucu çalışmalar yaptı.

Edindiği yöntem şöyleydi: Doğa ALLAH’ın sun‘udur. Kur’ân da -bütün Müslümanların inandığı üzere- ALLAH’ın kelamıdır. Ahmed Han, bu ikisinin arasında bir çatışma olduğunda bu çatışmanın çözümünü sağlayan belirli kaideler koydu. Ahmed Han’ın tefsirinde konuyla ilgili bahisleri ve diğer çalışmalarını incelediğimizde onun, ALLAH’ın kelâmı yerine ALLAH’ın sun‘unu (doğayı) öncelediğini görmekteyiz.

Zamanla İslam-bilim ilişkisine dair Müslüman düşünürlerin zihnindeki bulanıklık daha da arttı. Bu yönelimin gelişmesi gerek İslam ve bilim konusunda gerekse Kur’ân âyetlerinin pozitif bilimleri içeren meselelerle açıklanması hususunda farklı temayüllerin türemesine sebep oldu.

Modern islâmiyat çalışmalarında gittikçe daha sık karşımıza çıkan konulardan biri Kur’ân’ın daha fazla bilgi edinmeye teşvik ettiğidir. Bu bakış açısının açıklanması için ALLAH’ın kâinattaki işaretleri olarak doğal fenomenleri içeren ya da doğal olgulara bakmaya ve onların üzerinde düşünmeye teşvik eden âyetlere değinilir. Bir başka ifadeyle, bu âyetler şunu açıklamak için okunur: İnsan, doğa fenomenlerine dikkatlice baktığında ve düşündüğünde ilmî bilgileri artar ki bu müstehap olan bir hedeftir. Dolayısıyla bilgiye sahip olmak yalnızca evrene ilişkin bilgiyi artırmayı hedeflemek değil, aynı zamanda insana sevap getiren bir ameldir. Bundan da öte dînî bir vecibedir.

Bu yaklaşım Güney Asyalı şair ve filozof Muhammed İkbal‘in (1938) dilinde güçlü bir şekilde ifadesini bulmuştur. İkbal bu yaklaşıma muhtelif şiirlerinde değinmekle birlikte en etkileyici şekli “Tecdîdü’l-Fikri’d-Dînî li’l-İslâm” adlı kitabında görülmektedir. İkbal ALLAH’ın varlıktaki işaretlerini doğa olgularıyla açıklayan ve insanı bu olgular üzerinde düşünmeye çağıran âyetler üzerinde durmuştur. Bu çalışmasında günümüz fikir ve ilim adamlarının seçtiği ayetleri incelemiş fakat o, bu âyetlere daha büyük bir ilgi göstermiştir. Başlangıçta bu âyetler Müslüman aklın şekillenmesine önemli katkıda bulunmuş ve daha sonra insanlık tarihinde büyük iz bırakmıştır.

İkbal’e göre, Kur’ân’ın evreni derin düşünmeye teşvikteki esas gayesi, insanda bu sahayla ilgili bir bilinç ve şuur oluşturmaktır. Bundan dolayı doğal olgular böyle bir bilincin oluşmasında birer işaret levhasıdır. İkbâl tabiatla ilgili derin düşünceye teşvik eden âyetlerin İslam kültürünün hakikî ruhunu temsil ettiğinin altını çizer. Sözü edilen âyetler insanın düşüncesini mütenâhî (sınırlı) ve algılanabilir olan üzerine yoğunlaştırır. Bu hususiyet İslam düşüncesi ve medeniyetini, başlangıçta etkileşim içinde olduğu Grek düşünce geleneğinden ayıran temel bir vasıftır. Zira Yunan düşüncesinin temel ihtimamı hakikatten daha çok teoriye odaklanmaktaydı. İkbal’in bu bakış açısını açıklayan sözlerine bakalım:

“Kur’ân-ı Kerim, nihaî hakikatin alâmetlerini bir bütün olarak tabiatta görmektedir. Nitekim bu alametler insanın bakışına ve algısına açıktır. Müslümanların görevi bu alametleri tefekkür etmek olup -kör ve sağırlar misali- sathî olarak bakıp geçmek değildir. Çünkü dünyada bu alâmetlere bigâne kalan, ahiret hayatının hakikatlerine karşı da kör olacaktır. Algılanabilir olanla ilgili bu yönelim ve beraberinde derin tefekkür, evrenin aslı itibariyle dinamik (sınırlı ve genişleyebilen) olduğunu idrak eder. Bu yaklaşım sonuçta İslam düşüncesiyle, Müslümanların düşünce hayatının başlarında kendisinden çok şey aldığı Yunan düşüncesini karşı karşıya getirmiştir. “

Dolayısıyla yukarda belirttiklerimizden hareketle şunu söylememiz garip olmayacaktır: İkbâl, “İslâm’ın milâdının” istikrâi (tümevarımsal) düşüncenin doğuşu mesabesinde olduğunu kabul etti. O, Müslüman âlimlerin matematik, astronomi, fizik, kimya gibi muhtelif bilim dallarına yaptıkları katkıların ve çeşitli bilgi sahalarına ait belirli alanlardaki çalışmalarının öneminin farkındaydı. İkbâl’i heyecanlandıran ve coşturan şey, insan aklının gelişiminde İslâm’ın tarihi rolüne ilişkin tasavvurudur. İslâmî esasların ilhamının etkisiyle, tarihte İslam’ın merkezî rolünün, modern zamanlarda kaydedilen bilimsel ve ilmî sonuçların hepsinin esasını oluşturan ilmî yöntem ve ilmî ruhun gelişmesine bir sebep olmasıydı. İkbâl’ın altını çizdiği bu husus İslam–bilim meselesi ile ilgili modern İslamî tartışmaların ayrılmaz bir parçası oldu.

Bu konuda yazan İslamcı düşünürlerin çoğuna göre, tabiata ait fenomenlere işaret eden veya bunlar üzerinde düşünmeye teşvik eden âyetler, Müslümanların bilimsel araştırmalara yönelmelerinin zorunlu olduğunu gösterir. Bu sahada yapılan araştırmalar İslâmî açıdan zorunluluk ifade eder. Daha önce de belirttiğimiz üzere İkbâl, Kur’ân-ı Kerim’in teşvik ettiği tabiatı derinden düşünmenin ana hedefinin tabiat karşısında insan bilincini dinamik tutmak olduğuna kanidir.
Bu konuda yapılmış ve yapılmakta olan çalışmaları okuyup bunlardaki temel noktaları mülahaza ettikten sonra kişinin edindiği intiba, İkbâl’in yukarıda belirttiğimiz yaklaşımı –ki o, yalnızca azınlık elit akılların anlayabileceği mutantan ve kapalı bir üslupla şekillendirilmiştir- dinleyen ve okuyan kimselerin üzerinde kayda değer bir etki bırakmamıştır. İkbâl İslam mistisizmine ve onun ilkelerine sıkı sıkıya bağlıydı. Bu yüzden o, doğa üzerinde tefekkür etmenin insanı kaçınılmaz olarak yaratıcıya ulaştıracağını düşünüyordu. İkbâl için bu, varoluşsal bir yaklaşımdı. Diğer taraftan İkbal sonrası kuşak ise doğal fenomenleri sanki sadece bilimi uygulamak ve tabiat kanunlarını ve potansiyellerini insanın hizmetine sunmak olarak algılamıştır.

Pozitif Bilimlerle Kevnî Âyetleri Uzlaştırma Çalışmaları

Son dönemlerde Müslüman ilim adamları bu tartışmada daha faal olmaya başladı. Bu husus, geçmiş dönemlerdeki tartışma konularının bir bölümünü oluşturmakla birlikte yoğun olarak son dönemlerde Müslümanların gündemine girmiş ve tartışılmaya başlanmıştır. Daha önce de değindiğimiz üzere İkbâl, insanı bilimsel hakikatlere ulaştıran –İkbâl’e göre- empirik yöntemin keşfinde İslam kültürünün tarihî rolünün altını ısrarla çizmektedir. Bununla birlikte İkbâl, deneye, tefekküre ve incelemeye başvurmaksızın yalnızca Kur’ân-ı Kerim’i dikkatli okumakla bilimin sınırlarını ve boyutlarını genişletmenin mümkün olmadığını kabul etmektedir. Bir başka ifadeyle semâvî kitabın, bilimsel araştırma kaideleri ve araçlarının yerine geçmeyeceğini ifade etmektedir.

“İslam ve bilim” konusu etrafında cereyan eden tartışmayla ilgili ve empirik yöntemin etkisini ortadan kaldıracak kesin bir sonuca ulaşmak imkânsız olmakla birlikte insan, Kur’ân-ı Kerim’in tarihî hakikatleri içeren bir hazine olduğunu fark edebilir. İş böyle olunca insan, elini iki kaynaktan (Kur’ân-ı Kerim ve bilim adamlarının kullandığı empirik yöntemden) hangisi üzerine koyacağını yani hangisini baz alacağını şaşırmaktadır. Bu konuya birazdan döneceğiz.

“Kur’ân-ı Kerim bilimlerin hazinesidir” diyenleri cesaretlendiren temel hedef, insanların Kur’ân’a olan imanını güçlendirmektir. Bir başka ifadeyle, bilimselcilik, Kur’ân-ı Kerim’in lugavî i‘câzının dışında olabildiğince önemli ve bilimsel i‘câz olarak kendini gösteren, farklı bir i‘câzî yönünün daha olduğunu ispat vesilesidir.

Sözgelimi, hem yer bilimlerini hem de İslâm’ı bilen çağdaş jeologlardan birisi olan Zeğlûl en-Neccâr‘a göre Kur’ân-ı Kerim, sürekli olarak dağların yeryüzünü tutan kazıklar olduğunu vurgular. En-Neccâr‘a göre dağlar, bizi kaydırmamak için yeryüzeyini kuvvetli bir şekilde tuttuğuna göre onlar yeryüzünü sabitleştiren kazıklardır. En-Neccâr, “Şüphesiz bu gerçek 19. asrın ortalarına, yani Kur’an’ın nüzûlünden on üç asır sonraya kadar bilinmemekteydi” der.

en-Neccâr dağlarla ilgili son dönemde bilimin ulaştığı noktaya işaret ederek çalışmasını tamamlar ve şöyle der:

“Bu çalışmada anlatılanlar, Kur’ân-ı Kerim’in ilâhî tabiatını/lahûtiliğini ve Muhammedî risâletin doğruluğunu isbat eden sayısız delillerden birkaç örnektir. Şüphesiz, 19. asrın ortalarına gelmeden önce hiç kimse bu tür hakikatlerden haberdar değildi. Altmışlı yıllardan önce madalyonun bu tarafı bu denli net görülmemekteydi.”

Maurice Boucaille‘ın “Le Bible, LeKoran et La Science (Kutsal Kitap, Kur’ân ve Bilim)” kitabı geçen çeyrek asır içinde Müslüman okurlar arasında büyük bir popülarite kazanmıştı. Bu kitaptaki ana hareket noktası şuydu: “Sabit bilimsel hakikat ile vahyin arasında bir çatışmanın olması mümkün değildir.” Boucaille, Kur’ânî nasslar ile modern bilimin gerçekliği kesinleşmiş konuları arasındaki uyumu incelediğini ve bu incelemenin kendisini, Kur’ân-ı Kerim’in modern bilimin reddedebileceği hiçbir şeyi içermediği sonucuna götürdüğünü ifade etmiştir. Boucaille aynı karşılaştırmalı incelemeyi Ahd-i Cedîd ve Ahd-i Kadîm’e de uyguladığını ancak sonucun bütünüyle farklı çıktığını anlatır. Tekvîn kitabının birinci bölümünün tartışmasız sabit ve kabul edilen modern bilimsel hakikatlerden bütünüyle uzak sözler içerdiğini belirtir.

Sonuç olarak Boucaille kitabını şu sözlerle bitirir:

“Muhammed’in döneminde varolan bilgilerin seviyesine bakarak söylersek, Kur’ân’ın ihtiva ettiği bilimsel hakikatlerin çoğu Kur’ân’ın insan ürünü olduğunu kabul etmemizi imkânsızlaştırmaktadır. Ayrıca Kur’ân yalnızca vahy-i ilahiyi ifade etmemekte aynı zamanda bilimsel gelişmelere temel olabilecek önemli hakikatlere işaret etmektedir.”

İslam bilim ilişkisine dair meşhur kitaplardan bir kısmı Mısır’da Abdürrezzâk Nevfel tarafından yazıldı. “el-Kur’ânu ve’l-‘İlmu’l-Hadîs” adlı kitabının birinci bölümünde “İ‘câzu’l-Kur’ân” başlığı altında yazar, Kur’an’ı “sürekli mucize” olarak nitelemektedir. Nevfel, geçmişte Müslümanların Kur’ânî i‘câzın, belâğat, metnin akıcılığı, sonradan meydana gelen hadiseleri haber vermesi, ahkâm âyetleri içermesi gibi belirli bir bölümü üzerinde yoğunlaştığını ifade eder. Nevfel sözlerini şöyle sürdürür: “Günümüzde, Kur’ân’daki bilimsel i‘câz artık yadsınamayacak bir hakikattir”. Nevfel der ki:

“Zamanımızda, bilimlerdeki aklî gelişme, Kur’ân’ın bilimsel bir kitap olduğunu kanıtlamıştır. Kur’ân, bilim ve hikmet hakikatlerinin hepsine temel olacak kaideler içermektedir. Bu yüzden bilimsel bir hakikat keşfedildiğinde Kur’ân’ın ona ya dikkat çektiğini ya da en azından işarette bulunduğunu görürüz”.

Nevfel Kur’ân’ın bilimsel i‘câzları için deliller serdederken önce bir âyet zikreder daha sonra asrımızda sabit olan ve Kur’ân’da zikredilenle tamamen örtüştüğünü düşündüğü bilimsel hakikatlere dikkat çeker. Sözgelimi “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?” (Enbiyâ 30) âyetini zikreder. Laplace göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgili teorisini geliştirdiğinde Nevfel bunun bilimin zaferi olduğunu ve bu teoriyi aslında Kur’ân’ın onlarca asır önce getirdiğini söyler ve şöyle bir soru sorar:

“Arapların dışındaki dünyaya Kur’ân’ın bilimsel bir mucize olduğunu, modern bilimin aslî hakikatlerini, hatta bilimin ulaştığı en son keşifleri içerdiğini açıklayabilsek sadece bu olgu Kur’ân’ın i‘câzî tabiatıyla ilgili olarak batılıları ikna etmeye yetmez mi?”

Müslümanların büyük ilgi gösterdiği diğer bir kitap, embriyoloji sahasında meşhur olan Keith Moore‘un “The Developing Human (Gelişen İnsan)” adlı çalışmasıdır. Bu kitabın üçüncü baskısına içerikle ilgili İslamî yorumlar da eklenmiştir. Sözgelimi, adı geçen kitapta Kur’ân ve Sünnet’teki ilmî i‘câz konusunu araştırmaya tahsis edilmiş komisyonun manevî mürşidi olan Abdülmecid ez-Zindânî‘nin “Dirâsât Mütekâbile ma‘a’l-Kurân ve’l-Hadîs” başlıklı bir ilavesi vardır.

Moore, kitabın mukaddimesinde “kitabın metninin, asıl baskısıyla aynı olmakla birlikte mevcut baskıda embriyoloji ilmiyle ilgili Nebevî hadisler ve Kur’ânî âyetlere işaret edilmiştir” der. Moore sözlerini şöyle sürdürür: “Başlangıçta Kur’ân’da milâdî 7. asırda ve embriyoloji ilmi doğmadan önce kaydedilen ince hakikatleri görünce çarpıldım. 10. asırdaki İslâm bilim tarihini ve İslâm biliminin tıp bilimlerine yaptığı katkıları bilmekle birlikte Kur’ân ve Sünnet’in ihtiva ettiği inançlar ve dinî hakikatlerle ilgili hiç bir şey bilmiyordum. İnsanın gelişimiyle ilgili Kur’ân âyetlerinin modern bilimin kazanımlarıyla kıyaslanarak anlaşılması ve bilinmesi Müslüman olan ve olmayan ilim talebeleri için varoluşsal önemi hâizdir.”

Bu çalışmada bizi esas olarak ilgilendiren, Keith Moore‘un düşünceleri olmayıp bu kazanımların ihtiva ettiği katkıların hedefi ve bunların arkasında gizlenen sebeplerdir. Şunu kabul etmek gerekir ki, bu katkılar Kur’ân ve Sünnetteki embriyoloji ilmiyle ilgili konuların dikkatlice ve kapsamlı bir şekilde incelenmesini temsil eder. Bu çalışmanın hedefleriyle ilgili olarak ez-Zindânî‘nin kaleme aldığı “ez-Ziyâdâtü’l-İslâmiyye” mukaddimesine dönmek gerekir. Ez-Zindânî burada der ki:

“Kurân ve Sünnet birçok münasebetle insanı ALLAH’ın yaratıklarıyla ilgili düşünmeye ve tefekküre davet eder. Kuran ve Sünnet’te zikredilen sahalarla ilgili modern yöntemleri kullanan modern araştırmalar -ne ilginçtir ki- benzer sonuçlara ulaşmıştır. Meselenin özüyle ilgili konuşmak gerekirse, 1400 yıl önce inen Kur’ân ve Sünnet’teki net açıklamalarla modern çağda ulaşılan ve bilimsel yöntemlerle sabit olan ilmî hakikatler arasında tam bir uyum görmekteyiz. Kur’ân ve hadis nasslarıyla, sabit bilimsel hakikatler arasındaki bu ilginç tevafuk Müslüman ve gayr-i Müslim bilim adamlarının dikkatlerini çekmektedir. Embriyologlar 1400 yıl önce Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve sellem)’e indirilen Kur’ân âyetlerinin ve hadislerin, günümüzde sabit olan bilimsel hakikatlerle tam bir uyum içinde olduğunu görmeleri onları şaşırtmıştır. Embriyoloji bilginleri, 1400 yıl önce Hz. Muhammed’e vahyedilen Kur’ân nasslarının ve aynı şekilde hadislerin, ceninin gelişim merhalelerini ve Kur’ân’ın milâdî 7. asırda nüzûlünden itibaren asırlar boyu insanlığın anlamadığı hakikatleri net olarak açıkladığını görecektir.  Bilim ile Kur’ân nassları arasındaki tam uyumun zamanla daha da netleşeceğini söylemeye hacet yoktur. Çünkü Kur’ân her hakikatin bilgisini kuşatan ALLAH’ın kelâmıdır.”

Kur’ân İle Modern Bilimleri Uyuşturma Çabalarının Sakıncaları

Bu çalışmada işaret ettiğimiz ve yerimizin sınırlı olması hasebiyle burada anmadığımız ilim adamlarının ortaya koyduğu etkileyici delillere rağmen, Kur’ân-bilim ilişkisine dair ve ilmî bir titizlik ve ciddiyetle cevaplanması gereken “sakıncalı” sorular varlığını sürdürmektedir.

Kur’ân’ın bilimsel i‘câzı yaklaşımını destekleyen ilim adamlarında görülen zaaf noktalarından biri Kur’ân–bilim uyuşmasının izharı konusundaki acûl ve ânî tutumlarıdır. Öyle gözüküyor ki bu zevat, ilmî tutarlılık ve düşünsel olgunluğun tersine, üstelik çok aceleci davranarak ve hamasî bir yaklaşım sergileyerek modernitenin izinde sürüklenip gitmektedir. Bunların, hakikatin peşinde koşmak yerine bir teoriyi ispatlama arzusundan kaynaklanan bir dürtüyle, bir an önce sonuçlara atladıkları görülüyor. Mevcut İslamcı söylem, düşünsel devinim eksikliği ve aceleci yönü göze çarpan örneklerle doludur. Şahsen benim kişisel uzmanlığım, big-bang teorisi gibi bilimsel anlamda nihai olarak kanıtlanıp kanıtlanmadığı ya da hâlâ tartışmaya ve gelişmeye açık olup olmadığı netleşmeyen bir takım teoriler konusunda kesin hüküm vermek için bana bir yetki ve hak vermemektedir. Ancak öyle gözüküyor ki, bazı Müslüman ilim adamları Kur’ân-ı Kerim’in bu gün bilim adamlarınca ortaya konan teorileri on dört asır önce zikrettiğini açıklama dürtüsüyle hareket ederek Kur’ân-ı Kerim’e başvurmaktadır. “Bana göre Kur’ân-ı Kerim’de big-bang teorisini destekleyen hiçbir âyet olmasa bile o, kutsallığından bir şey kaybetmeyecektir. Çünkü Kur’ân, ALLAH’ın kelâmıdır.” Ancak Kur’ân’ın azametini göstermek gayesiyle, devamlı yenilenen ve değişen bilimsel teorileri destekleyen Kur’ân âyetleri istinbat etmek için ortaya konan sözkonusu kaygıyla ilgili örneklere göz atalım.

Son dönemde Müslüman ilim adamları arasında meşhur olan bu konuyla ilgili yazılmış kitaplardan birine, Nurbaki’nin kitabına bakarsak, yazara göre big-bang teorisi nihai anlamda kanıtlanmıştır. Yazara göre “Felakın Rabb’ine sığınırım” (el-felak, 1) âyetindeki “felaka” fiili, bölmek, ikiye ayırmak, parçalamak ve patlamaya sebep olmak anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla mezkûr âyet ilim adamı Haluk Nurbaki tarafından zorlama tefsirlere boyun eğdirilmektedir. Yani Nurbaki’nin tefsirine göre, “Felakın Rabb’ine sığınırım” cümlesi, “kâinatın oluşumuna götüren patlamaya sebep olan Rabbe sığınırım” olarak anlaşılmaktadır. Yazar el-Felak suresinin ilk iki âyetini şöyle çevirmeyi tercih etmiştir: “Yaratıkların şerrinden, evreni doğuran big-bangı yaratan ALLAH’a sığınırım”.

Aynı yazar –bu konuda yazan diğerleri gibi- “Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (ez-Zâriyât, 47) âyetine değinerek “Evreni genişlettik” şeklinde açıklamıştır.

Fâtihullah Han’ın “ALLAH, Evren, İnsan, Kur’ân-ı Kerim ve Âhiret” kitabına baktığımızda da aynı yaklaşımı görürüz. O da mezkûr âyeti (ez-Zâriyât, 47) “âlem, kuvvet/enerji ile kurulmuştur” şeklinde anlamakta ve bakış açısını şöyle detaylandırmaktadır: “Buradaki kuvvet –ki atom ondan yaratılmıştır- Einstein’ın göreceli teorisini [(e=m.c2) (enerji=kütle x ışık hızının karesi)] açıklamaktadır. Yani evren bütünüyle enerjiden yaratılmıştır. Âyet-i kerimenin ikinci bölümü ise, evrenin genişlemesine ilişkin mezkûr teorinin ifade ettiği üzere kâinatın enine boyuna genişlediğini ifade eder. Âyetin iki bölümü birleştiğinde evrenin enerjiyle ve kuvvetle kurulduğunu ve genişleme halinde olduğunu ifade eder.”

Bu akımda görülen diğer bir problem ise Kur’ân’daki temel önceliklerin değişmesidir. Bu akıma göre Kur’ân âyetleri en fazla evrenin hakikatleriyle ilgilenmektedir ve Kur’ân adeta bilimsel kaynaklar içinde başlıca bir kaynaktır.

İnsanın kâinatla ilgili bu hakikatleri kendi çalışmalarıyla keşfedebileceği açıktır. Aynı şekilde açıktır ki, Kur’ân âyetlerinden çıkarıldığı ileri sürülen bilimsel fenomenler gerçekte ve çoğunlukla Müslümanlardan önce ve Kur’ân’ın bilimsel i‘câzını gösterdiği bilinmeden önce gayr-i Müslimler tarafından keşfedilmiştir.

Bütün bunları bir tarafa koysak bile ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir nokta daha vardır: Kur’ân’ın temel konuları nelerdir? Kur’ân’ın insanoğluna ulaştırmaya çalıştığı esas mesaj nedir?

Bu noktadan hareketle önümüzdeki yolu aydınlatması açısından Şah Veliyyullah‘ın söylediklerine bakalım:

“Kur’ân beş konuyu merkeze alır:
Birincisi farzlardır ki kesinlikle haram, mekruh ve yasak olan şeyleri kapsar. Bunlar namazların farzlarından başlayarak muâmelât vb. konulara kadar geniş bir yelpazeyi kuşatır ki bu fakihlerin ihtisas sahasıdır.

İkincisi, sapıtmış (Yahudi, hristiyan, müşrik ve münafık) kimselerle tartışma ve mücadeleleri içerir ki bu saha kelâmcılara bırakılmıştır.

Üçüncüsü, mahlûkata ALLAH’ın nimetlerini, göklerin ve yerin yaratılışını (ALLAH’ın hatırlanmasını) ve ALLAH’ın bütün yaratıklara rızkı nasıl kazandırdığını ve kemâl-i ilâhiyi açıklar.

Dördüncüsü, mahlûkata ALLAH’ın günlerini yani ALLAH’ın eski zamanlarda, geçmiş kavimlere ne yaptığını, bazılarını nimetlendirirken bazılarını nasıl cezalandırdığını anlatır.

Beşincisi, ölümü ve âhirette neler olacağını açıklar.”

Öyle anlaşılıyor ki, Kur’ân’da “bilimsel âyetler” olarak adlandırılan kısım, Şah Veliyyullah‘a göre öncelik sıralamasında üçüncü sıradadır. Şu hususu vurgulamak gerekir ki vahy-i ilâhî insanoğluna yeryüzü, gökyüzü, bitkiler, yağmur, denizler ve dağları açıklamak için inmemiştir. Tabiat olgularından, daha hususî anlamıyla âyetlerden, alâmetlerden ve işaretlerden bahseden âyetler anlayabildiğimiz kadarıyla bu olgulardan daha önemli ve daha büyük hakikatlere ulaşabilmek için insanın dikkatini bu küçük ve ince hakikatlere çekmeyi hedeflemektedir.
Bu âyetlerin konulduğu çerçeveyi görmezden gelmek ve onları iniş gayesinden ve bağlamından koparmak ve Kur’ân’ın nüzûlüne temel olan önem noktalarını ihmal etmek, bu âyetlerin manalarını bozmak ve onları hakikî maksatlarının tersine döndürmektir.

Aynı metotla Kur’ân’ın manalarını konu edinen ve el-Kitâb’ın her sahayla ilgili bütün bilimleri kapsadığını iddia eden mutlak açıklamaların, İslam geleneğinde güçlü bir dayanağı yoktur. Kur’ân’ın “bütün bilimler için sabit bir yöntem” olduğunu öne süren açıklamaların, aklı başında, ciddi, dengeli ve sorumluluk bilinci olan ilim adamlarınca ciddiye alınması mümkün değildir. Esas itibariyle duygusal açıklamalar üzerine kurulmuş bu akım kendi hedefiyle çelişik bir noktaya varabilir.  Duygusal saikler olsa da Kur’ân’ı Kerim, sürekli değişen bilimsel gelişmeye tâbî kılındığında ve Müslüman ilim adamlarını bilimsel sonuçlara ve keşiflere tâbi olan bir konuma yerleştirerek onları zelil izleyiciler konumuna indirmek, yeni keşifler ve bulgularla uyumlu hale getirmek için âyetler yorumlanması gerekmeyen anlamlarla açıklamaya zorlanırsa bu akım aklı başında âlimler tarafından ciddiye alınmayacaktır.

Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim’in temel bilimlerin kaynağı olduğu hususundaki abartılı iddialar bilgi kaosuna ve bilinç bulanıklığına sebep olabilir. Daha da kötüsü bilim ve dinin her ikisine zarar verebilir.

Editör
Musellem.net editörü...