Ahir Zaman Filozofu

İnsan, Tîn Suresi 4. âyetin ifâdesiyle madde ile manânın ahsen bir kıvamda terkîbidir şüphesiz. Lakin yaratıcımızın cismâniyetimize nefhettiği ruh ile zıllî bir vücud bulduğumuzdan beri gurbetteyiz. İsneiyyet denilen, vahdete âşık bir gurbet hissi içinde. Adem zulmetlerinde bir kıvranış. Vücud ve bekâ-i hakikiye şuûrî ya da gayr-ı şuûrî sonsuz bir hayranlıkla müştâkız ama bunlardan mutlak bir katîlikte mahrûmuz. Lâkin ne  nâmütenâhî bir ihsandır ki tüm bunları fehmedebilecek bir akıl, hissedebilecek bir kalp ile sâir mahlukâttan mümtâz kılınmışız. Zâtımıza işaret edebiliyor, sahip olduğumuz zıllî vücudu vicdânımızda duyabiliyoruz. Ve bu sebeple mahlukât içinde aklen, hissen, ilmen, amelen bir idrak bahtiyarlığı duyan ama aynı zamanda bir gurbet ızdırâbı yaşayan yegâne mevcut biziz. Dâire-i şerîat tüm uhrevî ve dünyevî saâdetleri zâmindir ve bununla iktifâ edene asla söz yoktur amma mârifet ve hakîkati istihdâf  edinenleri (amaç edinenleri) bu aşılmaz gurbet derdi inim inim inletir. Mükemmele heveslenmenin cezâsı peşin peşin bu sızıdır. Elleri yakamızdan bir türlü düşmeyen süaller kemale olan iştiyâkın istikâmet tabelaları gibi önümüzdedir. Deli gibi dolaşır durur insanoğlu. Kimi aklının, kimi kalbinin, kimi müşahedenin, kimi sanatın tabelalarına takılmış şaşkın şaşkın dolanır. Şu mükemmellik karşısında hayranlık duymayan nelerden mahrumdur!

Tabiîki bu yazıyı böyle vicdanî duyuşlar mırıldanmak için kaleme almadım. Hakikate yolculuk talebinin fıtrî ve enfüsî arka planını en özlü şekilde tahlil etmeye çalıştım bu satırlarda. Buradan da bir münzevî hakikat tâlibinin mâcerâsına nakl-i kelâm etmek istedim. Oldukça çok seveni, üstad göreni, takip edeni mevcut bu şahsın. Yâni muktedâ bih bir tâlip. Şu sıralar aklın, bilginin buyrukçuluğundan sıkılıp sezginin, sanatın ve estetiğin hürriyet bahşeden ikliminde mest’ü hayran yolculuğuna devam eden bir mütefekkirden: Dücâne Cündioğlu’ndan bahsedelim istedim. Muhafazakar entelektüel muhitlerde okumanın hakkını verdiği ittifakla kabul edilen  ve bu çevrelerin kendisinin entelektüel birikimiyle iftihar ettiği bir portredir filozofomuz. Zira başlangıçta seleften tevârüs eylediğimiz ilmi mîrâsa bereketli nazarlar atmıştı. Tefsir, dilbilim, mantık ilmine dâir eserleri, batılılaşma-modernleşme sürecimize müteallık yakın tarih okumaları bu nazarın güzel meyveleriydi. Ama mutmain olmayan aklını vahdet-i vücut eksenli kelam okumaları da kesmeyince teolojisinin yurduna felsefeyi soktu. Fakat bu gayreti şayan-ı takdir bir cehtti ve esasen işin tabiî mecrası da buydu. Tefekkürün ufku genişledikçe meseleler ancak küllîler üzerinden konuşulabilir hale gelirdi. O da öyle yapıyordu. Üstelik ortada böyle sıkletli mevzûlara cüret etmiş hakîm vasfında münevver de  neredeyse yoktu. Osmanlı  son dönem medreselerinde yetişmiş Elmalılı Hamdi Yazır, Şeyhülislam Mustafa Sabri, İmam Zâhid’ül Kevserî, Ömer Nasuhî Bilmen, Babanzâde Ahmet NAİM, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, İzmirli İsmail Hakkı gibi hem İslami ilimler hem felsefe sahasında ehliyetli muhakkik ve müdekkik alimler yetişmez olmuştu cumhuriyet döneminde.

İnklapların yaptığı tahribât öyle bir yokluk tevlît etmişti ki değil felsefe, ulûm-u diniyyenin usûlünden bir nebze bahsedebilen ilim adamı yetişmiyordu artık. Müstebid Cumhuriyet idaresinin ceberrut politikalarıyla karanlığa gark olan farklı ilim semâları  yıldızlarını bekliyordu. Böyle bir vasatta ferdî okumalar ile başladığı ilim yolculuğunda emin adımlarla ilerledi. “Bize vaz-ı cedîd değil keşf-i kadîm lazım” genel perspektifiyle şekillenen çalışmaları gerçekten takdire şayândır. Bu dönemde yazdığı yazılarda mutlak bir sarâhat vardı. Muğlak konuşmuyordu. Teaddüd-ü zevcâtın müsaade değil yerine göre bir emir olduğu ve dörtle tahdit de edilmediği, mîrâcın rüyâda vukua geldiği şeklindeki aykırı tezleri dahi fazla cüretli hatta zırvaydı ama netti. Ta ki bu yolculuğunda metod değiştirene kadar. Ne zaman taallüm, taakkul ve tefekkür ile mârifet talebini tâlî plana atıp, avangard sûfîlikten, Hızır’ın irfânından, Hira’dan  bahsetmeye başladı; sezgi, estetik, sanat üzerinden hakikat tellallığına soyundu o günden beri mezkur netlikten eser kalmadı konuşmalarında da yazılarında da. Zaten Beyaz Türklerin ilgi ve takdirini de bu noktaya geldiğinde kazandı. Yunus Emre- Hacı Bektâş-ı Veli ile sembolize edilen hümanist, Hz. Mevlana-Şems-i Tebrizi ile refere edilen aşkî ve folklorik, Hallac-ı Mansûr- Şeyh-i Ekber ile intişâr etmiş felsefî tasavvuf  nevilerine, Hz. Hızır’la meşruiyet devşirdiği bir başka tasaffî şekli daha eklemişti. Şerîat-ı Mûsâ’yı, yasayı, âlimleri katılık ve müsâmahasızlıkla, fukahâyı şekilci olmakla itham ediyordu biteviye. Ulema-i rüsûm diyordu. İktidara dayanmak diyordu ve Ömer Sikkîn Efendi’yi baş tacı edip Akşemseddin’e vuruyordu. Âsâsını kemiren kurtcuk ile nâşı toprağa düşen Hz. Süleyman’ı, kibrin iktidarı yavaşça tüketişinde kuderete remz kılıp tehlikeli teşbihlere kalem uzatıyordu. Tüm bunlar karşısında Hızır’ın irfanını, Hira uzletini, inzivayı, çileyi, meczupluğu, cinneti, sanat ve sanatçıya kayıtsızlık imtiyâzını, kuvve-i muhayyileyi, sekri, hazzı metheder, mütemâdiyen şathiyat terennüm eder oldu.

Yasayı reddeden bu özgürlükçü duruşun filozofumuzun mefhumlar dünyasında müteşerrîlikten vazgeçmek anlamına gelmediğine inanmak istiyorum. Murâdını metaforlar ve remizlerle ifade gayreti içinde olduğu, mecâzın sırtına fazlaca bindiği hüsnü zannımı korumaya çalışıyorum. Ama bu üslubun muzır ve mudîl bir üslup olduğunu ve irşâd değil ifsâd eder bir mâhiyette bulunduğunu da söylemek isterim. Zira o sembolik/mecâziî dil vesilesiyle Mesneviye neler söylettirildiği, mezkur felsefî terminoloji ile Füsûs’ul Hikem’den nasıl panteizm aparıldığını bilmiyor olamaz. Zaten sözüne kalbinde hastalık bulunanların da (Beyaz Türkler örneğinde olduğu gibi) kulak vermeye başlaması, kendisi irşâd kastetmiş olsa bile neticenin böyle olmadığına işâret ediyordu. Zâhiren yasayı ehemmiyetsizleştiren, dînî olanı, muhkemâtın katîliğinden, müteşâbihâtın muğlaklığına çeken bu hümanist, bol aforizmalı mistik dil elbette onları çok memnun etti. Ve filozofumuz bu mütehayyizân zümrenin ciddî alâkalarını ve teveccühlerini celp etti. Reytingi en yüksek tv programlarında ve gazete sayfalarında ihtiramla misafir edildi. Sıkletli mevzular için ağırladığı konuğunun huysuzluğunu bilen ve bu sebeple mütekebbir edâsı karşısında tirtir titreyen, entelektüel seviyesi yerlerde moderotörlerin şaşkın ve anlamayan bakışlarında kendine olan öz güveni yedi kat semâyı zorlar hale geldi.

Şimdilerde ise farklı dergi ve gazetelerden yağan röportaj taleplerine, bizi kalbinin semâsına nüzûl eden hikmet kırıntılarından mahrum etmeme adına müspet karşılık veriyor ve kaçtığı şöhret inzivada yakasına daha sıkı yapışıyor. Fildişi kulesi ya da kendi tabiriyle mağarasından ruhlarımıza insanlığın ızdırâbına çâre olacak sırlarla yüklü esintiler salıyordu. Zâhir-i Şeriate muhalif metaforik  sözleri, aforizmaları infial gördükçe muhâtaplarını mecazdan anlamamakla yani hakikî mânâya atlamakla yaftalayıp tahkîr ediyor. Yani problem kendisinin mütemâdiyen mecaz vâdilerinde dolaşması, kelamda sarâhati tercih etmemesi değil takipçilerinin anlayışsızlığı oluyor.

Ama biz biliriz ki Allah’a vâsıl olan yollar mahlûkâtın adedincedir. Bu nedenle çıktığı yolculuğa saygı duymakla ve onu yoluyla başbaşa bırakmakla beraber peşinden gidenlere hatırlatmamız gereken bir kaç husus olduğu kanaatindeyim. Dücane Bey’in itiraz ve îkaz işitemeyecek kadar (rahmanî ya da şeytanî) sekirde olduğunun farkında olduğumdan ve Kur’an da “menfaat verecekse hatırlat” buyurduğundan kendisine sözüm yok. Zîra o belli ki kendini aşk makamında görüyor. Üzülerek ifade etmek zorundayım ki bu bîedep satırlar, şeriat-irfan taksimleri, bitmeyen islamcılık eleştirileri Dücane CÜNDİOĞLU’nun bazı felsefe ekolleri gibi kendini şeriat ile inkıyattan müstağni bir mevkîde gördüğünü ya da Bektâşîliğin bir kolu/ilkesi sayılan İBÂHİYYE tarafından sergilenen şeriat tanımaz tavrı benimsediğini ihsas etmektedir. “Özgürlüğün suç olmadığı tek makamda”. ”Aşk ise itidale razı olmaz.” O yüzden hiç de mutedil olmayan açıklamalar yapıyor. Aşktan vaz geçip abd olmaya karar verirse belki ona da bi şeyler söylenebilir. Ama şuan beyhûde bir çaba olur. Lakin peşine takılmış ya da takılacak ”tâlip” zümresine Mûsâ’nın Şerîatı –Hızır’ın İrfânı sınıflandırması hakkında söyleyecek birkaç lafım var.

Filozofumuzun, dünyevileşmiş modern Müslümanı, iktidar gücünü elinde tutan muktedir muhafazakarları irşad sadedinde yahut  belki de hakîkate îsâl meyanında daha akreb bir usul telâkkîsiyle bize dayattığı bu tasnîf hiçbir şekilde meşrûlaştırılmamalı ve seviyeli tenkitlerle reddedilmelidir. Kendisinin İlim-irfan, takvâ mücâhedesi-keşif mücâhedesi, yasa-hürriyet, sahv-sekr, hira hüznü-mekkenin fethi dilemmalarıyla sûnî bir zıtlık üzerinden ısrarla kabul ettirmeye çalıştığı bu sloganik gruplandırmalar son derece temelsiz, mesnetsiz bir safsatalar kumkumasıdır.

Şahsen tâ üniversite yıllarıma kadar giden Dücane okumalarımda beni en çok rahatsız eden şey de bu olmuştu. Müşterek mefhumlarla oynuyor, kendi anlam dünyasını oluşturup muhâtaba bunu dayatıyor olması bir soru işaretiydi hep. Bunu etimolojik tahlillerle yapıyor, kelimenin asırlar içinde geçirdiği tekâmül sürecini ve örfî ya da ıstalahî nakilleri bir kenara koyup kökenine giderek yeni bir mefhum çıkarıyor karşınıza. Böylelikle muhatabının düşünme biçimine de yön veriyor. Sonrası kolay zaten. Halbuki bu uslubu  bir topluluğu millet ya da ümmet yapan  müşterek tefekkür ve tehassüs imtiyazına sed çeken yanlış bir uslup. Ama kim takar! Adam hem âşık hem hakîm.

Filozofumuzun ilmî ve aklî veriyi istiğna makamında terk ettiğini ve hissî/tecrübî sahaya yöneldiğini ifade etmiştim. Son dönemde estetik ihtizazlar üst başlığında mûsikîye, mîmârîye, resim ve sinemaya teveccühünü de böyle okumak doğru olur kanaatindeyim. Zira o Baba Aziz’i, Gürcü filozof Gurdjieff’in Meetings with Remarkable Men/ Fevkalade Adamlarla Karşılaşmalar filmlerini izlemiş, bu filmlerden farklı ilhamlar almış ve  cezbeye kapılmıştı. İşte asıl problem arzeden başkalaşım kanaatimce bu devrede vukua geldi.

Ben bu zâtın yaşadığı dönüşümün, temelinde tekebbür olan bir dönüşüm olduğuna ihtimal vermek istemiyorum. Ama itiraf etmeliyim ki karîneler bunu işaret ediyor. Tekebbür derken, umûmî mânâda zâhirî islâmî kâideleri avâmın istikâmet ve maslahatı için teşrî edilmiş yasalar olarak gören bakış açısını kastediyorum. Bu telakkînin kökleri felsefede mârifet cihetinden “Hakîm mi Peygamber mi üstündür?” tartışmalarına kadar uzanır. Fârâbî gibi “Peygamber hakîkati (mefhumlar düzeyinde)bilmemiş ya da bildirmemiştir, onun fazîleti amelî hikmet cihetindendir ve hakîkati olduğu gibi hakîmler bilebilir” diyen techil ashabı ile İbn-i Sînâ çizgisi dediğimiz “Peygamber hakikati akl-ı kudsî ile bilir fakat bunu hakikat dili ile değil kuvve-i muhayyile aracılığıyla sembolik olarak anlatır” veya “bilir ama umûmun maslahatı için durumu olduğundan farklı aktarır” diyen tahyil ashabı, bu kibrin felsefe âlemindeki tezahürleridir. Keşif müşahedesiyle “Bize yakîn geldi ve ibâdet artık bizden sâkıt oldu” diyen sufî zümrelerin şerîat telakkîsiyle benzerlik ihtivâ eden bu sapkınlıklar islâma hayli zarar vermiş ve müstekîm alimlerimizin tecdid faaliyetleriyle tahrîbâtı en aza indirilmeye çalışılmıştır. Evâmir ve nevâhî ile inkıyâdı avâmın ıslâhına müteallık gören ama kendisini, tahsil ettiği hikmet-i ilmiyye ile herkes gibi amelden müsteğnî gören bu zihniyet baştan sona dalalettir.

Filozofumuzun vardığı son nokta bu kanaatler midir bilmiyorum ama  son dönemde mukaddesât ihtivâ eden meselelerde dahî kullandığı edebe mugâyir retorik bu dalalet vâdilerine yakın yerde dolaştığını îhâm ediyor. Mesele felsefe ve sanatsa tüm şerî hudud ve adâbı bir kenara koyduğunu acı acı müşahede ediyoruz. Yıllar önce “avludan balkona çıkan ve sonradan görüp zenginleşmiş dindarları” tenkid ettiği bir yazısında onlara kendince işaret ettiği farklı maslahatlarla “Eyes wide shut”ı ,yine farklı mülâhazalarla Antichrist’i izlemelerini tavsiye eden filozofumuz,  ahlâkî hassâsiyetler meyânında son derece mütesâhil olan RTÜK tarafından dahî sinema salonlarında gösterimi yasaklanan Nymphomaniac filminin tv ekranlarında methini yapmış ve gösterimine ilişkin yasağı da kınamıştır. Bu filmlerin öyle sıradan Müslüman vicdanınca bile kabul edilemeyecek iğrençlikler ihtivâ ettiğini bildiği halde bu cürümleri işlemekte beis görmemiştir.

​Bir gazeteye verdiği röportajında intiharın kabul edilebilirliği hakkında söyledikleri, “Çamlıcaya Cami-Kilise-Havra yan yana yapılmalı“ twitleri, Beyoğlu-Beşiktaş-Kadıköy/Üsküdar–Eyüp-Fatih mukayesesindeki çarpıtmalar bu zâtın günah galerisinden farklı sahîfelerdir. Beyoğlu’nun neşe dolup Üsküdar’ın hüzne gark olmasını, modernitenin muvâfıkını mesûd, muhâlifini mahzûn etmesine değil de Müslümanların âşık olmayıp sadece âbid olmalarına bağlıyor.

​Şu aşağıda paylaştığım satırlar da mukaddesât karşısında duymaya başladığı lâubâlilik ve kayıtsızlığın bir başka tezâhürüdür:

“Çağdaş dindarlık, peygamberinin hayatını ikiye ayırır: 1) Mekke dönemi, 2) Medine dönemi… İlkinde davet var, mücadele var, karşılığında işkence ve en nihayet hicret var… İkincisinde öncelikle nizam ve intizam var, çünkü güç ve iktidar var, karşılığındaysa fetih ve nusret var… Zafer yani. Derken veda var. Vahyin kesilişi, nübüvvet ve risaletin sona erişi var. Göğün susuşu. Meleklerin. Rahmet kesilince, maide ehli birbirlerine kılıç çekerler. Kur’an’ıntalebeleri… Peygamberin arkadaşları… Savaş iktidar savaşıdır. İmamet ve hilafet savaşı.”

​Üzülerek ifade etmek zorundayım ki bu bîedep satırlar, şeriat-irfan taksimleri, bitmeyen islamcılık eleştirileri Dücane CÜNDİOĞLU’nun bazı felsefe ekolleri gibi kendini şeriat ile inkıyattan müstağni bir mevkîde gördüğünü ya da Bektâşîliğin bir kolu/ilkesi sayılan İBÂHİYYE tarafından sergilenen
şeriat tanımaz tavrı benimsediğini ihsas etmektedir.

Özgürlüğün suç olmadığı tek makam: Aşk” derken bu mübahcılığı meşrulaştırma gayreti sezilmektedir. “Bazı sûfiler, şeytanda, Cenab-ı Hakk emretmiş bile olsa, muhabbetinin ziyadeliğinden ötürü Cenab-ı Hakk’ın emrine bile itiraz edecek denli şedîd bir âşık, bir muvahhid (tevhid âşığı) imgesini bulmuşlar ve şeytanın, bu yüzden secde emrini yerine getirmediğini/getirmemesinin tabii olduğunu söyleyebilmişlerdir.” cümlelerini sakıncalılık kayıtları koysa da aktarışında aynı mesaj istihdâf edilmiş.

Bu zannımı takviye eden bir başka husus da biraz yukarıda isimlerini verdiğim ve filozofumuzun ruh dünyasında çok ciddî sarsılmalara sebebiyet vermiş filmlerin muhtevasında neredeyse hiçbir şeriat vurgusu bulunmamasıdır. Hadi diyelim ki “Meetings with Remarkable Men/ Fevkalade Adamlarla Karşılaşmalar” bir İslam filmi değildir. Genel olarak mistisizmi ele alır. Peki Baba Aziz. Bu filmin hikaye, oyunculuklar, diyaloglar, müzikler, ilahiler ve mizansen açısından insanın ruh dünyasında tesir icra ediciliği inkar edilemez. Hususiyle dünyadan el çekmenin insana bahşettiği gönül zenginliği ve özgürlük, ilahi aşk ile divâne olma, nefs-ruh çekişmesi kıskacında insanın ızdırâbı, ölmeden önce ölme  temaları sanatsal ve temsîlî bir üslupla resmedilmiş. Fakat filmde onca dervişin -cemaati geçtim- münferiden dahi olsa neredeyse bir defa namaz kılar halde gösterilmemesine karşılık, zikir adına yani din adına müziğin, dansın her türlüsünü ihtiva ediyor olması tuhaftır. Ve bu topraklardaki sûfî yaşayışla (Mevlevî dervişin dönüşü müstesna) neredeyse hiç benzeşmeyen bu tasavvuf pratiğinin filozofumuzu derinden etkilemesi de mânidârdır. Coğrafyamızda önde gelen iki sûfî damardan Nakşîlik zaten umûmî olarak zikr-i hafîyi tatbik ettirdiğinden ve müziğe olan mesâfeli duruşu sebebiyle filmin muhtevası dışında kalmış, cehrî zikir ile meşhur  Kâdirî halkalar dahi çalgısız çengisiz olmakla filmde kendine yer bulamamış. Peki buna rağmen sûfî filozofumuzu bu derece sarsan nedir? Filmin ana karakteri olan Baba Aziz’in isminin önündeki BABA vasfı bu zatın bir BABÂİYYE şeyhi olduğunu hissettiriyor. Irak coğrafyasında Seyyid Ebu’l Vefâ‘ya nisbetle Vefâiyye diye anılan tarikatın diğer bir ismi olan BABÂİYYE’nin zamanla Bektâşîlik içinde eridiği bilinmekte. Filmdeki tüm sûfî kostümleri ile kadın ve erkeklerin muhtelit olarak bulunduğu sazlı/çalgılı zikir meclisleri filmin yönetmeninin, sûfizm anlatısının merkezine Alevî/Bektâşî geleneği koyduğunu gösteriyor. Sarmal olarak anlatılan remizli hikayeler, raks eden derviş figürü ve Baba Aziz’in, ölümü “düğün gecesi” olarak ifade eden cümleleri filmde Mevlevî tasavvuf öğretisinin de işlendiğini ortaya koyuyor. Zira Hz. Mevlana’dan  nakille; dünya hayatının henüz doğmamış bir bebeğin rahimdeki hayatına benzetilmesi ve ölümün daha güzel bir hayata doğum olarak öğütlenmesi  filmin belkide en çarpıcı noktası.

Bu meseleyi bir film eleştirisi kaleme alırcasına biraz uzattım. Çünkü bu film filozofumuzun köşe yazarlığını bırakmasına varacak  kadar hayatında ciddi tesir icra etmiş bir yapım. Dolayısıyla son dönemde yazıp söyledikleriyle gitgide hümanist bir dil kullanmaya başladığı görülen mütefekkirimizin zihni dönüşümünün sâiklerini ve vardığı noktayı netleştirme adına bu tespitleri yapmak zorundaydım.

Dolayısıyla bu film ve icra ettiği tesir ile son dönem yazılarındaki hazcı, özgürlükçü ve hümanist vurgu ve hatta ayrıca neşrettiği eserlerden birinin adının “Hz.İnsan” oluşu düşünürümüzün tasavvuf ve hatta din telakkisinin Mevlevi/Melami/Bektaşi geleneğe doğru bir seyr halinde olduğunu gösteriyor.

Netice olarak Dücane Bey, onca okuma ve tahrir faaliyetlerinden sonra yolculuğuna Hümanist felsefe, Bektaşî-Mevlevî-Melâmî tasavvuf/islam yorumu ve haz-sanat perestişkarlığı ile devam etmektedir. Her kemali şeriatın hududuna riayet ve sünnet-i sahihaya temessükte görmek, mukaddesâta sonsuz hürmet, ehl-i sünnet vel cemâat gibi vazgeçilmezi olanlar bu zatı dikkatli ve seçerek okumalıdır. Zira ona göre İslam’ın ruhu tozlar altındadır ve kendisi de bir âhir zaman filozofu edasıyla ne yapıp edip o tozları silecektir. O tozları silerken dikkat edin de sizi imanınızdan etmesin.

 “Neşemizi-hazzımızı kaybettik” diyor. Akidemizi kaybetmekten iyidir. Bizim olmayan bir sistemde neşeli olmak, haz aramak da neyin nesi?

Burhanettin Çağırıcı
Musellem.net yazarı, avukat