Derdi, bulmak için arama Aziz!

“Bizleri, bakınız, işte ben buradayım” demekten muhafaza eyle Ya Rabbi, diye dua etti Aziz, etrafındaki onca na’danın varlığından şikayet ederek.. “Rızayı Bâriye ulaştıracak ilmi talep etmek, tüm isteğimdir” diyerek devam etti heyecanla; bütün olan bitenlerden, kendini, tecrid etmek kararını alalıberi, herkesten birer birer, hiçbir şey olmamış gibi uzaklaşıyordu. Mâsivâ idi bunlar, doğru ya.. Taşradan uzaklaştıkça, içinde, kalbinde bir yerlerde, belki, aylardır, hatta, yıllardır kendisinden mahrum bulunduğu şeye yakınlaşıyordu, kendisine.. Yaklaşıyordu.

Aradığını bileceksin dese de kendi kendine; “aramadan bulan var mı ki” de derdi kendi kendine.. Derdi, bulmak için aramak; aradığını bulmak, bulmakla olmak’tı aslında..

Yıllar önce bir aralık ayında kaybettiği babasından yadigâr ibrikten sesler duyar gibi oldu.  Sanki, “haydi Aziz, Rabbi’nin davetine icabetle emrolundun” diyordu bir ses; çok soğuk, biraz sonra kılarsın, diyen o meş’um sesin ardından..

Yıllar öncesine gitti aklı; merhûm pederinin ardından, artık burada duramam deyip şehre okumaya gittiği yıllar.. Odasında, kendi sabah namazına kalkmasına rağmen, O’nu uyandırmayan yurt arkadaşını düşündü bir an. Neden camiye gitmeden, evde dâhi nafile namaz kılan bu arkadaş, O’nu kaldırmıyordu ki?

Tüm bunları düşünürken, yetimliğini hissettirmemek için çalışıp çabalayan, müşfik, mülayemet sahibi annesinin sesini duydu, “haydi yavrucuğum uyan, namaz vaktidir” derken. Vakit henüz geçmeden camiye yetiş diyordu emektâr anne, oğluna temiz havluyu uzatırken.

Tüm bu duygularla abdest alıp mermer camiye gitti Aziz, o yaşlı dedenin yanına kıvrılıverdi. Yüzünden telaşesi okunuyor olmalıydı ki, namazdan sonra alıkoyup, nedir bu hâlin dedi yaşlı dede, merakla..

Aziz, bir garib hâl ile mütehâlli olduğunu anlatamamanın te’siriyle olsa gerek; “ben” dedi ağladı, “annem” dedi ağladı, konuşamıyor, izâhına güç yetiremiyordu bu yaşadıklarının..

O’nu teskin ve teselliden sonra, vaaz-u nasihatte bulunup evine kadar uğurladı yaşlı dede. O da, gençlik yıllarındaki savrulmalarına, boşluğa düşüşlerine hayıflandı bir an; Aziz ile âkibetim, aynı mıdır ki diye düşünürken..

Bundan 40 sene önce çıktığı gurbette yaşamıştı sanki, Aziz’in söyleyemediklerini, söylese de duyuramadıklarını.. Ne ki, O da anlamıştı; ruhun terbiyesidir bu. Sûkut gerek, sekinet ile..

Şefika anne de oğlunda gördüğü durgunluğun sebebini sormuş, cevab bulamayınca efkâra gark olmuştu ister istemez. Biricik evladı, eriyordu sanki gözlerinin önünde.. Sessiz. İçten içe. Hızla..

Dağların ardından doğan her güneş, bir şeyler götürüyordu Aziz’den, giderken.. O da ne olduğunu anlayamıyor, idrâk edemiyordu vehle-i ulâda. Dudaklarından şu ifâdeler döküldü bir kaç gün:

“Ne ki olabilir; hâlime derman olsun..”

Günler ayları kovalarken, eski, tozlanmış, çoğu da artık kullanılamaz hale gelmiş olan, babasından kalma kitaplar kendine çekti Aziz’i. Biraz okuyayım diye eline aldığı bir kitapta, “Sen emin ol, ya âkibet, ondan emin olmadığına emin ol!” diyordu müellif.. Âdeta kendi halini resmeden bu ibare, tefekküre sevk etti Aziz’i..

Sonra sayfalar ilerledikçe Aziz hâline izâh buluyor, izâhta hükme, hükümde hikmete tâlib olan bir derviş gibi heyecanlanıyor, hayreti haşyete tahvil oluyordu..

Derken, kendine gelir, işte aradığım, gönül dünyamı sekinete kavuşturacak yol, iz, hep buradaymış, diyerek annesine döner;

-Çok oldu mu buraya geleli anne?

-Yavrucuğum, Azizim, neyin var, söyle bana.

-Anneciğim, bir şeyim yok, meraklanma hemen.

Sonra tekrar döndü Aziz, Rabbi’nin bir yol gösterdiğine inanarak, ihlâs üzere devam etti okumaya.. Sonra, aklına, bu kitapları temizlemek, yıprananları onarmak geldi. Şefika anne de, bu güzel iş için kollarını sıvadı, beraber temizlediler çoğu artık kullanılamaz hale gelmiş olan kitapları.

Artık, Aziz’in günleri, insanın içine huzur katan, ruhuna sekinetin indiği bu kitap dolu odada geçiyor, mâlumatı arttıkça rahatlıyor, ilmi irfân ile harcedip yoluna devam ediyordu. Ruhuna açılan bir pencereydi sanki, O’nu ötelere taşıyan; olmazları olduran Allah Teâlâ’nın kendisi için açtığı bu yolda “olmak”, bunun ötesinde “ermek” istiyordu Aziz, “varmak” için, ötelerin ötesine…

İfadeye sığmayan, izâhını ancak gözyaşında bulan bir hâli kuşanan Aziz, hayatına bir randıman katmaya, bunların da ötesinde, hayatını hayat yapmaya, yola çıkmıştı; bunun ehemmiyetini müdrikti. Fakat, ilim ile de mücehhez olmalıydı; işte bunun içindir ki evvelâ “ne olmadığını” bilmeli, sonra “ne olacağına” karar verip iradesini bu menhece teksif etmeliydi. En azından, o, böyle düşünüyordu.

●İnsan, bir büyük âlem, âlem; içinde dönüp durduğun, bir şekilde idrâk etmeye cehd ettiğin mefhum..

Yine soluksuz bir okuma eylemini annesinin “haydi evladım biraz istirahat et, yemeğini ye tekrar dönersin” sözleriyle kesmişti ki; dışarıdan, ne olduğunu az sonra anlayacağı o ses ile uyandı derin uykusundan…

Mülahazalar:

●Evvela ne olmadığını bilmelisin, sonra ne olacağını…

●Kendine gelmek için uyumakla, uyumak için kendine gelmek başka şeyler; ilki iraden ile, ikincisi ifadenle zuhur eder.

●Hayat: izâhını ancak izâh hastalığına izâh etmenin kof diyalektiği, başıboş ruh haleti, diyorsan izâh et, hangi yoldur seni izâhına mecbur bırakan?

Dibace:

●Sefalet cihetiyle mânânın derekesinde, haslet cihetiyle gayenin en ücra tepesinde olmaya mı namzetsin? Çıkar haya libasını!

●Buna kıyasla tahassüs: kurban edilmeyi bekleyen fikrî bir sefaletin zirvesini işgale meftun, diyorsan; evvela kendine, sonra “asıl” karargahına!

Sevanih:

Aziz’in şahsında, mukavvadan imal heyulalarsa seni muzdarip eden; korkma, tefekkür mizanını doldurmaya bak..


Tekrar edelim;

●İslam’ı mahkûm, seni de mahrum etmek istiyor bu mücrimler; evvela kendine, sonra “asıl” karargahına gel aziz, gel!

●Âkibet, müstehakkına muhatap olacak âlem, bilir misin, nedir istihkakın?


Hikemiyat:

Azîz isen bir şefik bulursun illa; ya başta, ya sonda, müsterih ol…


Aziz İhsanoğlu

Editör
Musellem.net editörü...