İşarâtü’l-İ’câz Okumalarına Mütevazi Bir Katkı

Bediüzzaman Said Nursî’nin (ö. 1960), birinci dünya savaşının ilk senesinde (1915-1916) telifine başladığı ve fakat hitama erdirme imkânı yakalayamadığı tefsiri İşarâtü’l-İcâz fî Mezânni’l-İcâz, onu okumuş olan ehl-i ilmin takdir edeceği üzere ikmal edilemediği için hayıflanılan bir eser-i muhalleddir. Tefsir, her ne kadar Arapça olarak ve Cumhuriyet öncesi dönemde telif edilmiş bulunsa da Cumhuriyetin ilk yıllarında ciddi bir teveccühe mazhar olması, ardından (1955) Abdulmecid Nursî tarafından dilimize kazandırılması ve aynı teveccühün halen devam ediyor olması hasebiyle İşarâtü’l-İcâz’ı telif Türkçe tefsirler zümresine de dâhil edebiliriz. Çünkü tefsirin Abdulmecid Nursî tarafından hazırlanan tercümesi bizzat Bediüzzaman tarafından görülmüştür. Eğer üstadın kaleme aldığı kısımdaki usûl ve izahâtının tüm âyetlere tatbiki nasip olsaydı, İşarât’ın ciddi bir hacme baliğ olacağı anlaşılmaktadır.

Said Nursî’nin Risale-i Nûr külliyâtı başlı başına konulu tefsir hükmünde olmakla beraber o, İşarâtü’l-İcâz’da isminden de anlaşılacağı üzere işarî izahatlarla mütekâmil tam bir tefsire başlamış, buna niyetlenmiştir. Diğer çalışmalarının tümünde merkeze aldığı akide ve iman bahislerinden de malum olunduğu üzere Said Nursî itikadî mevzulara dair ciddi bir arkaplan ile konuşmakta ve meselenin sadece avamî boyutu üzerinde değil, havasa, ehl-i ilme hitap ederek ve disiplinler arası birleşim noktalarında da -mantık, tasavvuf vb.- konuşmaktan imtina etmemektedir. Her eserinde olduğu gibi bu eserde de lisan-ı ilmî ve edebî hakimiyeti oldukça üst düzeydedir.

Kısa bir mukaddimenin ardından Mushaf tertibi üzere Kur’ân-ı Kerim’in tefsirine başlayan Bediüzzaman, tefsirini Bakara sûresinin 33. âyet-i kerimesine kadar sürdürebilmiştir. Nâtamam bir tefsir olmasına karşın İşarâtü’l-İcâz üzerine Muhammed el-Kersî tarafından bir şerh çalışması yapılmaktadır. Said Nursî merhum döneminin en önemli meselesi olarak kabul ettiği imanın muhafazası anlayışının neticesi olarak, tüm eserlerinde ve tefsirinde daima itikadî izahat ve tashihâtın üzerine titrediği görülmektedir. O, tefsiri özelinde konuştuğumuzda Ehl-i Sünnet sınırlarına riayet konusunda daimî bir hassasiyet içerisinde olmuştur. İtikadî beyânlarını serdederken Eşarî yahud Mâturîdî mezheplerinden birini takip etmekten ziyade meseleye bağlı olarak bu iki mezhep arasında geçiş ve tercihlerde bulunmuştur denilebilir. Ehl-i Sünnet dairesi içerisinde zamanın yaralarına merhem olacak itikadî izahatları sunmaya gayretkâr olmuştur. Bazı meselelerdeki aklî izahatları çok değişik yollar ve misallerle takviye etmesi, şüpheleri bertaraf edecek naklî referanslardan mahrum olmaması, kadim literatüre vukufiyet ve hürmeti vb. özellikler tefsirin müspet niteliklerindendir. Tüm bu müspet hususiyetlerine karşın İşarâtü’l-İcâz’da izaha muhtaç olduğunu düşündüğümüz tek husus Bakara sûresinin 7. âyet-i kerimesini tefsir ederken Bediüzzaman’ın zikrettiği şu ifadelerdir:

Suâl: Pekâlâ, (kâfire) ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?

Cevâb: Azîzim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir ya ademe gidecektir veya dâimî bir azâb içinde mevcûd kalacaktır. Vücûdun -velev cehennemde olsun- ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve ma’siyetlerin de merci’idir. Vücûd ise velev cehennemde olsa, hayr-i mahzdır. Maahâzâ, kâfirin meskeni cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkâk etmiş ise de, amelinin cezâsını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mâl-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlâhiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadîsiye vardır.[1]

Tarafımızdan kalın punto ile vurgulanan cümlede, kâfirlerin cehennem azabı ile ülfet kurarak ilk azablarından azade olan yani hafifleyen bir cezaya muhatap olacaklarına delâlet eden bu ifadelerini, mezkûr pasajın sonunda ‘işârât-ı hadîsiye vardır’ diyerek nassa bağlamış gözükse de üstad bu konuda hangi hadis-i şerifin var olduğunu açıkça söylememektedir. Bu satırlar izaha muhtaçtır çünkü; Bediüzzaman’ın söz konusu ifadesi cehennem azabının herhangi bir surette hafifletilmeyeceğini bildiren; “Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.” (Bakara, 2/86) meâlindeki gibi muhkem âyetlere muvafık değildir.

Bu konuda hem aktardığımız bölümü teyid etmek hem de ilgili ifadenin nasıl izah edildiğini görmek için Arabî İşarâtü’l-İcâz Meâl ve Şerhi’ne müracaat ettiğimizde orada daha evvel kalın punto ile vurguladığımız kısmın şu şekilde tercüme edildiğini görmekteyiz:

Lakin kâfir, küfrünün cezası olarak kesb-i istihkak ettiği Cehennem’de ebedî kalmakla beraber; orada amelinin cezasını çektikten sonra, onlar için mürûr-i zamanla ateşte, bir nev’ı ülfet peyda olur; bir nev’ı tabiatları hâline gelir. Hem o kâfirlerin dünyadan yaptıkları a’mâl-i hayriyyelerine mükâfaten, pek çok tahfifât hasıl olur. Ya’nî onlar hayr amelleri sebebiyle şiddet-i azabdan bir derece azâd olur.  Ehadis-i nebeviyye, bu hususa işaret etmektedir.[2]

Söz konusu pasajın şerhi sadedinde ise uzun izahatlar paylaşan şârihin kastını, toplu bir şekilde şu paragrafta görmek mümkündür:

“Kâfirin dünyada irtikâb ettiği hem şer’ hem de hayır amelleri vardır. Cenâb-ı Hak, kanun-i adaletiyle, her şer amel için bir ceza; her hayr amel için de bir mükâfat tesbit ve ta’yin buyurmuştur. Buna binaen, kâfirin her şer amelinin bir cezası, her hayır amelinin bir mükafatı olacaktır. Kâfirin şer amellerinin cezasına gelince; kâfir, şer amellerinden dolayı hakkında tespit edilen cezayı çektikten sonra, Cenab-ı Hak, kemâl-i merhametinden kâfire, o azaba karşı bir nev’ı ülfet ve ünsiyet verir.”[3]

Yani söz konusu şerhte şârih, Bediüzzaman’ın imansızlıktan kaynaklanan ceza ile amelsizlikten kaynaklanan cezayı ikiye ayırdığını söylemiş olmakta ve bu ifadenin amelden kaynaklanan cezaya hamledilmesi gerektiğini paylaşmaktadır. İmansızlığın cezası cehennemde ebedî kalmak ve azaba uğramaktır. Amelsizliğin cezası ise cehennemdeki azabın şiddetini belirleyen bir unsurdur. Teorik/aklî olarak makul olan bu izah müşkülü zahiren aşıyor gibi görünse de söz konusu ifadeden ne kastedildiğine dair serdedilen daha açık cümleler meselenin makul olmadığını ortaya koymaktadır:

“Kâfirin kanun-i İlahî ile tespit edilen şer amellerinin cezası, muvakıttır. Bu ceza bittikten sonra, Cenab-ı Hak, kemâl-i merhametinden, azaba karşı kâfire Cehennem’de bir ülfet ihsan eder. Kâfir, şer’ amellerinin cezasını çektikten sonra, eskisi gibi elem çekmez; o azâba bir nev’ı ünsiyyet peyda eder, alışır. Mesela; kâfir namaz kılmadığı için Cehennem’de cezaya müstehak olur. Cenab-ı Hak, kanun-i adaletiyle her bir farz namaz için seksen sene ceza tesbit ettiğinden, kâfir hayatı boyunca kılmadığı namazlar için tespit edilen cezayı çektikten sonra, azaba karşı bir nev’ı ülfet peyda eder yani alışır. Küfürden dolayı kesb-i istihkak ettiği azâb-ı ebedîde ise asla ülfet olmaz.”[4]

Bediüzzaman’ın en başta paylaştığımız ifadelerini izaha dair bu cümlelerin makul olmadığını ve müşkülü aşmaya kifayet etmediğini birkaç açıdan belirtebiliriz. Öncelikle Ehl-i Sünnet’in iki itikadî mezhebinden sadece Eşarîler, kâfirin Cehennem’de hem iman hem amel mükellefiyetinden dolayı ayrı azap çekeceğini kabul etmektedirler. Mâturîdiyye ise kâfirin amelden yana ayrı bir cezasının olmadığı itikadındadır. Bu açıdan mevzu Eşarî bir nazarla ele alındığı için o menhecle devam edilmelidir. Halbuki Eşarî mütekellimler kâfirlerin amelsizliklerinin cezaya muhatap olduğunu söylemekle iktifa ederken, burada mefhumun muhalifi ile istidlal edilerek kâfirlerin ‘hayırlı fiillerinin’ de mükafata tâbi olduğu söylenmiştir. Burada usûle muvafık olmayan bir geçiş ve arıza olduğu söylenilebilir.

İkinci müşkül ise söz konusu tevilin, Bediüzzaman’ın kâfirin bir ömürlük küfrünün ebedî azâb ile cezalandırılmasına getirdiği istidlal ile tearuz oluşturmasıdır. Said Nursî, bir ömürlük küfrün neden ebedî azâb gerektirdiğini izah sadedinde meseleyi; “küfür üzere ölen bir kâfir, şayet ebedî bir ömür ile yaşayacak olsaydı, o gayr-i mütenâhî ömrünü behemehâl küfür ile geçireceği şüphesizdir”[5] ölçüsüyle neticeye bağlamaktadır. Halbuki aynı istidlali amelsiz olanlara da teşmil etmek mümkündür. Bu durumda geriye hayırlı fiili olan kimselerin ‘fiillerindeki hayrın’ tespit ve tayini mevzuu kalmaktadır. Kâfir bir kimsenin fiilerinde niyet, rıza-ı ilahîye erişme kastı ve iman olmadan zahiri benzerlik sebebiyle bir fiile hayırlı, iyi denilebilir mi? Bizim bu sorumuza cevap olabilecek ve şârihinde hadis-i nebevîden delil olarak gördüğü bir rivayeti aktarmak yerinde olacaktır:

“Ebû Evfel’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Aişe (r.a.) dedi ki: ‘Ya Resûlullah! Abdullah b. Ced’an nerededir? Yeri neresidir?’ Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: ‘O, ateştedir; Cehennemliktir.’ Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.), ‘Vah!’ dedi. Ona üzüldü ve bu haber ona şiddetli, acıklı geldi. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Aişe’nin bu üzüntüsünü görünce, buyurdu ki: ‘Bu adamın durumu sana neden bu kadar şiddetli geldi, seni üzdü? Onun hâli ne idi?’

Hz. Aişe (r.a.): ‘Anam-babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Taâmı yedirirdi, sıla-i rahim yapardı, akrabalarını görüp gözetirdi.’ Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Senin dediğin gibiyse o zaman bu adama, söylediğin iyilikleri sayesinde, Cehennem’deki azâbı hafifletilir, kolaylaştırılır.’”[6]

Harâitî’nin Mekârimu’l-Ahlak’ında yer alan bu hadis söz konusu muhteva dikkate alındığında kâfirlerin iyi fiillerinin de kendilerine bir fayda sağlayacağını açıkça göstermektedir. Lakin mezkûr hadisin farklı ve hatta zıt mânayı veren ve rivayetin sıhhati açısından daha sağlam varyantları mevcuttur. Hadis tekniği açısından söz konusu tarik kıymete şayan değildir. Aynı hadisin varyantlarının bir diğerinde, Hz. Aişe (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’e onun dünyadaki iyiliklerinin kendisine ahirette fayda sağlayıp sağlamayacağını sormuş ve Peygamberimiz (s.a.v.) cevaben; ‘Hayır, çünkü o bir defa olsun, ‘Rabbim, kıyamet gününde günahlarımı affet’ dememiştir’ diye buyurmuştur. Öte yandan, imanı olmayanın ‘iyi/hayırlı fiillerinin’ ahirette kendisine bir fayda vermeyeceği yönünde çok sayıda muhkem nass mevcuttur. Mesela; Ebû Müslim Havlanî (r.a.) anlatıyor:

Muaz (r.a.) Hımıs’ta konakladığı zaman genç bir adam yanına gelerek şunu sordu: ‘Yakınlarının hâllerini soran, herkese karşı iyi olan, doğru söyleyen, emaneti koruyan, yemesinde, içmesinde, namusunu korumada temiz ve pak olarak yaşayan, gücü nispetinde hayırlı işler yapan ancak bütün bunların yanı sıra Allah’ın birliği ve sıfatları ve O’nun resûlü hakkında kuşkusu bulunan kimsenin durumu hakkında ne dersin?’

Muaz (r.a.): ‘Bu kuşku onun yaptığı bütün bu işleri neticesiz bırakır’ diye cevap verdi. Soru sahibi yeniden: ‘Bir insan ki, her çeşit günahı işler, kan döker, namuslara ve halkın mallarına tecavüz eder. Bununla beraber Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed (s.a.v.)’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna, şek ve gösterişten uzak olarak inanır. Böyle birisi hakkında ne söylersin?’

Muaz (r.a.) bu suale ise şu cevabı verdi: ‘İmanından ötürü kurtulacağını umarım ve bu azgınlıklarından dolayı ateşte yanacağından korkarım.’ Bunun üzerine soru sahibi: ‘Allah’a yemin olsun ki, kuşku yapılan tüm hayırlı işleri silip süpürür fakat yasaklara uymamak, gösteriş ve kuşkudan uzak olan imana zarar veremez’ dedi ve oradan ayrıldı. Muaz (r.a.) o gencin ardından şöyle söyledi: ‘Sünneti bu gençten daha iyi bilenin bulunacağını sanmam.’”[7]

Paylaştığımız gerekçeler neticesinde şarih Muhammed el-Kerhî’nin izahatının Bediüzzaman’ın kastını doğru tespit ve tefsir etmediği dolayısıyla mezkûr müşkülü aşmaya kifayet etmediği kanaatindeyiz. Bizce Bediüzzaman zikredilen ihtimal ve mânâlardan öte Muhyiddîn İbn Arabî’nin izahını takip ederek “Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiğini” bildiren hadis-i kudsî[8] ile istidlal edip aktarılan işarî mânayı çıkarmış, sürdürmüştür. Bediüzzaman’ın atıf yaptığı ‘işârât-ı hadisiye’ beyan ettiğimiz üzere rahmetin gazaba galebe çaldığını bildiren hadis-i kudsî olmalıdır. Çünkü Said Nursî merhum Risale-i Nûr’da cehennemde azabın hafifletilebileceğine dair kabulleri yeri geldikçe söylemekten imtina etmemiş ve referansı da bu hadis olmuştur.[9] Lakin bu noktada da itiraza açık hususlar mevcuttur. İlkin böyle bir istidlale kaynak olan hadis-i kudsî muhaddisler nazarınca kıymete şayan hadislerden değildir. Lakin İbn Arabî kendi içtihadıyla -rivayetin senedinden öte metnine yönelik bir değerlendirmeyle- mezkûr hadisin mânen sahih olduğuna kanaat getirerek kurduğu sistemin önemli bir parçası olarak kullanmıştır. Bu konuda İbn Arabî’nin Fususu’l-Hikem’de dile getirdiği ifadelerdeki kastı, kendine ait hususî bir ıstılah kullanması ve netameli bir konu olması sebebiyle bizzat Fûsus şarihleri arasında bile ihtilaflı mevzûlar arasında yer almasına sebep olmuştur.

Zikredilen hadisin sıhhatine dair zaaf durumunu bir kenara bırakıp, onu sahih kabul ettiğimizde bile bu defa delâlet açısından bu ifadenin kâfirlere şamil olduğunu gösterir bir karine taşımaması durumuyla karşı karşıya kalmaktayız. Bununla birlikte daha evvel sunduğumuz kafirlerden azabın kalkmayacağı ve iyi fiillerinin kendilerine bir fayda vermeyeceğini gösteren naslara rağmen bu hadisi muhkem ve katî kabul ederek, mütevatir bir kabule karşı hüccet görmek de isabetli ve makul bir tavır olmayacaktır.

Görüldüğü üzere hangi veçheden ele alınacak olursa olsun taşıdığı müşkülü itminan verecek bir surette aşmanın âdeta mümkün olmadığı bu ifadeyi İşarâtü’l-İcâz’ın nazarlığı olarak kabul edip okumak hem istifademizi arttıracak hem de muhterem müellifin ruhunu muazzep kılacak bu müşkülden berî kılacağı için dikkat edilmelidir. Cenab-ı Hak rahmetli üstadı cennetinde yüksek derecelere nail kılsın. Âmin.


 

Dipnotlar:

[1] Said Nursî, İşarâtü’l-İcâz fî Mezânni’l-İcâz, çev. Abdulmecid Nursî, DİBY., 3. Baskı, Ankara, 2014, s. 238

[2] Muhammed el-Kersî, Arabî İşarâtü’l-İcâz Meâl ve Şerhi, III, s. 329

[3] Muhammed el-Kersî, Arabî İşarâtü’l-İcâz Meâl ve Şerhi, III, s. 332

[4] Muhammed el-Kersî, a.g.e., III, s. 329-345

[5] Muhammed el-Kersî, a.g.e., III, s. 311

[6] Muhammed el-Kersî, a.g.e., III, s. 3335

[7] Zekeriyya b. Musa el-Haskefî, Müsnedü Ebû Hanife, Kitabü’l-İman, 10

[8] Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, s. 448

[9] Said Nursî, Mektubât, s. 366

Melikşah Sezen
Muhasebe ve Finansman öğrt. ile İlahiyat fakülteleri okudu. Bunun haricinde muhtelif hocalardan akaid, kelam ve mantık dersleri aldı.