Gogol’un “VIII. Ferdinand”ı , İdeoloji ve Türkiye’de Kemalizm

It is here, at this point, that the distinction between symptom and   fantasy must be introduced in order to show how the idea that we live   in a post-ideological society proceeds a little too quickly: cynical  reason, with all its ironic detachment, leaves untouched the   fundamental level of ideological fantasy, the level on which ideology   structures the social reality itself.

Slavoj Zizek- The Sublime Object of Ideology

Rus edebiyatının nesirdeki en usta isimlerinden biri olan Gogol’un Bir Delinin Hatıra Defteri isimli hikâyesinde kahraman Poprişin (veya Aleksey İvanov) -ki aslında kendisinin İspanya Kralı VIII. Ferdinand olarak çağırılmasını istemektedir- bir yerde şöyle yazar hatıra defterine:

“Kral yok demek olmaz. Kralsız bir devlet olamaz. Kral vardır, ama bilinmeyen bir yerlerdedir. Olabilir, bir yerlerdedir, ya bir takım aile sorunları nedeniyle ya da komşu devletlerin yarattıkları tehlikelere karşı önlem olarak bir köşeye çekilmiştir.” (Petersburg Öyküleri, İletişim Yay., Çev: Ergin Altay)

Bu satırları okurken insanın aklına (özellikle) 19. asırdan beri üzerinde durulan bir kavram, bir mefhum gelebilir. Bu mefhum “İdeoloji”dir. 21. asırda ideoloji birçok filozof/sosyal bilimci tarafından tekrar tekrar ele alınan bir konu. Kaba bir tabirle geride bıraktığımız on yıllarda “ideolojiler artık öldü” ve onların (meta söylemlerin, büyük anlatıların) yerini (felsefî mânâda) açıklamayı ve büyük çözümler bulmayı hedefleyen değil anlamayı öne alan anlatılar aldı.

Bu tanım ideolojiye büyük harf “i” ile bakanlar açısından çok doğru olabilir. Gerçekten artık bu ve geride bıraktığımız asrın birçok filozofu (Hegel, Fichte veya Marks gibi) bütün evreni ve/veya kâinatı açıklamaya çalışan “büyük anlatılar”dan veya “meta söylemler”den ictinab ederek, hususen de Nietzsche’nin ve Max Weber açtığı yoldan post-modern bir anlatı biçimi geliştirdiler. Fakat ideolojiye bir de Zizek’çi açıdan baktığınızda durum biraz daha farklı gibi.

Zizek için ideoloji (burada kıymetli hocam Süheyb Öğütü devreye sokuyorum) teorik olarak bildiğimiz halde pratikte inkâr ettiğimiz hakikate dair ortaya çıkan yanılsamanın ta kendisidir.

Dolayısıyla eğer ideoloji örtük bir şekilde kendisini hâlâ devam ettiriyor (kral bilinmeyen bir yerlerde hâlâ var) ve bize kendisini yokmuş gibi davranıyorsa, yani Gogol’un kelimeleriyle “ya bir takım aile sorunları nedeniyle ya da komşu devletlerin yarattıkları tehlikelere karşı önlem olarak bir yere çekilmişse (ki burada ideolojinin sorunu da siyasette istediği/iktiza eden teneffüs zeminini tam bulamamış olması olabilir) bunun oluşması için iki faktörün rol oynaması şarttır:

Birincisi ideolojiyi ortadan kaldırdığını zanneden Faillerin kendilerinde aşırı bir kuvvet ve iktidar vehmetmeleridir. Gerçekten bu var olan ideolojik zeminin görünmesine engel teşkîl eder. İdeoloji belki pratikte zayıflamış olabilir, fakat hakîkatte bir şekilde ve yerlerde mevcutsa Failin kendisinde aşırı bir kuvvet ve iktidar vehmetmesi tam da ideolojinin istediği siyaset zeminini geri kazanması için el verişli ortamdır.

İkinci faktör ise ideolojinin taşıyıcılarının ve tatbik edicilerinin içine düştüğü sinik hâldir. Sinik hâl ile gevşeyen ideolojik zeminin taşıyıcıları kendilerine yeni hâkim (olmaya çalışan) zeminde bir yer açmaya çalışabilir. Bunun için de ideolojik söyleminden geri adımlar atar veya içerisine mevcut hâkim Fail(ler)’in söylemini serpiştirebilir.

Bütün bu yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyler ışığında gelelim ülkemize ve ülkemizin ideoloji olarak kendini kabul ettirmiş Kemalist/Kemalizm söylemine.

Cidden Türkiye’de Kemalist ideoloji bizim zannettiğimiz kadar iktidarında sarsılma yaşadı mı, yoksa bu bizim kendimizi inandırdığımız bir gerçek mi? (Burada ilk sorulması gereken sualin aslında Kemalizm’in bir ideoloji olup olmadığına dair olması gerektiğinin farkındayım, fakat biz şu anda bu yazıyı bir kısım ön kabuller üzerinden; Kemalizmin de Liberalizm veya Marksizm gibi bir ideoloji olduğu kabulünden yola çıkarak yazıyoruz.) Ya da suali biraz daha değiştirerek soracak olursak, acaba Kemalist ideoloji bizim bir şekilde kendisini takip etmemizi biz farkında olmadan sağlıyor mu? (Ki burada Zizek’in Marks’tan esinlenerek yaptığı ve benimde muhtelif zamanlarda ve şekillerde kullandığım ideoloji tanımına atıf yapmamız gerekiyor: -The most elementary definition of ideology is probably the well-known phrase from Marx’s Capital: “Sie wissen das nicht, aber sie tun es” (“they do not know it, but they are doing it- İdeolojinin en temel tabiri Marks’ın Kapital’indeki muhtemelen en çok bilinen şu ifadesidir: “bunu bilmiyorlar, fakat yapıyorlar”).

İdeolojinin bu tanımını baz aldığımızda acaba biz bugün bir şekilde Kemalizm’i yeniden üretiyor olabilir miyiz suali geliyor aklıma? Bunun için de örneğin bir seçim mitinginin Samsun’dan başlamasını verebiliriz belki de.

Bilindiği gibi M. Kemâl Nutuk isimli eserine Samsun’dan başlarken aslında bütün olan biteni kendisinden başlatıyor, yeni bir ideolojik zemin kuruyor ve kendisini tahkim ediyordu. Dolayısıyla M. Kemâl Marks’ın “bunu bilmiyorlar ama yapıyorlar” sözü kapsamında hareket etmedi; Osmanlı Devleti’ni yeniden üreten herhangi bir söylemde bulunmadı. Fakat bence seçim mitingine Samsun’dan başlayan bir siyasetçi Kemalizm’i yeniden üretiyordu, fakat bu sefer “bunu bilmiyor”du.

Türkiye’nin Kemalist dokusunun hâlâ var olduğunu bir sürü misalden yola çıkarak ortaya koyabiliriz, fakat ben burada en temel olmakla birlikte en gizli de olan bir başka misal ile bunu göstermek istiyorum:

Dört senelik üniversite hayatım boyunca herhalde benim anti- Kemalist olduğumu bilmeyen hiç kimse kalmamıştır etrafımda. Bu tavrımı birinci sınıftan beri koymaya gayret ettim ve bundan dolayı hapisle korkutulmaya çalışıldığım da oldu. Dört senelik sosyoloji formasyon dönemi böyle bitti ve iş diploma almaya geldiğimde önüme bir kâğıt uzattılar imzalamam için. Bu her talebe için münferiden hazırlanmış bir kâğıt değildi; bir dizi talebe benden önce imzalamış ve “vazifesini yerine getirmişti”.

Neye imza attığımı anlayabilmek adına kâğıdın üstüne baktım ve orada bu kâğıdın benim hayatım boyunca “Atatürk ilke ve inkılâblarına bağlı kalacağıma” dair hazırlanmış bir kâğıt olduğunu gördüm. Bu cidden benim ve benim gibi Kemalizm’e mesafeli duran herkes için geçerli olmuş bir durumdur kanaatimce. Kişinin Failliğini, seçebilme kâbiliyeti olduğunu, bir hüviyet taşıdığını inkâr etmektir. Bu ülkede artık olmaması gereken bir tatbikattır ve maalesef de mecburîdir; imza yoksa diploma da yoktur diye düşünüyorum.

Fakat burada iki yönlü bir ideolojik taşıyıcılıktan bahsediyoruz aslında:

Ben bu kâğıdın ne olduğuna baktığım zaman kâğıt bana ne olduğunu açıkça ifade ediyor: Bu kâğıt (kelimenin gerçek mânâsıyla) beni “Atatürk ilke ve inkılâblarına bağlı” bir vatandaş mevkiine yerleştiriyor. Burada her şey açık. İdeolojik yapı kendisini her türlü sinisizmden tecrit ederek, bizzat kendisi olarak karşınızda duruyor. Bu Althusser’ci mânâda okunmaya gayet müsaittir. Eğitim bir DİA (devletin ideolojik aygıtı)’dır ve fertler üzerinde kurduğu baskıyla kendisini tahkim eder.

Öte yandan biraz daha yakın bir bakış Marks’ın tarifine uyuyor: Kemalizm’i sadece o kâğıt tahkim etmiyor; o kâğıdı bana uzatan (kapalı) hanımefendi de tahkim ediyor (fakat bu sefer taşıyıcı Fail “bilmiyor”). İhtimâldir ki kılığı ile “Atatürk ilke ve inkılâbları”na tezat oluşturan bu arkadaşımız bu kâğıt üzerinde hiç düşünmemiş olabilir, yazıyı okumuş ama ciddiye almamıştır belki, onun gözünde bu kâğıt basit bir formaliteden öte bir şey değildir. Oysa işin aslı şüphesiz onun gördüğünden çok farklıdır.

Başka misaller de verilebilir: örneğin her sınıfa M. Kemâl portresi asan bir hizmetli bunu yaparken bunu ideoloji uğruna yapmıyordur çoğunlukla, o portreyi astıktan sonra karşısına geçip saygı duruşunda falan da durmuyordur; fakat bu o hizmetlinin farkına varmadan bir fiil-fail ilişkisi içerisinde olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İdeoloji nefesini hissettirmeye, bu kez kendisini farkettirmeden, devam eder.

Özetle söylemek gerekirse 21. asırda Türkiye’de işler bizim bazen zannettiğimizden çok farklı. Biz birçok şeyin değiştiğini geçmişi okuyarak görebiliyoruz. Fakat madalyonun öbür yüzü oldukça tehlikeli: biz değişmeyen birçok şeyi ya görmüyoruz ya da (daha da tehlikelisi) değişmiş olarak kabul ediyoruz. Fakat kritik bazı noktalarda anlıyorsuz ki Türkiye’mizde hâlâ “kral vardır, ama bilinmeyen bir yerlerdedir.”