Bir âyet muvacehesinde “bence-lik” safsatası!

Dünya; varlığın, “yokluğun” mahşeri. İdeolojiler, davalar, fikirler her an madde ve mânâ planında mahkûmiyete, muzafferiyete muhatap. Bazen, biz mağlubiyet olarak görsek de, fethe gebe geceler geçer âlemden… Biz muzafferiyet olarak telâkki etsek de, mağlub olmanın acı sonları sarar gündüzü…

Bir cuma vakti..

Falanca üniversitenin filanca fakültesinde, Cuma namazını eda etmek için vaktin gelmesini bekliyor, vaazı dinliyorum. Vaiz, (sadece) cemaate konuşuyor , cemaat de “bi arkadaşına” anlatmak için dinliyor… (Düşüncesi sarıyor zihnimi)

Üstelik, geçen hafta yarım kalan konularını nihayete erdiren akademisyenler, yarınki futbol müsabakasını hangi kanalda izleyelim? sualine cevap arayan talebeler, acaba bu vaiz şu kadar hezeyanı nasıl ard arda sıralayabiliyor? diyen ve evvelâ kendi içinde, sonra bu yazıda olduğu gibi reddedenler…

Hadiseyi şöyle hülâsa etmek mümkün;

Önceden de, Cuma’ya gelen Müslümanlara “Kabir azabının” varlığını “yani”, “işte” , “bence” demek suretiyle ispat(!) etmeye çalışan, bir kardeşimden öğrendiğime göre, Arapça muallimi olan bu zât, tahsilini Suriye’da ikmal etmiş.

Dinleyebildiğim, yetişebildiğim kısımda mütemadiyen “ben böyle düşünüyorum” diyordu… Müslümanların “geri kalmışlığından(!)” dem vuruyor, ahiret hayatını beyân eden, ahirette vuku’ bulacak hâdisatı tadat eden ayet-i celileleri “bugünkü” hâdisat ile ilişkilendiriyordu. Dikkatimi celbeden bir husus, “Rabbimiz şu ayette mealen şöyle buyuruyor” dedikten sonra “bence bu ayeti şöyle anlamalıyız, ben sınıfta öğrenci (değil; talebe!)lere şöyle şöyle anlatıyorum” diyor oluşuydu. Neden, muktedir bir müfessirin ilgili âyetle alakalı olarak bir hadis, başka bir âyet, ya da bir sahabe kavlinden istinbat ettiği, telâkki ettiği bir “görüşü”, “tefsiri” nakletmiyordu, bilmiyorum.

“Muhakkak bizim ordumuz kesinlikle galip gelecektir.”[1] âyetini, siyak-sibakına bakmadan, acaba Kur’ân’ın; “(O peygamberleri) apaçık deliller ve kitaplarla (göndermiştik). Sana da bu zikri (Kur’an’ı) indirdik ki kendileri için insanlara indirilen şeyi bildirip “açıklayasın”. Olur ki iyice düşünürler.”[2] hitabına muhatap olan Resûlullah’ın ﷺ  bu husustaki beyânı, açıklaması nedir diye bir bakayım demeden “bence”lerine yenilerini ekliyordu.

“Şuan dünyada yenilmeyen ordu kimin ordusu? Amerika değil mi, bence bu âyeti böyle de anlayabiliriz arkadaşlar”

Böyle bir usûl (süzlükle) nereye gidecek bu vaiz?! Doğrusu, “doğru” yere gitmeyeceği aşikâr.

Diğer hezeyanlarına geçmeden âyetin evvelinde ne buyuruyor Rabbimiz’in ne buyurduğuna bir bakalım:

167. Gerçi (o puta tapanlar) şöyle diyorlardı:
168-169. “Eğer gerçekten yanımızda, evvelkiler(e inen)den bir kitap olsaydı mutlaka biz Allah’ın ihlaslı kulları olurduk.”
170. Şimdi ise (Kur’an gelince) onu inkâr ettiler (kabul etmeyip dışladılar). Artık ilerde (başlarına neler geleceğini) bilecekler.
171. Andolsun ki gönderilen peygamber kullarımız için bizim (şu) sözümüz geçmiştir:
172. “Hakikaten, kendilerine yardım edilecek (ve muzaffer olacaklar)dır.”
173. “Muhakkak bizim ordumuz kesinlikle galip gelecektir.”
174. “Onun için bir süre onlardan yüz çevir (onları önemseme).”
175. “Gözetle onları(n başına ne geleceğini), kendileri de yakında görecekler.”
176. Şimdi çarçabuk azabımızı mı istiyorlar?

Kendi şahsî, indî yorumlarıyla mânâ olarak “tahrif” ettiği âyet-i celileyi Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri nasıl tefsir etmiş, bir bakalım;

“Bu mübarek âyetler de, müşrikleri tehdit eden âyetleri müteakip Resûli Ekrem Hazretlerine tesliyette bulunuyor, ehl-i islâm’ın nusret-i ilâhîyyeye nail olacaklarını tebşir buyuruyor. O Nebiyyi Zîşan’ın yakında cezalandırılacak olan müşriklere bakıp da müteessir olmamasını emrediyor. Ve Allah-i Azîm’in gayrı lâyık tavsiflerden münezzeh olduğunu ve Peygamberân-ı izâm’ın selâm-ı ilâhîye mazhar bulunduklanı, asıl hamd-ü senanın da Rabbül âlemin Hazretlerine mahsus bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Tealâ Hazretleri, Peygamber-i Zîşan’ın kalbini takviye ve vâd-i ilâhî’sinin ehemmiyetine işaret için buyuruyor ki: (Celâlim hakkı için) Muhakkaktır ki, beşeriyeti dîn-i ilâhîye davete memur olarak (Peygamber gönderilmiş kullarım için) onların nusrete, galebeye, fütuhata muvaffak olacaklarına dâir (bizim bir sözümüz geçmiştir.) bir vâd-i ilâhî’miz vuk’u bulmuştur, o herhalde tahakkuk edecektir.”[3]

Amerikan ordusunun madden kuvvetli oluşunu övmek için Müslümanları tenkis eden, mes’eleyi bir de üniversite talebelerinin kopya çekmesine bağlayan bu vaize ne dense yeridir?!

Kâfir Amerika ordusuna mı “Allah’ın ordusu” diyeceğiz? Senin bir takım indî, sübjektif “yorumlamaların” Cuma namazını eda etmeye gelen talebelerin zihnini daha ne kadar iğdiş edecek!?

Üstelik bu vaaz, vaiz tarafından mütemadiyen tekrar ediliyor. Arapça bilmenin âlim olmaya yetmediğini daha ne kadar örnekle anlatacağız, başka yazıya havale edelim.

Bir kaç mülâhaza;

  • Âyetleri sebeb-i nüzûlüne bakmadan tefsir etmek, garabetleri de ardı sıra getirir!
  • Usûl olmadan değil vusûl; gusül bile olmaz!
  • Hâl çaresi adına, Müslümanları tenkit etmek aymazlıktır!
  • Herhangi bir mes’eleyi bağlamından/zemininden kopararak nasihat etmek, envai “arızalara” sebebtir.

 

Dipnotlar:

[1] Sâffât Sûresi/173.Ayet
[2] Nahl Sûresi/44. Ayet
[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Kerimin Türkçe Meali Alisi veTefsiri, cilt 6, s. 3014

Aziz İhsanoğlu