Azap Melekleri Nakşî-Hâlidîlere Azap Etmez mi?

Tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’nin ve bu kolun başında bulunan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî Hazretleri’nin faziletine dair tertip edilmiş olan bir sohbette, Mahmud Efendi Hazretleri kanalıyla, Ali Haydar Ahıshavî Hazretleri’nden şöyle bir nakilde bulunuluyor:

“Yarın âhirette kabirden çıkan bir adamı, azap melekleri azaba götürürlerken yakalasa, azaba götürürlerken yaka paça bir hâldeyken o adam: ‘Ben, Nakşibendî tarikatının Hâlidî kolundanım.’ dese, bırakırlar.”[1]

Bu sözlerin -benzer diğer birtakım sözler gibi- pek çok sebeple istismar edildiğine, İslâm’a aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildiğine, hurafeciliğe dair bir alâmet olarak gösterildiğine hatta Hâlidiyye dışında kalan diğer tarîkatlara mensup kimseler tarafından dahi eleştiri malzemesi hâline getirildiğine defaatle şahit olduk. Bu anlatımı, gençlerin deizme yönelmesine sebep olan, İslâm’a yamanan akıl almaz bir batıl inanış olarak takdim edenlere de rastladık. Daha önceleri Nureddin Yıldız’ın gündeme getirdiği bu konuda, geçtiğimiz günlerde benzer bir yaklaşım da Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Burhan İşliyen’den geldi.

Her şeyden evvel şunu ifade etmek gerekir ki, konunun zuhuratlara ne şekilde bakmak gerektiği, bu tür menkıbe ve sohbetlere ne şekilde yaklaşmak gerektiği ve anlatılanların vukuu mümkün şeylerden olup olmadığı gibi, birkaç veçhesi bulunmaktadır. Bunların bir kısmını maddeler hâlinde ele alarak kısaca değerlendirmeye çalışacağız. Bu noktaları nazarı dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler, hem yanlış netice verecek, hem de değerlendirme sahibinin anlayış seviyesi ve ilmî düzeyi konusunda olumsuz bir gösterge olacaktır.

1- Azap Meleklerinin Elinden Kurtulabilmek Mümkün Olabilir mi?

Melekler, Kur’ân-ı Kerîm’de de sarîh bir şekilde vurgulandığı gibi, Allah Teâlâ’nın emrinden hiçbir zaman dışarı çıkmayacak olan nuranî varlıklardır.[2] Azaba müstehak olan kimselerin âkıbeti, vefâtlarına yakın bir süre kaldığında (bir kabule göre Berâet, diğer bir kabule göre ise Kadir gecesinde), vazifeli meleklere bildirilir. Onlar da vakti geldiğinde, emrolundukları işi yaparlar.

Bu umumî hükmün yanında, hadîs-i şerîflerden öğrendiğimiz hususî birtakım durumlar da mevcuttur. Ehl-i Sünnet’in itikad umdelerinden biri olan şefaat kurumu da, bu hususî durumlara tesir eden mühim bir kurumdur.[3]

Şefaat, sadece âhiret âlemine mahsus bir durum da değildir; dünyada başlar ve dünya hayatının sona ermesinden sonra da devam eder.[4] Kabirde ve âhiretin diğer safhalarında da şefaat müessesesinin dahlinden söz edebilmek mümkündür.[5]

Şefaat edebileceklerin başında sâlih ameller gelir.[6] Sâlih ameller, bazı hadîs-i şerîflere göre kişiyi azaptan korur, bazı hadîs-i şerîflerin beyanına göre, gelen kabir azabını def eder, bazılarının fehvasına göre ise başlamak üzere olan azaptan (azap etmek için gelen azap meleklerinin elinden) kurtarır.

Dolayısıyla, bahis mevzuu yaptığımız anlatımda, bir kimseyi azap meleklerinin elinden alıp kurtaracak olan şey, icmalî bakımdan, kişinin tarîkata intisabı olmakla beraber, tafsilî açıdan, bu intisab vesilesiyle kazandığı güzel hasletlerin, gerçekleştirdiği amellerin ve en önemlisi de yaptığı tarîkat derslerinin, yani zikrin, murakabenin ve tefekkürün bereket ve şefaatidir.

Geldiğimiz bu noktada, söz konusu müridin, mürşidi olan zâtın ya da manevî silsile yoluyla bağlı bulunduğu kolun meşâyihinin şefaatini de, sâlihler zümresine verileceği vaad edilen şefaat müsaadesi doğrultusunda bir ihtimal olarak gündeme getirmek yanlış olmaz.

Hazreti Yûnus’un (Aleyhisselâm) Kavmine Gelen Azabın Geri Çevrilmesi

Konunun şefaate bakan kavramsal çerçevesinden evvel Kur’ân’ı Kerîm’e yöneldiğimiz takdirde, mevzu ile alâkalı delilleri Allah Teâlâ’nın kitabında da görebilmek mümkündür. Hazreti Yûnus’un (Aleyhisselâm) kavmine takdir edilen ve üzerlerinde dönüp dolaşmaya başlayan azabın geri döndürüldüğünü beyan eden âyet-i kerîme, bu konu bağlamında özellikle dikkate alınması gereken bir delildir. Kıssayı şöyle bir hatırlayalım…

“Rivayete göre, Hazreti Yûnus (Aleyhisselâm) Musul’un Nînevâ şehrinin müşrik olan halkına gönderilmişti. Onlar, onu inkârda ısrar edince o, onlara üç güne kadar helâk edileceklerini bildirdi. Kendisi de kavmini öfkeli bir şekilde terk edip gitti. Vaad edilen zaman yaklaştığında gökte şiddetli bir duman ve siyah bir bulut peydahlanarak şehirlerini kaplayacak şekilde üzerlerine çökünce korkuya kapılıp Hazreti Yûnus’u (Aleyhisselâm) aradılarsa da bulamadılar. Fakat onun verdiği haberlerin doğruluğunu yakinen anlayınca, eski elbiseler giyerek eşlerini, çocuklarını ve hayvanlarını yanlarına alıp yüksek bir düzlüğe çıktılar. Annelerle yavrularını birbirinden ayırarak ağlattılar, kendileri de hâlisâne tevbe ederek imanlarını izhar ettiler ve birbirleriyle helâlleştiler. O derece ki; bir kişi başkasından gasp edip evinin temeline koyduğu bir taşı bile sökerek sahibine iade ediyordu. Böylece onlar: “Ey Allâh! Bizim günahlarımız gerçekten çok büyük olmuştur; ama sen onlardan daha büyüksün! Sen bize, Sana yakışanı yap, bizim hak ettiğimizi bize reva görme!” diye ağlayarak sesli sesli dua edince, Cuma gününe tevafuk eden bir Âşûrâ gününde Allah Teâlâ azaplarını kaldırdı ki, bu âyet-i kerîmede belirtildiği üzere; azabın mukaddimesini gördükten sonra bunlardan başka kurtulan bir toplum olmamıştır.”[7]

Kıssa, kendilerine ulaşan azaptan kurtulan tek kavmin, Hazreti Yûnus’un (Aleyhisselâm) kavmi olduğu vurgusuyla sona eriyor. Bu muhakkak ki, helâkin, yani bir kavmin toplu olarak azaplandırılmasına yönelik geri çevrilmenin tek örneği olduğu anlamındadır. Bizim üzerine konuştuğumuz konu ise, toplu şekilde helâk ile ilgili olmayıp şahısların durumuyla ilgilidir. Burada konumuza ışık tutan ayrıntı, gönderilen azabın geri çevrilmesi yönünde gelişen neticedir.

Kabir Azabıyla Mücadele Eden Ameller

İslâm âlimlerinin büyüklerinden Celâleddîn Abdurrahmân es-Süyûtî (Rahimehullâh), “Kabir Âlemi” adıyla Türkçeye de tercüme edilmiş olan “Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr” adlı eserinde müstakil bir bahis açarak kişiyi kabir azabından kurtarabilecek şeyleri, ilgili rivayetleri de derç etmek suretiyle beyan eylemiştir.[8]

Bilhassa söz konusu bahsin hemen girişinde uzunca bir rivayete yer vermiştir ki, bu rivayette muhtelif kabir sahiplerinin birtakım amelleri vesilesiyle, etraflarını saran azap meleklerinden kurtulabildiklerine dair manalar yer almıştır. [9] Hadîsin metninde en çok dikkat çeken nokta da; bir misalde melekü’l-mevtin gelişi, diğer örnekte azap meleklerinin kuşatması, bir başka örnekte de sıratta çekilen azap esnasında yaşanan müşkül durumun, amellerin şefaati vasıtasıyla izale edilebileceğine yönelik vurgulardır.

Abdullah ibnü Mesud’dan (Radıyallâhu Anh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Tebâreke (Mülk) Sûresi, koruyucudur. Kabir azabından kurtarır. Azap, kabirde, onu okuyanın başucuna gelir. Baş der ki: Benden geçemezsin; çünkü bu başta, Tebâreke Sûresi okunmuştur.’ Azap, ayakucundan gelir. Ayaklar da: ‘Benden geçemezsin, bu ayaklar, Mülk Sûresi için çok dikilmişlerdir.’ derler.” [10]

Nakletmiş olduğumuz bu rivâyet ve aynı manayı ihtiva eden diğer rivâyetlere bağlı olarak, bir kimseyi ibadetlerinin, güzel ahlâkının ve sair hasletlerinin kabir azabından kurtarabileceği hususunun sübûtu da böylece ortaya çıkmış olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hususan Mülk Sûresi’nin Mücadelesi

İbnü Abbâs’ın (Radıyallâhu Anhumâ) konuyla ilgili bir rivâyetinde Mülk Sûresi’nin, çokça okuyanını azaptan kurtarma konusunda mücadele vereceğinden bahsedilmektedir. Bahsi geçen bu mücadele de sâlih amellerin, azabı engelleyebileceğine dair açık delillerden olmaktadır.[11]

2- Meleklerin Sahip Olduğu Bilgi Hatalı mı?

Konuyla ilgili eleştiri ve itirazlara baktığımızda, kendisine azap ulaşan kimsenin kurtuluşunun, girişte de beyan etmiş olduğumuz, meleklerin sıfatlarına dair malûmatla uyuşmadığı yönünde de birtakım söylemlerle karşılaşmaktayız. Bu noktayı dikkate aldığımızda, konunun meleklerin bilgisiyle olan alâkasına dair edilecek birkaç kelâm faydalı olacaktır.

Kaydetmiş olduğumuz rivâyetin beyanı veçhile, bir kimsenin ismi, azap meleklerine verilen listede yer alabilir ve azap melekleri kendilerine verilen malûmata binaen, muhatap alacakları kimseye şefaat edileceğine dair bilgiye muttali olmaksızın azap etmek üzere mevtanın –ya da kabir sahibinin- yanında hazır bulunabilirler. Bu durum, meleklerin sahip olduğu bilginin, muallak bir bilgi olduğu anlamına gelir.

Bununla beraber, vazifeli meleklere, vefat eden herkese gitmeleri yönünde genel bir emir verilmiş olabileceği de söylenebilir. 99 kişiyi öldüren adamın kıssası da, bu tespiti destekler niteliktedir. İlgili kıssayı hatırlayalım…

«Muhammed ibnü Musenna ve Muhammed ibnü Beşşâr (Rahimehumellâh), Muâz ibnü Hişâm’dan (Rahimehullâh); o, babası Katâde’den (Rahimehullâh); o, Ebü’s-Sıddîk en-Nâcî’den (Rahimehullâh); o da Ebû Sa‘îd’den (Radıyallâhu Anh) tahdîs etti: Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları içinde doksan dokuz insan öldürmüş olan bir kimse vardı. Sonra bu adam evinden çıkıp (zamanın âlimlerine: ‘Benim için tevbe var mıdır?’ diye soruyordu. Bir râhibe vardı da ona:

— Benim için tevbe var mıdır? diye sordu. Râhib:

— Hayır, yoktur, diye cevap verdi.

Bu cevap üzerine katil onu da öldürdü. Sonra bu adam yine sormaya başladı. Sorduklarından biri ona:

— Sen filan karyeye ve oradaki filan mabede git, dedi.

O karyeye giderken yolda kendisine ölüm erişti. Tevbekâr olmak için göğsünü, gittiği karyeye doğru yöneltip öldü. Bu durum karşısında rahmet melekleriyle azap melekleri orada çekişmeye başladılar… Rahmet melekleri:

—  Bu adam tevbe ederek kalbiyle Allah’a (Celle Celâluhû) yönelerek geldi, dediler. Azap melekleri ise:

— O hiçbir hayır işlemedi, dediler.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, tevbe için gideceği köye: ‘Biraz yaklaş!’ diye; ölen kimsenin köyüne de: ‘Biraz uzaklaş!’ diye vahyetti. Bundan sonra meleklerin yanına insan suretinde bir melek daha geldi. Onu aralarında hakem yaptılar. O da olay mahallinde bulunan rahmet ve azap meleklerine:

— Haydi, şimdi her iki taraf arasındaki uzaklığı ölçüp de mukayese ediniz’ diye emretti. Ölen o kimse tevbe köyüne bir karış daha yakın bulundu da, bu sebeple mağfiret olundu.”»[12]

Buradan da anlaşılacağı üzere; vefat anında, kabir sorgusu safhasında ya da kabir hayatının muhtelif safhalarında şefaat söz konusu olup da ilgili kimselerin azaba duçar olmaktan kurtulmaları, bizleri takdirin değişmesi ya da meleklerin bilgisizliği, hele hele de bedâʹ[13] gibi bir neticeye asla götürmez.

Mizanda amelleri tartılan kişinin durumu, cehennemlik bir kimsenin durumu gibi olduktan, yani günahları ağır bastıktan sonra, bu safhanın ardından vaki olabilecek şefaati nasıl ki hiç kimsenin sorgulama hakkı bulunmadığı gibi, ruhun kabzını müteakip veya kabirde ya da sırattan sonraki safhalarda vaki olabilecek şefaati sorgulama hakkına da hiç kimse sahip değildir.

3- İlgili Söz Karşısında Sair Tarîkatların Müntesiblerinin Durumu Nedir?

Hâlidiyye’nin fezailine hasredilmiş olan bir sohbette, diğer tarîkatların ya da şubelerin fezailini gündeme getirmemek, bir eksiklik yahut da taassup göstergesi olmasa gerektir. Bu konu özelinde Hâlidiler üzerinden verilen misal, seviye cihetinden paralel İslâmî hayat tarzını benimseyen her kesime teşmil edilebilecek bir misaldir. Dolayısıyla, bahis mevzuu yaptığımız anlatım bağlamında, ne Nakşibendiliğin diğer şubelerinin, ne de sair tarîkatlara mensup kimselerin alınmasını gerektirecek bir durum vardır.

4- Hâlidîler Kimlerdir?

Üzerinde durduğumuz konuyu “Hâlidîlere torpil” şeklinde karikatürize edip de istihza malzemesi hâline getirenlerin, Hâlidilerin kim olduğunu bilmemek gibi bir durumla karşı karşıya bulunduklarını da ayrıca belirtmek gerekir.

Hâlidiyye’nin kolbaşı olan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî Hazretleri, gerek mektuplarında, gerekse de Risâle-i Hâlidiyyesinde, Hâlidîlerin hüviyetini ve evsafını uzun uzadıya anlatmış ve onun yolunu/seyr-i sülük usûlünü takip eden meşayih de bu konuda malûmat vermişlerdir.

Hâlidî olarak vasfedilen bir kimsenin; mükellef olduğu farz ve vâcib amelleri terk etmemeyi hayatî bir konu olarak gören, bir vakit namazı geçirmeyi dahi büyük günahlardan sayan, sünnete ittibayı hayatının her alanında merkeze alan bir anlayışa sahip olduğunu hatırlamak lâzımdır.

Hâlidî kimliğinin muhtevasını hatırlatırken; farz namazların ve revâtib sünnetlerin yanı sıra işrak, kuşluk, evvabin, şükür, istiane ve teheccüd gibi nafile namazları kılmayı daimî hâle getirmenin, abdestsiz gezmemeyi temel alışkanlık olarak benimsemenin Hâlidîlerin temel vasfı olduğu bilgisini de eklemek gerekir. Bütün bunların yanında, sünnet ve müstehab olan oruçların tamamını tutmaya gayret etmenin ve takva seviyesini her geçen gün daha da yukarılara taşımaya çalışmanın, Hâlidîliğin önemli esaslarından olduğunu belirtmeden geçmemek gerekir.

Bahis mevzuu ettiğimiz anlatımda (azap melekleri tarafından götürülmek üzere tutuklanmış kimseyle ilgili) geçen “Ben Nakşîlerdenim, ben Hâlidîlerdenim!” şeklindeki haykırış da detaylandırmaya çalışmış olduğumuz hüviyetin beyanından ve bu evsafa sahip olan meşâyih başta olmak üzere, tarih boyunca gelip geçmiş olan sâlihler zümresiyle tevessülden başka bir şey değildir. Peygamber Efendimiz’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), azap görmekte olan iki kabir sahibinin üzerine ikiye bölerek diktiği ve kabir azabını hafifleteceğini haber verdiği yeşil bir dal parçasının tesirinin yanında,[14] sâlihlerle tevessül ve şefaatten edilen söz, nasıl boş bir söz olabilir?

5- Garantici Şefaat Anlayışı İthamı

Konuyla ilgili yöneltilen eleştiri oklarının, bahis mevzuu ettiğimiz anlatımın garantici şefaat anlayışının bir ürünü olduğu düşüncesinde birleştiğini görüyoruz. Evsafını açık şekilde zikretmiş olduğumuz Hâlidîlerin garantici türden fasid bir şefaat anlayışına sahip olduklarını iddia edenler, onların bu denli ibadet ve taate neden yöneldikleri, dünyevileşmeden tamamen uzak bir şekilde zühd ve takvâ hayatını esas alma konusunda neden bu derece hassas oldukları ve gerek kabir azabından, gerekse de cehennem azabından sığınma konusunda neden son derece gayret gösterdikleri gibi temel sorulara da birtakım makul cevaplar bulabilmeleri gerekir.

Bütün bunlardan sonra, ele aldığımız bu konuyu ya da benzer konuları istihza malzemesi hâline getirenlerden; fersah fersah uzağında bulundukları adalet ve insaf gibi ulvî hisler yerine, Hâlidîlerin evsafı karşısında kendilerinin sahip olduğu vasıfların nicelik ve niteliğine, takva ve teslimiyet yönünden hangi seviyede bulunduklarına dair açık bir muhasebeyi ve hakikatle olan yüzleşmelerini beklemek lâzım gelir.

Fırka-i nâciye hadîsleriyle başı pek hoş olmayanlardan, şefaat inancına kem gözle bakanlardan ve art niyetli yaklaşımı, bulunduğu makamın bir gereği sayanlardan böylesine hassas bir konuda ince bir anlayış beklemenin boş bir beklenti olduğunun farkındayız. Biz hakkı haykıralım da, umulur ki hakka talip olan birilerine ulaşır…

Dipnotlar


 

[1] Kaydetmiş olduğumuz söz tam olarak şöyle zapt edilmiştir: «Efendi Babam (Kuddise Sirruhû) buyurdu ki: “Âhirette melekler, bir kimseyi cehenneme götürmek için tutsalar ve o kişi: ‘Ben Nakşibendî tarîkatının Hâlidî koluna mensubum (bağlıyım)’ dese, onun hürmetine bırakırlar.”» (Mahmud Efendi Hazretlerinden Duyulan Hikmetli Sözler, s. 418.)

[2] Enbiyâ Sûresi, 21/19-20 ve 26-27; Tahrîm Sûresi, 66/6 gibi âyet-i kerîmeler, bu hakikati vurgulayan âyet-i kerîmeler arasında yer alır.

[3] Şefaatin imkânı ve sübûtuna dair malûmat için bkz. Muhammed Abdülaziz el-Ferhârî, Şerhu Şerhi’l-Akāid, Âsitane Kitabevi, İstanbul, 2009, s. 238-241.

[4] Dünyadaki şefaat, bir zâtın, bir kimsenin hidâyetine vesile olması ya da ona dua etmesi gibi durumları kapsar. Bu durumların farklı şekillerde adlandırılması da pek önemli değildir. Zira bu gibi durumların tamamı “şefaat” kapsamına girmektedir. Hatta ulema; tevessül, teberrük ve istiğase gibi amellerin tamamını şefaat kapsamında değerlendirmiştir. İmam es-Subkî (Rahimehullâh) da “Tabakātü’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ” adlı eserinde bunu böylece ifade etmiştir.

[5] Bir kimse için, dünya hayatının son bulduğu sekarattan itibaren kabir hayatını içine alarak, haşr ve neşr de dâhil olmak üzere her bir aşamada şefaat söz konusu olabilir. Büyük şefaat olarak ifade edilen “Şefâat-i Uzmâ” da bahsettiğimiz aşamada vaki olacak şefaattir. Şefaat müessesesi hesabın başlayıp devam edeceği kesiti de kapsar; mizan ve sırattaki ahvali de kapsar. Birtakım zikirlerin, sahibine, sevaplarının ağır gelmesini sağlamak üzere mizanda şefaat edebileceğini belirten rivâyetler de bu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir. Böyle bir hadîs-i şerîfi sahîh senetle Tirmizî ve İbnü Mace (Rahimehumellâh) kaydetmişlerdir. (Tirmizî, “İman”, 17, No. 2641; İbnü Mâce, “Zühd”, 17)

Bilindiği üzere şefaat; kalbinde iman bulunmasına rağmen birtakım sebeplere binaen cehenneme girip de uzunca bir süre kalmış bir kimsenin oradan kurtulup cennete girmesini de, cennetlik bir kimsenin buradaki makamının yükselmesini de sağlayabilecektir.

[6] Sâlih amellerle tevessül, hemen herkesin kabul ettiği bir tevessül türüdür. Kişinin sâlih amellerinin kendisine dünyada ve kabirde yardımcı olacağına dair pek çok hadîs varid olmuştur. Zaten hesap gününde kurulacak olan mizanın varlığından bahseden nasslar da bu noktada yadsınamaz deliller olarak önümüzde durmaktadır. Kişiyi kabrine konuluncaya kadar ameli, ailesi ve malı olmak üzere üç şeyin takip edeceği, kabre konulduktan sonra malının ve ailesinin terk edeceği; fakat amelinin kalacağını beyan eden hadîs-i şerîf de burada zikredilmesi gereken bir hadîs-i şerîftir. Zira kalacak olan amel, kişiyi azap meleklerinden koruyacak bir vesiledir.

[7] Mahmud Ustaosmanoğlu, Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlî’si, Yûnus Sûresi 98. Âyet-i kerîme tefsirli meâli.

[8] İlgili bölüm için bkz. Celâleddin Abdurrahman es-Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, Dâru’l-Medenî, Cidde, 1985, s. 301-310.

[9] Atıfta bulunduğumuz, et-Taberânî, İsbehânî ve Hakîm et-Tirmizî (Rahimehumullâh) tarafından kaydedilen Abdurrahman ibnü Semûre’nin (Radıyallâhu Anh) rivâyetinde ve konuya müteallik diğer rivâyetlerde, kişiyi kabir azabından koruyacağı bildirilen amelleri ifade sadedinde, genel olarak sâlih amellerin tamamının buna dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Hususan ifade etmek gerekirse; Kur’ân, infâk, namaz, hac, cihâd, sadaka, istiğfâr, yayılmasına vesile olunan ilim, arkasında bıraktığı ilmî hizmetler gibi hususlar zikredilebilir. Bkz. Süyûtî, a.y.

Hadîsin senedi hakkında taz‘îf edici birtakım şeyler söylenmişse de, İbnü Teymiyye’nin de belirttiği gibi, sünnette hadîsin manasını destekleyen pek çok delil yer almakta ve hadîste yer alan anlatımlar da böylece, bizleri istiğna etmekten alıkoyacak bir değer kazanmaktadır.

[10] Hâfız Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb’de, Hâkim, el-Müstedrek’te ve Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid’de rivâyet etmişlerdir. Muhakkiklerden kimilerinin sahîh, kimilerinin hasen hükmünü verdikleri bu rivâyet, senedi sebebiyle taz‘îf edilen, konuyla ilgili diğer rivâyetlere de şâhid olmaktadır.

[11] Abdullah ibnü Abbâs’ın (Radıyallâhu Anhumâ) rivâyeti için bkz. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 9, No. 2892.

Hadîs-i Şerîf’te, Mülk Sûresi’nin okuyanını kabir azabından koruyacağı belirtilir. Sûrenin, okuyanını kurtarmak için mücadele edeceğine dair kayıt, Kütüb-i Sitte’yi, ilâveleriyle derleyen Rezîn ibnü Muâviye es-Sarakustî (Rahimehullâh) tarafından ilâve edilmiştir. Bahsettiğimiz türden mücadele, İmam es-Süyûtî’nin (Rahimehullâh) işbu çalışmada esas olarak kabul etmiş olduğumuz kitabında da, yine Kur’ân-ı Kerîm’in bir mücadelesi olarak birden fazla rivâyette kayıtlı bulunmaktadır.

[12] Buhârî, “Enbiyâ”, 56; Müslim, “Tövbe”, 46, (2766); İbnü Mâce, “Diyât”, 2, (2621). Hadîs-i şerîfin metni kaydedilirken, her üç varyant da derlenerek birleştirilmiştir.

[13] İlâhî hükmün değişmesi. Tam ifadesiyle: “Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi.” Bkz. Avni İlhan, “Bedâʹ”, DİA, c. 5, s. 290.

[14] Buhârî, “Cenâiz”, 82; Müslim, “İmân”, 34; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 2.

Yücel Karakoç
Musellem.net yazarı, yazı işleri...