Cahiliyye’den Modern Köleliğe Kadın Örneği

Geçmişten günümüze kadar sıkça tartışılan konulardan birisidir şüphesiz “kadın.” Yaradılış maddesi, varlığı, konumu, hakları ve kimliği ile alakalı bir takım spekülasyonların olduğu ‘kadın’; bugün hala bazı çevreler tarafından, eski toplumların dar ve sığ akıl yapılarına gömülmek istenmektedir. Kadının bir insan olarak algılanması dışında her türlü kimliğe maruz kaldığı acı bir gerçektir. Kadının bazı toplumlardaki konumuna göz atmak; kadına nelerin reva görüldüğü hususunda bizlere önemli bilgiler sunacaktır. Bu bakımdan kadının gelişim(!) sürecini üç dönemde incelememiz mümkündür:

   a)Cahiliye ve diğer toplumlar

   b)Asr-ı Saadet toplumu

   c)Modern toplum

Cahiliye ve diğer toplumlar: Eski Hint geleneğinde kadın, erkek hegemonyasının mutlak kölesi olarak hayatını sürdürürdü. Hint kadını erkeğine kayıtsız şartsız itaat etmek zorundaydı. Sosyal hayata dair belirleme ve tercih hakkı yoktu. Kocası ölen kadın, çoğu yerde kocası ile beraber yakılırdı. Dinleri gereği kötünün sembolü olarak kabul edilen kadın, miras hakkı gasp edilerek kocasının erkek akrabalarına verilirdi. Kocasının akrabaları yok ise, miras din adamlarına bırakılırdı. Dul kalan kadın ölene kadar evlenemezdi.

Eski Çin ve Japon geleneğinde kadının değeri, kocasına ve kocasının akrabalarına yaptığı hizmeti ile ölçülürdü. Erkek yine mutlak söz sahibi idi. Kadın terbiye edilmesi gereken bir varlık olarak lanse ediliyordu.

Eski Yunan ve Roma geleneğinde ise kadın, alınıp satılan, devredilen eşya hüviyetini taşıyan, kötülüğün kaynağı, yaratılışta eksik olan sıra dışı bir varlık olarak görülüyordu. Ancak kadının asıl konumunu cinsellik tayin ediyordu. Afrodit ya da Roma’daki ismiyle Venüs, cinselliğin tanrısal boyuta ulaştığının açık bir göstergesidir. Bazı filozoflar/düşünürler daha ileri giderek kadının ruhu var mıdır yok mudur, İnsan mıdır değil midir? gibi absürt sorularla zihin bulandırmışlardır.

Kadının gerçek kimliğini kazanmadan önceki son evresi olan Cahiliye Devri’nde de değişen bir şey yoktu. Kadın satılan, devredilen bir eşya olarak görülüyordu. Kadın, kocalar arasında değiş tokuş edilir, kendisine hiç bir konuda danışılmazdı. Kız çocuğu yüz karası olarak sayılır; diri diri gömülürdü. Diğer toplumlarda olduğu gibi bu devirde de kadının miras hakkı yoktu.

Asr-ı Saadet toplumunda kadınlar, gerçek kimliğine kavuşmuş; kendilerine sunulan özel şartlar çerçevesinde topluma faydalı bireyler yetiştirmişlerdir. Eski dönemlerin yerin altına koyduğu kadını İslam; cennetin üstüne çıkarmıştır. Allah kadınların birer emanet olduğunu deklare etmiş; buna dair ayetler/yasalar indirmiştir. Bu yasalar çerçevesinde kadınların sosyal konumu güçlenmiş, onlara reva görülen geçmişin izleri biraz olsun onların zihinlerinden bertaraf edilmiştir. İslam toplumunda doğan kızlar ise gözlerini mutluluğa açmışlardır.

Allah Teâlâ bir yandan ayetler ile kadını korurken diğer yandan da Hz. Peygamber (aleyhisselam) hadisleriyle onun beşeri ilişkilerde konumunu sağlamlaştırıyordu. Rabbimiz Nisa süresinde “Kadınlara iyilikle muamele ediniz”, yani kadınlara hak ettikleri değeri verin. Onların kadirini düşürecek girişimlerde bulunmayın. Biz onları yükselttik siz onları indirmeyin, buyuruyor. Efendimiz (s.a.v) de kadınlara nasıl davranılması gerektiğini şu hadisiyle açıklıyor: “Kadınlara iyilik tavsiye ediniz. Kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en üst tarafı eğridir. Bunu düzelteyim derken kırarsın; kendi haline bırakırsan eğri olmaya devam eder. O halde kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye edin.” Buharı’nın Sahihi’nde yer alan bu hadis, kadınlara karşı olan davranışlarımızda son derece titiz ve ince olmamız; hatalarına karşı sertliği değil; iyiliği tutmamız gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiği ise çabuk kırılabilen bir vasıftadır. Verilen haklar çerçevesinde sosyal statüyü elde eden kadın; kendi bağrından Ümmet’e önder/anne olan Hz. Aişe’yi (r.a) çıkarmıştır.

Modern toplumda ise, sanki geçmişte kadın haklarını koruma altına alan bir nizam gelmemiş havası var. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, İslam, modern normlar içerisinde eritilerek seküler bir şekle sokulmak istenmekte, İslam’ın güya kısır kaldığı bazı noktaları, modern insan algısıyla izale edilmek istenmektedir. “Kadın ve erkek tüm haklarda eşittir” ifadesi de bunun ürünüdür. Oysaki kadın ve erkek, yaratılış itibariyle farklı olduğundan, kendilerine sunulan hayat ve haklar da farklıdır. Modern aklın yeni bir nizam hayali, kendini İslam üstü kabul ettiğindendir. Ancak İslam’ın kadına verdiği değer hiçbir nizam tarafından verilmemiştir, verilmeyecektir de. İslam üstü bir nizamın olmayacağı malum iken, ona dönmemiz ve onun emrettiği nizamı devam ettirmekten başka çaremiz yoktur. Maalesef modern hayatın bize sunduğu verilerin sonuçlarını her geçen gün yaşayarak tecrübe ediyoruz. Sekülerizmin pençesinde olan dünya insanı, olayları kendine sunulan bu verilerle değerlendirirse, dünya yaşanılası bir dünya olmaktan çıkar. Nitekim günümüzde kadına şiddetin artması bunun en açık tezahürüdür. İslamsız toplumların adetleri modern dünyada yeniden dirilmektedir. Özellikle son yıllarda kadına yönelik artan aile içi şiddet, tecavüz ve cinayet olayları had safhaya ulaşmıştır. Yapılan istatistikler bunu kanıtlar niteliktedir.

Kadına yönelik şiddetle mücadele ulusal eylem planı 2012-2015 raporunda;

   – Dünya Bankası verilerine göre, dünya genelinde şiddet nedeniyle hayatını kaybeden 15-44 yaş grubundaki kadınların sayısı kanser, sıtma, trafik kazası ve savaşlar nedeniyle ölen kadınlardan daha fazladır.

   -BM İstatistik Bölümü (UNSTATS) verilerine göre 1995-2006 döneminde hayatında en az bir kez fiziksel şiddete maruz kalan kadınların oranları ve ülke karşılaştırmalarından örnekler şu şekilde sıralanabilir: Kanada %8, İsviçre %11, İtalya %14, Japonya %15, Danimarka %20, Avustralya %27, Almanya %29. (Yaklaşık olarak)

 -ABD’de cinayete maruz kalan her üç kadından biri, yakın arkadaşı tarafından öldürülmektedir.

Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu tür şiddet eylemleri yaşanmaktadır. Ayrıca Türkiye’de yapılan araştırmalar diğer ülkelerdeki araştırmaların sonuçlarıyla örtüşmektedir. Ülke genelinde evlenmiş kadınların yaşamlarının bir döneminde

  • %39 fiziksel şiddete,
  • %15 cinsel şiddete,
  • %42’si fiziksel veya cinsel şiddete,
  • %44’ü duygusal şiddet/istismara

eşleri ya da yakınları tarafından şiddete maruz kalmışlardır. Görüldüğü üzere bu istatistikler dünyanın her bölgesinde kadına karşı topyekûn bir savaş olduğunu ilan etmektedir. Hiç şüphesiz modern anlayışın kadına biçtiği rol, bu istatistiklerin temel sebebidir. Modernitenin kendi içine hapsettiği kadın, İslam dışı dönemlerden daha farklı bir konumun başrolü olmuştur. Bu rol kadını baş tacı değil; modernizmin ve kapitalizmin türettiği tüketim, kitle-iletişim araçları, giyim ve kozmetik gibi yollarla köle yapmıştır. Kadın üzerinde denenen tüm sun’i izmlerin başarısız olduğu ortada. Bu açıdan yeni bir rolün ya da kimliğin değil; kadının yeniden İslam’ın şemsiyesi altında yürümesi gerekir. Genelde insanlar özelde kadınlar yeni bir İslam’a değil; yeniden İslam’a şartlanmalı ve hayatını bu uğurda tanzim etmelidir.

     Yunus Sanır