Halep ile Arşın Arşın Ölçülürken İnsanlığımız

“Halep dünyanın ortak mirası, ortak kültür değeridir. Halep’te (Bilâd-ı Şâm’da) yaşanan drama seyirci kalmak, bu ortak mirası reddetmek demektir. Halep’in çığlığını bütün dünya duymalıdır. Bu çığlığa kulaklarını tıkayanlar, sessiz kaldıkları bu insanlık suçuna kendileri maruz kalacaklardır. Bu silahlar onlara döndüğünde korkarız ki, kendilerinin çığlığını duyabilecek herhangi birileri kalmamış olacaktır…”

“Halep oradaysa arşın burada” şeklinde meşhur bir hikâyemiz vardır; o hikâyenin en çarpıcı kısmı da, darbı mesel haline gelmiş olan bu sözdür. Halep bizler için hep sıcaklık, samimiyet ve kültürün hatırlatıcısı; uleması, kültür mirası, mimarisi ve kütüphaneleriyle ilmin, iyilik ve güzelliğin anımsatıcısıdır. Tarihte ilmin, sanat ve kültürün merkezlerinden biri olmuş olan Halep kenti bugün artık virane hüviyetiyle kendisi bir ölçü mesabesinde. Halep’teki dramla arşın arşın ölçülüyor insanlığımız.

Toprak utandı, ateş utandı, soğuk utandı hatta kullanılan kimyasal silahlar ve savaş aletleri dahi utandı bugün Halep’teki dramdan. Haberlerde duyup okuduğumuzda içimizi bir ürperti alır. Belki de görmek ve duymak dahi istemeyiz. Biraz utancımızdan, biraz çaresizliğimizden, biraz da içimizdeki sızıdan kaynaklanmaktadır bu tavrımız. Düştüğü yeri yakan ve etkisi altında bulunanları adeta pervaneye çeviren ateşin içinden bir sesle konuşmasından kısa da olsa bir kesiti yazılı olarak sunacağımız Türkmen komutanın haykırışı, tabloyu olanca acı ve feryadıyla beraber sunmaktadır.

Bağımsızlık Dedikleri

Geriye dönük olarak tarihin pek çok kesitinde şahit olduğumuz, ‘bağımsızlık, özgürlük’sloganlarıyla ortaya çıkmış, çoğu zaman müşterek aidiyetlere rağmen ayrı devlet olma sevdası, idari cihetten paramparça bölünmüş coğrafyaların asıl sebebidir.

Avrupa ayağını, İslâmiyet’le taban tabana zıt; dünyayı adeta bir ağ gibi sarıp kuşatan, ekonomide liberal, düşüncede pozitivist, ideolojide ulusalcı bir kimliği savunan Fransız ihtilalinin oluşturduğu bu tarihî makas değişiminin Ortadoğu, Mezopotamya ve Kuzey Afrika ayağını 2010 yılında Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan olaylar teşkil etmiştir. Daha sonra Mısır’a sıçrayan hareketlerin sonucunda Tunus gibi Mısır’da da iktidar değişikliği yaşanmıştır. Birçok ülkeyi kasıp kavuran nümayişler sonucunda birçok ülke, batılı devletlerin de müdahalesiyle yeni bir sistem(sizlik) ve sorun sarmallarıyla baş başa bırakılmıştır.

Eşsiz Bir Diyardan Büyük Bir Zulüm Merkezine

Diğer ülkelerdeki vahim durumun yanında Suriye’nin durumu çok daha acı bir noktaya gelmiştir. 15 Mart 2011 tarihinde Dera’da başlayan hadiselerin ateşlediği fitil, ülkenin dört bir yanının alevler içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Diğer ülkelerde dış müdahale ile gerçekleştirilen iktidar değişikliğinin Suriye’de de gerçekleşmesi öngörülürken, küresel menfaatlerin hareket yönündeki farklılık sebebiyle bu değişiklik gerçekleşmemiş, tablo ise her geçen gün daha da ağırlaşmıştır.

Topraklarında taş üstünde taş kalmayanlar, birden fazla terör örgütü ve zalim gücün tacizi altında bulunup da hicret etmek zorunda bırakılanlar, mülteci durumuna düşerek yürek sızısı bir dramın ortasına düşmüşlerdir. Deniz aşırı ülkelere ulaşabilenler insanlık dışı muamelelere maruz kalmış, ulaşamayanlar ise feci şekilde deniz sularında boğularak can vermişlerdir. Bir yanda; ölüme terk edilen canlar, karaya vuran cesetler, dalgalar tarafından kumsallara bırakılmış çocuk ve bebek cesetleri; diğer yanda satılan hayaller, kiralanan düşler ve çalınan ümitler…

Tuval kan çanaktır; gözyaşıyla döşeli, tablo ise ceset ve viranelerle bezelidir. Düşlerin ve rüyalarını yerini, çığlıklarla bölünen kâbuslar ve korkudan uyku tutmayan, göz yumulmaz geceler almıştır. Bakmaya kıyılamayan bağ ve bahçelerin yerini, toplu mezarlar almıştır.

Cihâd (Savaş) Hukuku

İslâm her şeyi olduğu gibi cihâd müessesesini de hükümlere bağlamıştır. Cihâd denildiğinde yalnızca kıtalin (savaş) akla gelmesi, kavramlarımızdan uzaklaşmış olduğumuzun da göstergelerindendir. Oysaki cihâdın birçok çeşidi ve yöntemi vardır. Cihâdı, ‘Allâh’ın (Celle Celâluhû) rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası’ şeklindeki tariften, ‘nefisle mücadele’, ‘İslâm’ı tebliğ etme’, ve ‘düşmanla savaşma’ tariflerine kadar farklı şekillerde tanımlayabilmek mümkündür.  Bunların her biri cihâdın farklı yöntemleri, yerine ve durumuna, içerisinde bulunulan şartlara göre bir ya da aynı anda birkaçının tercih edilebileceği muhtelif türleridir. Bu farklılığı geniş ve dar anlam şeklinde izah edebilmek de pekâlâ mümkündür.[1]

Günümüzde “cihâd” mefhumunu tekellerine alarak toplumları ve devletleri ifsâda girişenler, İslâm’ın cihâd fıkhından ve dahi tefakkuhtan bîhaber kimselerdir. Allâh’ın (Celle Celâluhû)hükümlerinin dışına çıkan, fıkhı bir tarafa bırakarak hareket etmeye girişen kimselerin ulaşacağı son nokta, hüsrandan başka bir şey olmayacaktır. Onların sözde davaları, mağlubiyetten ve beraberindekilerin daha büyük zarar görmesinden başka bir şey de getirmeyecektir. Nitekim Suriye’deki dramın geldiği son nokta da bu durumun adeta tercümanı niteliğindedir.

Kudemâdan İmam Muhammed eş-Şeybânî (Rahimehullâh)ın es-Siyeru’l-Kebîr’i, devletler hukukunu esas alarak, cihâd fıkhını da havî bir tarzda kaleme alınmış en önemli eserlerin başında gelmektedir. Bu alanda ciddi bir literatür de oluşmuştur. Bir mü’mine düşen, temel ibadetlerinde (ibâdât) olduğu gibi, cihâd da dâhil istisnasız her konuda, fıkhî ölçülerden ayrılmayıp bu çerçevede hareketi esas almak; başka yollara tevessül etmemektir.

Mezheplerimize göre, kıtal (savaş) anlamında cihâd ilan etmenin de, İslâmî olsun ya da olmasın, hâkimiyeti altında bulunulan devlete (veya biçimine bağlı olarak herhangi bir şekilde mevcut olan yönetime) karşı kıyâm etmenin de birtakım şartları vardır. Peygamber Efendimiz(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in Mekke-Medine dönemlerinde söz konusu olan hareket tarzındaki farklılık; bir dönem tebliğin gizli yapılması ve daha sonra hicrete izin verilmesi, şartlar olgunlaştığında ise cihâd emri verilmesi ve Bedir gazvesiyle başlayıp devam eden savaşların vaki olması gibi tedrici tecrübeler göz ardı edilmemelidir.[2]

Müslümanların devletine karşı gerçekleştirilen saldırı ya da tacizler, bu gibi işlerin söz konusu olacağına dair edinilen istihbarat, antlaşmalara sadık kalınmaması, İslâm tebliğini kabul etmeyip buna karşı çıkılması gibi sebepler, cihâd noktasında harekete geçmenin temel şartlarındandır.[3]

Ne Dış Müdahaleye Bel Bağlamak Ne de Zalime Boyun Eğmek

Ne 2000’lerin başına, ne Irak’ın ilk işgaline, ne de Lozan’a dönüp stratejik yorumlar yapmak ve tespitlerde bulunmak bir çaredir bugün. Geçmişte yapılan hataları gündeme getirip konuyu burada düğümlemek, geçmişi sürekli muhakeme ederek gündemi teğet geçmek de çare olamamaktadır derdimize. Mühim olan, geçmişte düşülmüş olan hatalara bir daha düşmemek, tarih bir tekerrürden ibaret ise de, bir seferliğine olsun, bu gerçeği kırmaya çalışmaktır yapılması gereken.

Ne zalim krala boyun eğmektir mü’min duruşu, ne de kadîm kaidelerin[4] dışına çıkarakortalığın yangın yeri ve kan gölüne dönüştürülmesine sebep olmaktır. Akl-ı selimin lüzumu, şartların oluşması ve olgunlaşmasını bekleyip, sonuca varılacağı hususunda kesin kanaat getirdikten sonra harekete geçmektir. Yıllar evvel yaşanmış olan Hama ve Kamışlı tecrübeleri de bu noktada hatırlanmalıdır.

Tertip Edilen Miting ve Toplantılar Şeriate Uygun Olmalıdır

Zulüm altında bulunan mü’min kardeşlerimizin içerisinde bulunduğu duruma karşı aksülamel göstermek, onların durumunu görsel ve yazılı medya başta olmak üzere, sosyal medya vesair iletişim araçları üzerinden gündeme getirmek, kabul edilebilir, hatta lüzumlu bir iş olsa da, bu gibi işlerin nihai çözüm getirmeyeceği de aşikârdır. Tertip edilen kadın-erkek ihtilat halindeki mitingler ve şer‘î açıdan tasvip edilemeyecek türden diğer birtakım hâl ve davranışlar ise şuur olmadan aksülamelin herhangi bir kıymeti olmadığını göstermektedir. Bu tür hareketler, saman alevi gibi parlayıp sönen, kuru bir tepki ateşinden öteye gidememekte, üzüntü ve hayal kırıklığından başka bir şeye de sebep olmamaktadır.

Düzenlenen mitinglerde ortaya çıkan şeriatsizliklerin hatta İslâm ahlâkına uygun olmaktan son derece uzak ahvâlin, bizi çözüm noktasında ileriye götürmeyip bilakis çözümden uzaklaştıracağı yönündeki haklı tespit, miting ve toplantıları tertip edenler başta olmak üzere, destekleyen ve katılanların tamamı tarafından, benzer hatalar daha fazla tekrar edilmeden fark edilmelidir. Unutmamalıdır ki, şeriate uygun olmayan hiçbir işten Müslümanlara en küçük bir fayda gelmeyecektir.

Yardım Konusunda Duyarlı Olunmalı ve Hassas Davranılmalıdır

Bölgeden gelen haberlere göre, ne bir hastane kalmıştır ayakta, ne de halkın ekmek ihtiyacını giderebilecek bir fırın. İlaçtan ekmek ve suya, tıbbî diğer malzemelerden giyecek ve battaniye gibi hayatın idamesi için olmazsa olmaz, bilhassa kış mevsiminde son derece lüzumlu olan insanî yardımlara kadar söz konusu olan ihtiyaç, had safhaya gelmiş durumdadır. Yapılacak maddî ve nakdî yardımlar sorunların toptan çözümünü sağlayacak aslî unsurlardan değilse de, bu yardımlara kayıtsız kalmak da doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Bu sebeple, maddî ve nakdî yardımların yanında, gıda, giyecek, ilaç ve diğer tıbbî malzemeleri ihtiva eden yardımların bölgeye ivedilikle ulaştırılması konusunda seferber olunmalı, bu işin yapmakta olan güvenilir kurum ve kuruluşlara destek olunmalıdır.

Hiç şüphesiz bu zulme eliyle, diliyle, malıyla ve daha başka yollarla dur diyemeyenlerin en azından yürek sızısı, gönül yangını çekip ıstırap duymaları Müslüman kimliğinin bir ölçümü, bir tür göstergesi olacaktır. Toplu mezara dönüşme tehlikesiyle yüz yüze bulunan Halep ve orada bulunup da soykırım tehlikesiyle karşı karşıya kalmış kardeşlerimiz için en azından bu ıstırabı dahi hissetmeyenlere ise bundan gayrı söylenebilecek bir şey de kalmamış demektir.

Zulmün Sona Ermesi İçin Topluca Tevbe Edilip Kitlesel İsyanlara Son Verilmelidir

Yeryüzünün her neresinde olursa olsun, yaşanan zulmün, dağlar misali yığılmış olan kemikle etin, seller misali akan gözyaşı ve kanın sorumluluğu bilaistisna hepimizin üzerindedir. Sebepleri analiz ederken arka plandaki Kur’ânî hakîkat[5] ve kader gerçeklerini muhasebe dışı bırakmak, yapılabilecek hataların en büyüğü olacaktır. Günahlar ve bilhassa kitlesel isyanlar devam ettikçe, ne Halep’te ne Arakan’da ne de yeryüzünün başka bir yerinde zulüm sona erecektir. Nitekim âyet-i kerimede: “…O (insa)nlar kendi nefislerinde bulunan (güzel vasıflar)ı (kötüleriyle) değiştirinceye kadar gerçekten de Allâh bir toplumda olan (nimet, âfiyet vesâir lütufların)ı (belâ ve azapla) değiştirmez. Ama Allâh bir kavme herhangi bir(azap ve) fenalık (ulaştırmak) dilerse, artık onun için hiç bir geri çevrilme (söz konusu)olamaz. O (azâba çarptırılması takdir oluna)nlar için, O (Allâh-u Azîmüşşâ)ndan başka (işlerini takip edecek) bir Vâlî de yoktur!”[6] şeklinde karşımıza çıkan hakikat, evvela kötü ve çirkin vasıfları, içerisinde bulunulan sevimsiz ahvâli ümmet olarak iyi ve güzel olana dönüştürmenin lüzumunu haber vermektedir.
Yapılacak maddî ve nakdî yardımların, sorunların çözümünü tam anlamıyla sağlayacak aslî unsurlardan olmayıp, bölgede bulunanların ihtiyaçlarını karşılamalarına imkân verecek geçici unsurlardan oldukları hatırda tutulmalı; sorunların toptan çözümünün ümmet olarak topyekûn durumumuzu düzeltmekten geçtiğinin bilincinde olunmalıdır. Her bir müslüman fert, evvela kendi muhasebesini yapmalı, tevbe etmeli, Allah (Celle Celâluhû) yoluna dönmeli ve bu anlayış emri bil maruf yoluyla bütün topluma teşmil kılınmalıdır.

İşgal bölgelerinde bulunanların çağrılarından bir kez daha açıkça anlaşılmaktadır ki, ümmetin gözü, Osmanlı ecdadımızın bakiyesi olan bizlerin üzerindendir. Mü’minlere, hakiki mü’minlerden gayrısından başka bir dost da, bir yardımcı da yoktur. Protokoller imzalamış ve birlikler kurmuş olan batı, söz konusu menfaatleri olduğunda en büyük mezalim karşısında dahi kılını kıpırdatmamakta, bütün yaşananlara seyirci kalmakta hatta aleyhte konuşlanmaktadır. Bu sebeple üzerimizdeki sorumluluk, belki de tarihte hiç olmadığı kadar büyük ve ağırdır.

Suriye’deki meşru müdafaaya liderlik ve rehberlik eden Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir komutanın feryadıyla noktalamak istiyoruz sözlerimizi…

“Çevremiz 4 Eylül’den bu yana Esad ve müttefiklerinin kuşatması altındadır. Geride bıraktığımız son birkaç günde Esad tarafından düzenlenen ve Rus Hava Kuvvetlerinin destek verdiği saldırılarda beş yüzden fazla ölümüz, dört binden fazla da yaralımız var. Ölenlerin kahir ekseriyeti kadın ve çocuklardan oluşmaktadır.

Kadîm şehir Halep’te sadece insanların değil, dünyanın ortak mirası olan binlerce yıllık kültür varlığı ve tarihi eserler yerle bir ediliyor. Sivil yerleşimlerimizin yanı sıra okullarımız, fırınlarımız ve hastanelerimiz, hardal gazı ve klor gazı gibi kimyasal silahlarla vurulup tahrip ediliyor. Elan üç yüz binden fazla insanın yaşadığı Halep’te fırınların büyük bir kısmı çalıştırılamadığı için halkımız ekmek bulmakta büyük sıkıntı çekiyor. Son olarak bölgede çalışan son hastanemiz olan Ömer İbnü Abdülaziz Hastanesi de birkaç gün önce maruz kaldığımız bombardımanda kullanılmaz hale geldi. Yaralılarımızı, saldırılar sonucunda harabeye dönen evlere ve binaların bodrum katına taşımak zorunda kaldık. Türkiye sınırları içerisinde terör faaliyetlerinde bulunan terör örgütleri, Halep ve çevresini üs tutmuş vaziyetteler. Türkiye’nin bu terör örgütlerine Halep’te de darbe vurmasını arzu ediyoruz. Türkiye’nin bu müdahalesi, uluslararası hukuk açısından terörizmle mücadele ve meşru müdafaa hakkı kapsamında, haklı bir müdafaa olacaktır.

Bugün Halep’te Esad rejimi, İran (Şiî) Paramiliter milisleri ve Rusya, açıkça savaş suçu işlemektedir. Cenevre sözleşmeleri bugün açıkça ihlal edilmektedir. Bütün bunlar, dünyanın gözü önünde yaşanmaktadır. Bugün Halep’te Esad ve müttefikleri hem insanlığa hem de barışa karşı savaş suçları işlemektedirler. 1907’de Lahey’de yasaklanan ve sonrasında Cenevre sözleşmeleriyle yasaklanan ne kadar fiil varsa bugün Esad ve müttefikleri Halep’te bu fiilleri işlemektedir. Bu yasaklar, bütün insanlığı ilgilendiren ortak yasaklar, belirlenmiş hep birlikte sahip çıkılması gereken ortak değerlerdir.

İnsanlık bugün Halep’te yaşayanlara göz yumarak tüm mirasını reddetmiş oluyor. Buradan tüm dünyaya sesleniyoruz. Ortak mirasınızı reddetmeyin ve Halep’in çığlığını duyun. Eğer Halep’in çığlığına ses vermezseniz Esad ve müttefikleri (arkalarındaki güçler) silahlarını bir gün mutlaka size çevirecektir. Korkarız ki o gün, sizin için ses çıkaracak kimse kalmamış olacaktır.”[7]

Dipnotlar


[1] Ahmet Özel, “Cihâd”, Dia, c.VII, s.529.
[2] Bahsi geçen tedricî tecrübe için mutemed muhtelif siyer kaynaklarına müracaat edilebilir.
[3] Ebu Muhammed İzzeddin Abdülazîz b. Abdüsselâm b. Ebü’l-Kâsım Es-Sülemi, Kavâi‘dü’l- fî Mesâlihi’l-En’âm (Kavâi‘du’l-Kübrâ), c. 1, s. 95 ve Zavâbitü’l-Maslahat s. 261. (Fıkhu’s-Sîre’den naklen.)
[4] ‘Bir zarar kendi misliyle izâle olunamaz; Zarar-ı âmm’ı def için zarâr-ı hâss ihtiyar olunur; zararı eşedd, zararı ehaff ile izâle olur; iki fesâd tearuz ettikte, ehaffı irtikâb ile âzamının çaresine bakılır; ehven-i şerreyn ihtiyar olunur; def‘i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır; zarar bi-kaderil-imkân def olunur…’ gibi küllî kaideler, bunlardan bazılarıdır. Detaylı malumat için bkz. Mahmud Şevket Ustaosmanoğlu, Mecellenin Özü (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye), Siraç Yayınevi, İstanbul -2005, s.43-49.
[5] “Size isabet eden herhangi bir musibet, ellerinizin kazanmış olduğu (kötü) şeyler sebebiyledir. Yine de O, birçoğunu affetmekte (ve onlara ceza vermemekte)dir. (Aksi takdirde yeryüzünde hiçbir canlı bırakacak değildir.) (Şûrâ Sûresi:30) şeklindeki âyet-i kerîme ve (Ey insan!) Güzel bir şey sana ulaşacak olursa (işte bu senin gayretinle olmayıp) Allâh(ın fazlın)dandır. Ama kötü bir şey sana çatacak olursa (işte o da sebep olma bakımından) kendi nefsindendir…” şeklindeki Nîsâ Sûresinin 79. âyet-i kerimesi, bu noktada insanların sorumluluğunu açıkça ifade etmektedir.
Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) anlatıyor: “Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir gün: ‘Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vâcip olur!’ buyurmuşlardı. Yanındakiler: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle sıraladı:

1. Ganimet (yani milli servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında) tedâvül eden (dönüp duran) bir metâ haline geldiği,
2. Emânet ganîmet gibi görülüp hıyânet edildiği,
3. Zekât, ibadet olarak görülmeyip büyük bir yük ve angarya olarak görüldüğü,
4. Kişi, (gayr-i meşrû işlerde) kadınına itaat ettiği,
5. Kişi, annesine karşı itaatsizlikte bulunduğu,
6-7. Kişi, arkadaşına iyilikte bulunduğu hâlde babasına kaba davrandığı,
8. Mescidlerde sesler yükseldiği (huşû kaybolduğu),
9. Bir milletin idârecisi en alçakları olduğu,
10. Bir kişiye şerrinden korkularak hürmet edildiği,
11. Çeşitli isimlerle îmâl edilen içkilerin serbestçe içildiği,
12. İpek elbiselerin erkekler tarafından giyildiği,
13-14. (San’at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino ve benzeri salonlarda ve hatta televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı aletlerine alâka arttığı;
15. Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere lânet ettiği zaman,

İşte o zaman artık kızıl rüzgârı, yere batışı veya domuz ve maymunlara çevrilmeyi, zelzeleyi ve gökten taş yağmasını bekleyin. Ondan sonra birbiri ardınca pek çok alâmetler zuhûr eder ve bunlar ipi kopan eski bir gerdanlığın ard arda düşen taneleri gibi birbirini tâkip ederler.” (Tirmizi, Fiten 38/2210, 2211)
[6] Ra‘d Sûresi: 11
[7] İşbu metin, Suriye Türkmen Cephesi Muntasir Billah Tugayı Komutanı Firas Paşa’nın yapmış olduğu basın açıklamasından bir kesitin yazıya dökülmüş halidir.

İktibastır : ismailaga.org.tr

Editör
Musellem.net editörü...