Tarihin hafızayı millet olduğu deyim olarak kulağımızın aşina olduğu bir gerçektir. Bu anlamda tarihi öğrenmek bizim açımızdan hafızamızı korumak kadar önemli bir meseledir. Bu denli önemli sayılan bir mesele de belli bir menhec takip etmeksizin tarih adına nakledilen her bir hadiseye inanmak veya önümüze çıkan her kitabı okumakla olabilecek bir şey değildir. Belki böyle bir menhecsizlik hiç tarih okumamış olmaktan daha zararlı sonuçları doğuracaktır. Nihai olarak konu tarih okumalarımızda takip edilmesi gereken menhece; tarih kitaplarına nasıl yaklaşmamız gerektiğine gelmektedir.

Her ilimde kaynak mantığı ziyadesiyle önemliyken tarih ilminde daha bir önem taşımaktadır. Zira tarih adına yazılan şeyler yorumsal bilgilerden çok menkûlâta dayandığı için hangi tarih kitabından sahih bilgiyi elde edebileceğimizi bilmek sağlıklı bir tarih müktesebatına sahip olabilmemiz için zaruridir. Bu bağlamda, tarih okuma menhecimizin ve tarih kitaplarına bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair hulasa mahiyetindeki şu yazıyı kaleme almayı lüzumlu gördük. Dilerseniz konumuzu birkaç başlık altında şöyle tasnif edebiliriz:

  1. Müteassıp ve Müsteşrik Görüşlü Kitaplar:

Bazı tarihçiler, mensup oldukları bidat mezhepleri takviye etmek ve saplandıkları ideolojik bataklığı destekleyebilmek amacıyla, sahabeyi tahkir eden, İslâm’ın büyük şahsiyetlerine dil uzatan nakillerde bulunmayı kendi adlarına ‘sevab’ olarak telakki etmişlerdir. Dolayısıyla tarih adına belgelenmesi mümkün olmayan, uydurma olduklarını -belki- kendilerinin de bildiği birçok nakilleri sırf kendi düşüncelerini destekliyor diye kitaplarına almışlardır. Müşahhas misal vermek gerekirse Ebû Mihnef, el-Kelbî ve Murûcu’z-Zeheb sahibi el-Mes‘ûdî bunlardandır.  Bu sebeple Ebubekir ibnu’l-Arabî, Mes‘udî’nin hileci bir mübtedinin ta kendisi olduğunu, naklettiği şeylerde ilhad seviyesinde rivayetlerin olduğunu,  bidat sayılabilecek nakillerinin ise kesinkes var olduğunu söylemektedir.[1] İbnu’l-Arabî’nin bahsini yaptığı görüşler el-Mes‘ûdî’nin i‘tizâlî ve şiî görüşleridir.

  1. İnsâfı Elden Bırakmaksızın Yazılan Kitaplar:

Tarih kaynaklarından bir kısmı da ilim ehli olan büyük imamlar tarafından insaf ilkesi üzere yazılmıştır. İbn Cerîr et-Taberî’nin Tarih’i, İbn Asâkir’in Tarîh’i, İbn Kesîr’in Tarîh’i bunlardandır. Zira bu kitapların en belirgin özelliği şudur: müellifleri birçok mezhep ve meşrepten yaptıkları nakilleri hep râvîlerini tek tek zikrederek yapmışlardır. Bununla da amaç okuyucunun rical ilmi vasıtasıyla ilgili nakillerin sıhhat durumunu ortaya çıkarabilmeye imkân bulmasıdır. Bu imamlar, rivayetleri bu şekilde aktararak, ‘sorumluluk aktaran kişi üzerinedir’ ilkesini takip etmişlerdir.

Zira onlara göre bir rivayeti senediyle nakletmek, o rivayetin sıhhat durumunu da ortaya koymuş olmak anlamına gelmektedir. Çünkü onların döneminde isnad ilmi yaygın olduğundan birçokları tarafından senetteki râvilere bakılarak kolaylıkla sahih olanlar sakim olanlardan ayrılabiliyordu. Ayrıca bu imamlar kitaplarında naklettikleri tüm hadiselerin sahih olduklarını temin etmediklerini de yer yer açıkça söylemekteydiler. Nitekim İbn Kesîr’in Ebû Mihnefle ilgili söyledikleri buna misaldir. Keza İmam et-Taberî de Tarîh’ine yazdığı mukaddimenin sonunda, kitabında yer alan ve okuyan kimsenin garipseyip kabullenmeyeceği rivayetleri sahih kabul ettiği için değil öncekilerden kendisine nakledilmiş olan rivayetler olduğu için eserine aldığını, dolayısıyla eserinde bu tarz rivayetlere yer vermesinin onları doğru kabul ettiği manasına gelmediğini tasrih etmektedir.[2]

Esasen burada İmam et-Taberî üzerinden verdiğimiz misal tam olarak yukarıda ‘kaynak mantığı’ terkibiyle dikkat çekmeye çalıştığımız noktaya tam bir örnektir. Zira tarih ilminde de diğer ilimlerde de kaynaklardan bihakkın istifade edebilmemiz hangi kaynağın müellifi tarafından hangi amaçla yazıldığını bilmemize bağlıdır. Müellifler eserlerini kaleme alırken belli bir menhec takip ederler ve bunu kendileri çoğu zaman dolaylı ya da dolaysız beyan ederler. Etmeseler bile, bu menhec onların kitaplarını dikkatlice okuyunca ortaya çıkar. Kitaplardan gerektiği şekilde istifade ederek ilim adına tahkik edilmiş neticeler ortaya çıkarabilmemiz için de müelliflerin kitaplarını yazarken takip ettikleri menheci bilmemiz şarttır.

Meselâ Taberî’nin kitabı -kendi beyanıyla- tarih adına mevcut olan rivayetlerin senet ya da metin açısından kritiğini yapmak menheciyle yazılmamış olmasına rağmen, bu kaynaktan böyle bir sonuç elde etmek maksadıyla istifade etmeye kalkmak son derece yanlış bir tutum olacaktır. Ve doğal olarak da ilim namına yanlış neticelere varmaya müncer olacaktır. Zira İmam Taberî bu kitabını hangi haberler tarih sahasında delil olmaya elverişlidir sorusunun cevabını bulmak için yazmadığını bizzat kendisi söylemektedir.[3] Taberî gibilerinin kitap yazma menhecini, bugünkü mahkemelerin hakkında soruşturma açılmış olan bir şahısla ilgili tüm istihbârî bilgileri toplamasına benzetebiliriz. Nitekim mahkeme, bu sadette gelen bilgilerin içinde yalan ve tutarsız bilgilerin var olduğunu bilse de konuyla ilgili etraflı bir çalışma yapıldığını gösterebilmek için bu bilgileri de elde etmektedir.

Diyebiliriz ki mütekaddim hâfızların tarihi haberleri aktarışındaki mantık, onların bir hadisi/hadiseyi isnadıyla naklettiklerinde sorumluluğundan kurtardıkları anlayışına sahip oldukları şeklinde izah edilebilir. Sadece tarihçilere mahsus olmayan bu durum evvelki asırlarda yaşamış olan müfessirler için de geçerlidir. Onlar, Kur’an-ı Kerimle ilgili belli hususların izah edilmesinde faydası dokunabileceğini düşündükleri haberleri isnadî durumlarına değinmeden aktarmışlar, ilgili haberlerin senet açısından ne durumda olduklarını ortaya çıkarmayı ise kendilerinden sonra gelecek ehl-i ilme bırakmışlardır.

  1. Sahih-Sakîm Ayrımı Yapmayan Kitaplar

Tarih alanında yazılmış bazı kaynaklar hiçbir sahih-sakim ayrımı yapmaksızın yukarıda tasnif ettiğimiz kaynaklardan karışık biçimde beslenmiştir. Bu kaynaklar, tarihi haberlerin senetlerini de hazfederek okuyucuya bunların tamamının tarihi hakikatler olduğu izlenimi vermektedir. Kimi zaman bu tarz haberler üzerine bazı fer‘î hükümleri bile bina etmektedirler. Herhalde bu kaynaklar, böyle bir menheci takip etmekle bu nakillerin tarihi rivayetler olmaları hasebiyle rivayet edilmelerinde müsamaha olabileceği düşüncesini taşımaktadırlar. Oysa bu düşünce tüm tarihi haberler için geçerli olabilecek bir yaklaşım değildir. Zira tarihi haberler içerisinde akide esasları ve şer‘î hükümlerle doğrudan alakalı olan rivayetler vardır. Ve bu rivayetlerin naklinde son derece titiz davranılması, doğru olanların uydurulmuş olanlardan ayrılması bir vecibedir.

Bu tarz üzere yazılmış kitaplara örnek olarak Ebu’l-Fidâ’nın el-Muhtasar fî Ahbâri Tarihi’l-beşer’i, Abdülvehhâb en-Neccâr’ın el-Hulefâu’r-Râşidûn’u, Şeblencî’nin Nûru’l-Ebsâr’ı gibi eserler zikredilebilir.

İlave olarak bir de, içerdiği bazı mevzu rivayetler sebebiyle birinci kısımdan mı yoksa üçüncü kısımdan mı olduğu tam belirlenemeyen tarihi kaynaklar vardır ki İbn Kuteybe’nin el-İmâme ve’s-Siyâse’si böyledir. Nitekim İbn Hacer el-Heytemi ve Ebubekir İbnu’l-Arabi bu kitapta yer alan bir kısım nakillerden dolayı İbn Kuteybe’yi tenkit etmişler hatta bu nevi rivayetler sebebiyle kitabın tamamının İbn Kuteybe’ye nispet edilemeyeceğine işaret etmişlerdir. Muasır kitaplar içerisinde de Ömer Ferruh’ın Tarihu sadri’-İslâm ve’d-devleti’l-Emeviyye isimli eseri bu kısma örnektir. Zira müellif bu eserinde sahabe arasında cereyan etmiş olan ihtilafları saltanat ve makam kapma savaşları gibi görmüş ve göstermiş ve bu bakış açısına da uydurma rivayetleri mesnet kılmıştır.[4]

Netice:

Yukarıda yaptığımız tasniften de anlaşılacağı şekilde her ilimde ‘kaynak mantığı’nı iyi çözmemiş gerekmektedir. Hangi kitabın müellifi tarafından hangi menhec üzere yazıldığını iyi bilmeli ve kaynaklardan bu minvalde istifade etmeye gayret etmeliyiz. Aksi takdirde bir gece oduncusu misali elimize gelenin odun mu, çalı çırpı mı olduğunu bilmeden hareket edecek ve malumat olarak ortaya sağlıklı neticeler koyamayacağız. Bahsini yaptığımız bu durum hususen de tarih alanı için ehemmiyet arz etmektedir. Doğru olanları uydurulmuş olanlarından ayırt edilmiş bir tarih müktesebâtı ortaya koymak, isnâd ilminin yok olma seviyesine geldiği, yalan rivayetler üzerinden sahabeye ve büyük İslâm önderlerine saldırıldığı zamanımızda çok daha fazla ehemmiyet arz etmektedir. Bu sebeple tarih kitaplarını yukarıda yapılan tasnife göre değerlendirmeli ve hangi açıdan istifadeye medar olabileceğini iyi tespit etmeliyiz.


*Ömer Faruk Korkmaz Hoca’nın “Tarih Kitaplarından İstifademiz Nasıl Olmalı?” yazısı.

[1] Ebubekir ibnu’l-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, Vizaretu’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, Suud, 1419, Baskı: I,s. 249
[2] İbn Cerîr et-Taberî, Tarîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, Daru’t-Türâs, Beyrut, 1387, Baskı: II, I/8
[3] et-Taberî, Tarîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, s. 7
[4] Buraya kadar nakledilen tasnif ve misaller için bkz. Muhammed Salih Ahmed el-Ğursî, Faslu’l-Hitâb fî Mevâkıfi’l-Ashâb, 1410, s.25-31